Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Marcus Aurelius’ta Evren, Adalet ve İnsan (25 Nisan 2023, Bodrum)

Merhaba değerli dostlar, 24-26 Nisan 2023 tarihlerinde Bodrum’da düzenlenen “Yaşam için Felsefe: Muğlalı/Oenoandalı Diogenes’ten P. Hadot’ya” başlıklı etkinlikte yaptığım (25 Nisan) “Marcus Aurelius’ta Evren, Adalet ve İnsan” başlıklı bir konuşma yaptım. Başta Prof. Dr. Hatice Nur Erkızan olmak üzere etkinliği düzenleyen ve yürüten tüm dostlarımıza, hocalarımıza, katılımcılara ve dinlemeye, sormaya ve yorumlamaya gelen herkese teşekkür ederim. Konuşmayı yukarıdaki videodan izleyebilirsiniz. Ayrıca etkinlik boyunca çekilen bazı fotoğrafları da bu sayfada paylaşıyorum.

Konuşma metni:

“Marcus Aurelius’ta Evren, Adalet ve İnsan” başlıklı bir konuşma yapmak üzere huzurunuza çıktım.

Marcus Aurelius, günümüze ulaşan metinleri içinde felsefî içerikli olduğunu söyleyebileceğimiz tek derli toplu eseri olan Kendime Düşünceler başlıklı metnin 9.29. bölümünde şöyle diyor: “Felsefenin işi basit ve gösterişsizdir, beni içi boş bir gösterişe yönlendirme.” (ἁπλοῦν ἐστι καὶ αἰδῆμον τὸ φιλοσοφίας ἔργον· μή με‎ ἄπαγε ἐπὶ σεμνοτυφίαν‎.) Umarım, filozofun bu tespitine ve çağrısına uygun bir konuşma yaparım.

Marcus Aurelius evrenin bir bütün olduğuna inanıyordu. Ona göre, her şey birbirine bağlıdır ve her şey bir amaca hizmet eder. Evrende her şeyin bir nedeni vardır ve bu nedenlere bağlı olarak düzen ve uyum sağlanır. İnsanlar da dahil olmak üzere evrenin tüm parçaları evrenin bütünlüğü içinde, hem evrenin kendisine hem de diğer tüm parçalara yarar sağlar. Ama elbette insanı diğer canlılardan ayıran akıl sahibi olma niteliği vardır ve bu nitelik ona bir sorumluluk yükler, o sorumluluk evrendeki işleyişi akli bir temele dayandırarak yorumlamak ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde ve toplumsal ve Siyasal deneyimin de evrenin örnekliğinde bir ortaklık duygusunu benimsemek ve uygulamaktır. Evrende nasıl her şey birbiri için varsa toplumsal yaşantıda da insanlar birbirleri için vardır; i̇nsanların birbirleri için yaşayabilmelerinin en önemli koşulu adalet duygusudur. İnsan adalet konusunda da evreni örnek almalıdır, çünkü evrende gerçekleşen her şey adilane bir şekilde gerçekleşir, evrendeki hiçbir şey diğer şeylerden bağımsız, onlardan kopuk ve adaletsiz değildir, ne olmuşsa yerli yerinde ve adilane bir şekilde olmuştur. Çünkü evrende tanrısal bir akıl vardır, o akıl nesneler dünyasının birbiriyle olan ilişkilerini belirleyen bir öngörü mahiyetindedir, öngörü yani pronoia. O halde i̇nsana düşen, o tanrısal aklın rehberliğinde evrendeki düzenin farkına varmak ve kendi içinde ve yaşadığı toplumda o düzeni mümkün kılan ilişkiler birlikteliğine adilane bir şekilde katılmaktır. Başka deyişle insanın iki kimliği vardır: 1. Kozmik kimlik. 2. Politik kimlik. Marcus Aurelius’un kimliği de böyle çokludur. O hem evrenin bir parçası, hem bir insan, hem bir erkek, hem de bir imparatordur. Marcus Aurelius bu farklı kimliklerini ısrarlı bir şekilde bize hatırlatıyor. Aslında bu hepimize uyarlanabilen bir çokkimliliktir, hem evrenin bir parçasıyız, hem birer insanız, hem birer cinsiyetimiz var, hem siyasal bir rolümüz var, hem de toplumsal bir statü edinmişiz. Marcus Aurelius’un evrenden insana uzanan anlatısının özeti budur.

Şimdi bu özeti Stoa felsefesi açısından ele alalım.

Kendime Düşünceler 2.3’ten bir bölümle başlamak istiyorum.

Burada “Öngörüyle doludur tanrıların işleri” (Τὰ τῶν θεῶν προνοίας μεστά) diyor.[1]

Burada geçen Προνοία sözcüğü “Önbilgi, öngörü, önceden kavrama” anlamındadır.

Peki, tanrıların işlerinin öngörüyle dolu olması ne anlama geliyor?

Şu anlama geliyor: Evrendeki görünebilen olaylar, doğa olayları, göksel cisimler, Güneş’e bağlı olan mevsimlerin düzenli döngüsü, işte bunlar öngörüyle dolu olan tanrıların işlerinden bazılarıdır. Dikkat edilirse bunlar tanrıların öngörüleriyle dolu olmakla birlikte insanlar tarafından da belli bir hesaplamayla ölçülebilir ve önceden görülebilir olaylardır, başka deyişle tanrısal öngörü, insani öngörüye örnek teşkil eder. Sen de herhangi bir doğa olayını önceden görebilirsin, onun ilmine sahipsen. 

Peki devamında ne diyor?

“ve Talihin işleri bağımsız değildir doğadan veya iç içe örülüdür, bağlantılıdır tanrısal öngörünün kontrolündeki her şeyle.”

Burada iki şeyin karşılaştırıldığını görüyoruz:

Tanrıların işleri

Ve

Talihin işleri

Burada talih kavramı önemli. Aristoteles, Fizik 198a10 ve Metafizik 1065b3’e bakarsanız, buralarda talihin doğaya tabi olduğu düşüncesini görürsünüz.

MA da Aristoteles’in izinden giderek Talih ile Doğa’yı özdeşleştiriyor, ona göre talih veya doğa, ikincil nedenler anlamındadır ve bu nedenler veya buradaki tabirle talihin işleri tanrısal öngörüyle gerçekleşen o bütün ağın birer parçasıdır.

Biz bu yaklaşımı Seneca’da da görmüştük:

Seneca, De Beneficiis 4.8.3’te şöyle diyor: “şimdi Doğayı Kader olarak adlandır, Talih olarak adlandır. Bütün bunlar, kendi gücünden farklı şekillerde yararlanan Tanrı’nın isimleridir.”[2]

Yani Tanrı’ya Doğa, Kader veya Talih diyebilirsin. Bu Tanrı’nın gücünü farklı şekillerde göstermesine bağlı olarak edindiği adlardır.

Yine Seneca, De Providentia 5.7’de şöyle diyor: “o halde cesurca katlanmalı her şeye, zira her şey sandığımız gibi tesadüfen başımıza gelmiyor, aksine doğrudan/bilinçli geliyor.”[3]

Her şey, her şeyle bağlantılıdır. MA ile Seneca’nın ve diğer Stoacıların ortak kabulü.

MA, 2.3’ün devamında şöyle diyor: “Buradan kaynaklanır her şey, ancak zorunluluk da oynar rolünü ve senin de bir parçasını oluşturduğun bütün evrenin yararına çalışır.”

 Her şeyi birbirine bağlayan bu zorunluluk (τὸ ἀναγκαῖον, to anankaion) evrenin yararınadır, sen de o evrenin bir parçasısın o halde senin de yararınadır. MA “bütünün yararına olan bir şey, parçanın da yararınadır” diyor.

Nitekim 6.54’te bu minvalde şöyle diyor:

“Peteğe yararlı olmayan bir şeyin arıya da yararı yoktur.”

Yunan literatüründe birçok yerde petek, bir “τὸ συμφέρον‎ (to sumpheron) yani birliktelik, yararlılık bilinci” olarak övgüye değer bulunmuştur. Peteğe yararlılık, arıya yararlılıktır.

Burada açıkça petek evrendir, arılar ise ondaki her şeydir.

Evren ile onun parçaları arasındaki ortak yararlılık düşüncesi önemlidir.

Ancak MA 5.22’de bu ortak iyilik, yarar düşüncesini farklı iki şey arasında belirliyor:

“Kente zarar vermeyen vatandaşa da zarar vermez. Zarar düşüncesinin ortaya çıktığı her durumda şu ilkeyi uygula: ‘Eğer kent bundan zarar görmediyse ben de zarar görmedim.’ Yok, kent zarar gördüyse, öfkeye kapılma, kente zarar veren bunun farkında olmayabilir.”

MA burada kime sesleniyor?

Elbette bir imparator olan kendisine sesleniyor.

Burada zikredilmese de, petek ülke veya devlettir, arılar da vatandaşlardır.

Devletin yararına olan şey, vatandaşların da yararınadır. O halde vatandaşların yararına olmayan bir şey devletin de yararına olamaz.

Marcus Aurelius tüm eser boyunca evreni anlatırken aslında bir yandan Roma İmparatorluğu’nu anlattığı izlenimini veriyor bize, dolayısıyla evrendeki düzene duyduğu bağlılık, Roma İmparatorluğu’nun sınırları içindeki düzene duyduğu bağlılığın da temsilidir. Nitekim 6.44’te şöyle der: “Kentim ve vatanım, bir Antoninus olarak Roma, bir insan olarak evrendir. Bu kentlere fayda sağlayan her şey, bana da fayda sağlar.” Antoninus olmak, yani egemen olan Romalı bir sülalenin bir üyesi olmak bu bağlı bulunan siyasal yapıda üstlenilmiş bireysel rolün oynanması demektir. Bu rolün oynanması, evrendeki her şeyin, evrenin düzenli ve sürekli inşası için kendi üzerlerine düşen görevi yerine getirmesi açısından önemlidir. 

Siyasal rolün tümüyle terk edilmemesi lazım.

Bu konuyla ilgili bir terimden hareketle hem Romalı hem Stoacı bulduğum bir yaklaşımı ortaya koymak isterim.

MÖ 59 yılının Nisan ayında Cicero, (Cicero’dan bahsetmediğimiz herhangi bir konuşma yoktur) Atticus’a yazdığı bir mektupta πολιτεύομαι sözcüğünü Yunanca olarak yazıyor (Epistulae ad Atticum 2.6.2): neque aliud iam quicquam πολιτεύομαι nisi odisse improbos. Türkçesi: “Rezil insanlardan nefret etmek dışında başka bir siyasal eylem içinde değilim.” Tek siyasal eylemim rezil insanlardan nefret etmektir. Çünkü Roma’nın dışında, aktif siyasetin de dışında. Yani elinizden sadece bir siyasal figürden nefret etmek geliyorsa, bu da Cicero’ya göre bir siyasal aktivizm veya πολιτεύομαι’dır.

Epiktetos da Söylevler’in bir yerinde (3.7.19) Epikourosçu apolitik yaşam anlayışını eleştirirken πολιτευτέον terimini kullanır.

“Tanrı adına soruyorum size, Epikurosçu bir Devlet tasavvur edebiliyor musunuz? Bir adam “Ben evlenmem” diyor. “Ben de,” diyor bir başkası, “çünkü insanlar evlenmemeli.” Hayır, çocukları da yok; hayır, vatandaşlık görevlerini de yerine getirmiyorlar. Burada “vatandaşlık görevlerini yerine getirme faaliyeti” aslında bir πολιτευτέον’dur. Eğer Epikourosçuların dediği gibi siyasal ve kamusal yaşamdan uzaklaşırsak, vatandaşlık rolümüzü oynamazsak ne olacak? Epiktetos şöyle diyor: “Vatandaş nereden gelecek? Onları kim eğitecek? Ephebi veya gymnasium müdürü kim olacak? Evet ve bunlardan herhangi biri onlara ne öğretecek? Sparta veya Atina’nın genç adamlarına ne öğretildi? Bana genç bir adam al; onu öğretilerine göre yetiştir. Doktrinlerin kötü, devleti alt üst ediyor, aileyi yok ediyor, kadınlara bile yakışmıyor.” Bu Epikourosçu apolitik doktrini bırak dostum. Bir emperyal Devlette yaşıyorsunuz; makam sahibi olmak, adaletle hüküm vermek, başkalarının malına el sürmemek senin vazifendir; karın dışında hiçbir kadın sana güzel görünmemeli, hiçbir erkek, hiçbir gümüş tabak, hiçbir altın tabak güzel olmamalı.” Bunlara fazla anlam yüklememek için eğitime ihtiyacın var demek istiyor. Stoacı bir perspektif ama aynı zamanda Romalı, yani içinde bulunduğun toplumda görev üstlenme mecburiyetin var.

Buradaki πολιτευτέον “vatandaşlık görevlerinin yerine getirilmesi”dir. Kamusal yaşama katılmak bir görevdir Stoacılara göre, evet evrende yaşayıp gidiyoruz ama kamusal alanda sorumluluk üstlenmemiz bir vazifedir.

Başka deyişle iki devlet var Stoacılara göre: Birincisi yaşadığımız yeryüzünde sadece insanlarla paylaştığımız devlet, ikincisi evrende tanrılarla paylaştığımız devlet.

Benzer bir tavrı Seneca’da da görüyoruz. Dialogi 8.4.1’de “Zihnen iki devleti kavrıyorum, bunlardan biri tanrıları ve insanları barındıran büyük ve hakiki devlettir, diğeri ise doğum koşuluyla kendisine yazıldığımız devlettir.” 

Epiktetos de Dissertationes 2.5.26’da “İnsan nedir?” diye sorar ve cevaplar: “İnsan bir devletin parçasıdır, o devletin bir yüzünde tanrılar ve insanlar yer alır, diğer yüzünde ise evrensel devletin küçük bir görüntüsü vardır.” 

Bu ikinci devlet yeryüzündeki devlettir. 

Ancak bu noktada şunu belirtmek gerekir ki, Stoa felsefesinin kurucusu Zenon, yeryüzü devletinin sakinlerinin demografik yapısı açısından, imparatorluk dönemi Stoacılarından ortakların kimliğini sınırlama açısından daha izolasyoncuydu. Kurucu baba günümüze ulaşmayan Politeia adlı eserinde daha çok, bir bilgeler topluluğu öngörüyordu, yani onun ideal siyasal topluluğu daha çok birbirine layık, adeta Sparta sistemini andıran aristokratik bir birliktelikti. 

Zenon hocası Kinik Krates’ten çok etkilenmişti. Hatta Diogenes Laertius 7.4’te Zenon’un Krates tarafından eğitilirken, Politeia eserini yazdığı ve bazı kişilerin buna gönderme yaparak onun bu eseri “köpeğin kuyruğuna (κυνὸς οὐρᾶς, kynos ouras) yazdığını” söylemişler. Başka deyişle erken dönem Stoa felsefesinde ideal devlet veya siyasal sistem fazlasıyla Kinik felsefe kokar. Bu yüzden mevcut fragmanlara göre Zenon’un ideal devletinde mahkemeler yoktu, tapınaklar yoktu, para yoktu, sınırsız ve açık cinsellik ve mülkiyet ortaklığı vardı.  

MA ve diğer Roma dönemi Stoacıları ise daha kendi çağlarının siyasal düzeniyle uyumlu ve kapsayıcı bir siyasal topluluğun savunucularıdır. 

Hep söylediğim bir şey var, Zenon Marcus Aurelius’u görseydi, yozlaşmış bir çağın baş sahtekarlarından birini görmüş gibi olurdu. Yeryüzü devletinde uzlaşamasalar da, ikisinin ortak noktası, en nihayetinde evrenin büyük bir kent-devleti andırdığıdır. 

Örneğin MA 3.11.2’de evrenden “yeryüzündeki tüm devletlerin meskeni olan o en yüce devlet” diyerek bahseder. 10.15’te “Nerede yaşarsan yaşa, bu büyük evren kentindesin” diye seslenir.

4.3.2’de de “evrenin bir tür kent olduğunu gösteren kanıtları” aklımıza getirmemiz gerektiğinden söz eder. Bağlama baktığımızda, konu yine öngörüdür. Öncesinde der ki:

Canını sıkan nedir? İnsanların kötülüğü mü? Şu yargıyı göz önünde bulundur: Akıl sahibi olan canlılar birbirleri için doğmuştur ve hoşgörü adaletin bir parçasıdır, insan isteği dışında hata yapar. Şimdi ne kadar çok insanın, yaşamını amansız bir düşmanlık, şüphe, nefret ve bilenen hançerlerle geçirdikten sonra bir köşeye fırlatılıp küle döndürüldüğünü düşün, bunu gerçekten düşün ve artık üzülme. Bütünden bir pay alıyor olmaktan hoşnut değil misin? Şu seçeneği düşün: “Ya tanrısal öngörü ya da atomlar.” (πρόνοια ἢ ἄτομοι).

Bu sadece felsefe tarihinde değil, her yerde karşımıza çıkan bir kıyastır. Sıklıkla karşılaştığımız, tanrısal düzen ile atomların rastgeleliği arasında yapılan bir kıyastır. Bu kıyas tarih boyunca muhafazakâr politikacıların dilinde materyalistlere yönelik, profanlaşma ve değersizleşerek ahlaksızlaşma suçlamasının dayanak noktası olmuştur.

Hatta Woody Allen’ın Getting Even kitabında şöyle bir espri var:

“Evrenin bir maddeden oluştuğunu söyleyebiliriz ve bu maddeye “atom”, veya “monad” diyeceğiz. Demokritos buna atom adını verdi. Leibniz buna monadlar adını verdi. Neyse ki, iki adam hiç tanışmadı, yoksa çok sıkıcı bir tartışma olurdu. Bu “parçacıklar” bir neden veya altta yatan ilke tarafından harekete geçirildi veya belki bir yere bir şey düşmüştür… Bu elbette ruhun neden ölümsüz olduğunu açıklamaz. Öbür dünya ya da Sender Amcamın Arnavutlar tarafından takip edildiğine dair hisleri hakkında da bir şey söylemiyor.”

Materyalist olmak hep zor olagelmiştir.

 Her şeyi tanrısal öngörüye değil de atomlara dayandırmak, bunun kullanan muhafazakar politikacılara göre, her tür melanetin sergilenmesine gerekçe oluşturmaktadır. Nefret ettikleri kişileri yaftalarken materyalist, komünist, hippi, dinsiz, ahlaksız, çapulcu daha birçok sözcükle aşağılamaya çalışırlar. Çok şükür, Marcus Aurelius böyle bir politikacı değildi. Ancak evreni bir tür kent olarak düşünmekle, aslında ondaki uyumun yüceltilmesini sağlıyordu.

Zira evrenin bir tür kent olduğunu düşünmek, ondaki düzeni görmeye ve o düzene tabi olmanın, herkesin çıkarına uygun ve rasyonel bir tercih olduğunu kabul etmeye yarar. Bütündeki düzene uymak, parçanın yararınadır.

MA 2.16’da şöyle diyor:

“O halde akıl sahibi canlıların ereği, o en eski kentin ve devletin aklına ve yasasına boyun eğmektir.” (τέλος δὲ λογικῶν ζῴων, τὸ ἕπεσθαι τῷ τῆς πόλεως καὶ πολιτείας τῆς πρεσβυτάτης λόγῳ καὶ θεσμῷ.)

Buradaki en eski kent ve devlet / politeia evrenin ta kendisidir.

Benzer bir boyun eğme tespitini Epiktetos’ta da görüyoruz.

Dissertationes 1.12.7’de şöyle diyor:

“Erdemli ve iyi insan her şeyi incelemeli, sonra evreni yönetene kendi isteğiyle boyun eğmelidir, tıpkı iyi vatandaşların devletin yasasına boyun eğmesi gibi.”

Epiktetos, daha imparator gibi konuşmuş.

Kent ile evren arasındaki benzerlik ve tüm evreni bağlı olunan bir kent gibi düşünme eğilimi Sokrates ve Kinik Diogenes’ten Stoacılara kalmış bir mirastır.

Cicero, Tusculanae Disputationes 5.37.108’de “Socrates cum rogaretur cuiatem se esse diceret, Mundanum, inquit. Totius enim mundi incolam et civem arbitrabatur” der, yani “Sokrates’e nereli olduğu sorulunca, o ‘dünyalıyım’ cevabını verdi. Zira tüm dünyanın veya evrenin bir yerlisi ve vatandaşı olduğunu düşünüyordu.”

Diog. Laert. 6.63’te ise, Nereli olduğu sorulunca, Kinik Diogenes “dünya vatandaşıyım” demişti. “Dünya vatandaşı” yani “κοσμοπολίτης” (kosmopolitês).

Enteresandır, Epiktetos, Dissertationes 1.9.1’de bu konuyu filozofların tanrılarla olan akrabalığı açısından ele alır. Böyle bir akrabalık varsa, nereli olduğu sorulunca filozofun “Ben Atinalıyım” veya “Ben Korinthosluyum” yerine, “Ben dünyalıyım” demesinden başka çaresi yoktur. (Ἀθηναῖος ἢ Κορίνθιος, … κόσμιος)

Dünya vatandaşı olmak siyasal bir anlam da taşır. Stoacıların ataları olan Kiniklere göre, i̇çinde yaşanılan kent devletin tüm toplumsal ve yasal kurallarla korunan siyasal sistemine karşıt olmayı ve yurt olarak sadece bir yeri değil, tüm dünyayı kabul etmeyi ifade ediyordu. Buna göre hiçbir yere ait olmamak, aslında her yere ait olmaktır. Bu Kiniklerde olduğu gibi, belli bir Siyasal yapının öngördüğü toplumsal yaşam tarzını reddetme anlamında değildir, tüm evrene nüfuz eden ortak tanrısal akla tabi olunduğunu da itiraf etmektir. Çünkü insanın uyması gereken evrensel düzenin ardındaki tanrısal akıl sadece yaşadığım kentte değildir, aynı zamanda dünyanın her yerindedir, dolayısıyla beni dünya vatandaşı yapan şey, aslında tanrısal aklın her yerde olmasıdır.

Stoacıların spermatikos logos yani “tohumsal/üretici akıl” dedikleri tanrısal akıl, var olan her şeyin kaynağıdır, önce dört elementi meydana getirmiş, diğer her şey de o dört elementten meydana gelmiştir. O halde, en eski spermatikos logos’u temel alırsak, bu, benimle aynı kaynaktan gelen unsurlarla her yerde beraber olduğum anlamına gelir. (4.36’da var: var olan her şey bir şekilde ondan çıkacak olan tohumdan gelir, oysa sen sadece toprağa veya rahme atılan şeylerin tohum olduğunu sanıyorsun. Bu çok amatörce bir yaklaşım.)

Bu kozmolojik perspektif, insana, yeryüzündeki coğrafi ve toplumsal sınırların, statülerin, sınıfların anlamsızlığını keşfettirir. Örneğin Aristoteles’in, bazı soyların doğaları gereği köleliğe uygun olduğu doktrini Stoa felsefesinde bir yankı bulmamıştır. 

Genel olarak efendi-köle ayrımı meselesinde, erken dönem Stoacıları sessiz kalırken, Romalı komutan Scipio Aemilianus’un yanı başındaki Orta Stoa’nın en büyük ismi olan Panaetius Platon ve Aristoteles’ten aldığı istisnai argümanlarla köleliğin doğallığını vurgulamıştır ama bu genel Stoa literatüründe yaygın benimsenmiş bir ayrım değildir. Örneğin kurucu babalardan Khrysippos köleyi “yaşamı için çalışmak zorunda olan bir işçi” olarak tanımlamıştır, yani Seneca, De Beneficiis 3.22.1’de dediği gibi, köle “daimi olarak para karşılığında çalışandır” (servus perpetuus mercennarius) olarak tanımlar. Bu bir roldür, sahnedeki aktörler gibi, dünyada gelip geçici roller üstleniriz. Kimisi köle olur, kimisi imparator. Kimisi erkektir, kimisi kadın. Kilise Babası Lactantius, Divinae Institutiones 3.25’te (SVF 3.253) şöyle der: “Stoici… et servis et mulieribus philosophandum esse dixerunt” yani “Stoacılar… kölelerin ve kadınların da filozof olmaları gerektiğini söylemiştir.” Stoacılara göre, herkes erdeme kavuşabilir, zira herkes bu kozmopolis’in doğal vatandaşıdır. (karş. Cicero, De Legibus 1.10.31)

Stoacılar tüm toplumsal sınırları kaldırır, bunu kimlikleri belirleyen rolleri anlamsızlaştırmadan yapar, rollerin bir önemi yoktur. Önemli olan, rollerin niteliğinden bağımsız olarak evrenin bir parçası olmaktır. 

Bu yüzden MA defalarca “insan evrenin bir parçasıdır” der, “insan evrenin yöneticisinden pay almıştır” der (2.4).  Ancak burada evrenin yöneticisinin, yani tanrının bir Sevgi formunda olduğu düşünülür. Kurucu baba Kitionlu Zenon “Sevgi tanrıdır,” der ve ekler “bu, kentin güvende olmasını sağlayandır” der (Athenaeus 13.12 = SVF 1.263). Seneca’nın tabiriyle, sevgi olmazsa, bir topluluk “salva societas” yani “güvende olan topluluk” olmaz. Parçaların korunması ve onlara yönelik bir sevgi olmazsa, bir topluluk, birliktelik güvende olamaz (Dial. 4.31.7).

Bu yüzden MA’a göre de “insan evrenin ve kendisinin doğasının ne olduğunu, bu ikisi arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu, kendisinin nasıl bir evrenin bir parçası olduğunu aklından hiç çıkarmamalıdır.” (2.4) Kurucu baba Zenon’dan MA’a kadar uzanan, bir evrenin parçası olma bilinci vardır Stoa felsefesinde. Bu bilinç insanı düşünceleri ve eylemleriyle sanki evrenin bir parçası değilmiş gibi davranmamaya yöneltir. 

MA “insan evrendeki bir apse veya tümör gibi bir şey değildir, öyleymiş gibi davranırsa en fazla kendine zarar verir,” der (2.16). Çünkü bütünden sapan kendisi olur, bütünden ayrılan, adeta sürüden ayrılan kuzu. “Sürüden ayrılmak” bizim için Sokratesçi, Kinik ve Stoacı bağlamda çoğunluğun aldatıcı sanılarından uzaklaşma anlamında iyi bir şeydir ama Stoacı evren ve ortak çıkar beklentisi düşünüldüğünde, sürüden ayrılmamanız hayrınıza olur. Devlet de sizden bunu bekler, uysal kuzular, koyunlar ve büyükbaş hayvanlar olmanızdan hoşlanır. Sizi izler, ki yanlış yola sapmayasınız. Woody Allen’ın 1973 tarihli Sleeper filminde bir sahne vardır, adam sevgilisiyle konuşuyor. Adam “Tanrı’ya inanıyor musun?” diye soruyor, kadın “Orada bizi izleyen biri olduğuna inanıyorum” diye cevap veriyor, bunun üzerine adam şöyle diyor: “Evet orda biri var ama ne yazık ki o devlet.”

Sonuç itibariyle MA’ya göre yeryüzündeki diğer akıl sahibi canlılarla ortak çıkarımızı korumamızı sağlayan siyasal yapıya bağlıyız, bunu reddetmeden aynı zamanda evrenin bir parçası olduğumuz için, bir dünya vatandaşı olduğumuz gerçeğini kabullenmeliyiz.

Peki, adalet bu perspektifin neresinde?

MA’taki adalet fikri, temelde evrensel adalet fikrine dayanır. Bunun en basit ve gösterişsiz ifadesi 4.10’da bulunur: “Gerçekleşen her şey, adilane gerçekleşmiştir.” (“πᾶν τὸ συμβαῖνον δικαίως συμβαίνει”, “pan to sumbainon dikaiôs sumbainei”) 

Bu bize şunu anlatıyor: Evrende olup biten her şey olması gerektiği gibidir, çünkü tanrısal öngörü işlemektedir.

 MA’ta “tanrısal öngörü” fikrinden kendimizi kurtaramıyoruz, hep karşımıza çıkıyor. Stoa felsefesinin başından beri gördüğümüz bir kavramdır. Kurucu babalardan Kleanthes, o ünlü Zeus ilahisinde “Ey Tanrım, senden bağımsız hiçbir şey olmaz yeryüzünde, gökyüzünde ve denizde!” der. Khrysippos ise şöyle der: “Tanrı’nın isteği, sözü, yasa, adalet ve o tanrısal öngörü olmadan en ufak bir şeyin bile gerçekleşmesi mümkün değildir.” (Enkheiridion’dan) Her şey tanrıdan geldiği için, bütüne yarar sağlar. 

Bu yüzden MA 5.8.2’de şöyle diyor: “Olan her şey evrenin sağlığına ve Zeus’un etkinliğinin gelişimine ve başarısına katkı sağlar.”

 Her şeyin evrene katkı sağlamasının anahtar sözcüğü adalettir. Çünkü Stoa felsefesinde nasıl cesaret “katlanma”yla ilgili bir erdemse, adalet de “dağıtma”yla ilgili bir erdemdir. 

Stoacılara göre tanrı her şeyi adil dağıtmaktadır. 

Evrensel adalet, başına gelen hiçbir şeyin evrensel doğanın kuralına aykırı olmamasıdır. İnsan bunu örnek almalıdır. 

Bu yüzden MA, 9.31’de şöyle der: “Senin dışındaki bir nedenden kaynaklanan bir olay karşısında dinginlik (Ἀταραξία, ataraksia), senden kaynaklanan bir nedenden ötürü gerçekleşen eylemlerde adalet (δικαιότης, dikaiotês) olmalı.” Devamında “çünkü,” diyor, “senin için doğaya uygun olan (κατὰ φύσιν, kata physin)” budur. Dışarıdan başımıza gelen olaylara ruh dinginliğiyle yanıt vermemiz ve kendi eylemlerimizde adil olmamız aslında, dışsal tüm etkilerden sıyrılarak bütünün doğal ve işleyen sistemine dahil olmanın gereğini yapmaktır.

Haz peşinde koşmadan, acılara yenilmeden bir eylem insanı olmak zorundayız. Eylemlerimizde, evrendeki tanrısal öngörüye dayanan adilane tutumu örnek almalıyız. Adalet hem içinde yaşadığımız siyasal yapının, hem de evrenin devamlılığının anahtarıdır. Bu anahtar çağlar boyunca süregelen kötülük problemi tartışmasına, MA ve diğer Stoacıların bulduğu bir çözümdür. Tatmin edici veya değil, en nihayetinde Stoa felsefesine göre sen bir parça olarak kendi rolünü doğru oynadığın sürece hem adil hem de ruh dinginliğine ermiş biri olacaksın. 

Bu yüzden MA “adalete ulaşmaktan daha iyi hiçbir şey yoktur, zira tek gerçek başarısızlık adil olmayı başaramamaktır” (10.12) der. Adaletsizlik bir tür doğru akıl yoksunluğudur, nitekim bir yerde (11.1.2) şöyle der: 

“Doğru akıl ile adaletin aklı aynı şeydir.” (λόγος ὀρθὸς, logos orthos – λόγος δικαιοσύνης, logos dikaiosunês)

Akıl ne kadar önemliyse, dinlemek de bir o kadar önemli.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.


[1] 2.3: Öngörüyle doludur tanrıların işleri ve talihin işleri bağımsız değildir doğadan veya iç içe örülüdür, bağlantılıdır tanrısal öngörünün kontrolündeki her şeyle. Buradan kaynaklanır her şey, ancak zorunluluk da oynar rolünü ve senin de bir parçasını oluşturduğun bütün evrenin yararına çalışır. Bütünün doğasının meydana getirdiği ve sürdürdüğü her şey bütünün her bir parçası için iyidir. Sadece elementlerin değil, aynı zamanda onlardan oluşan şeylerin de değişimidir evrenin sürekliliğini sağlayan. Bunlar sana yeter, eğer ilke olarak kabul edersen.

Τὰ τῶν θεῶν προνοίας μεστά. τὰ τῆς τύχης οὐκ ἄνευ φύσεως ἢ‎ συγκλώσεως καὶ ἐπιπλοκῆς τῶν προνοίᾳ διοικουμένων. πάντα‎ ἐκεῖθεν ῥεῖ· πρόσεστι δὲ τὸ ἀναγκαῖον καὶ τὸ τῷ ὅλῳ κόσμῳ‎ συμφέρον, οὗ μέρος εἶ. παντὶ δὲ φύσεως μέρει ἀγαθόν, ὃ φέρει ἡ‎ τοῦ ὅλου φύσις καὶ ὃ ἐκείνης ἐστὶ σωστικόν. σῴζουσι δὲ κόσμον,‎ ὥσπερ αἱ τῶν στοιχείων, οὕτως καὶ αἱ τῶν συγκριμάτων μεταβολαί.‎ ταῦτά σοι ἀρκείτω· ἀεὶ δόγματα ἔστω.

[2]  “nunc Naturam voca, Fatum, Fortunam: omnia eiusdem Dei nomina sunt varie utentis sua potestate” 

[3] “ideo fortiter omne patiendum est, quia non, ut putamus, incidunt cuncta, sed veniunt.”

Yorum bırakın