Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Roma’nın Dünya Egemenliği Miti: Umut ve Umutsuzluk

18 Aralık 2023 tarihinde, Galatasaray Üniversitesi, Felsefe Kulübü’nün konuğu oldum.

“Roma’nın Dünya Egemenliği Miti: Umut ve Umutsuzluk” başlıklı bir konuşma yaptım.

Etkinliği düzenleyen Felsefe Kulübü’ne ve dinlemeye gelen tüm dostlara teşekkür ederim.

Merhaba,

Galatasaray Üniversitesi, Felsefe Bölümü bünyesindeki Felsefe Kulübü’nün konuğu olarak bir kere daha buradayım. Daha önce Presokratik Felsefe ve Marcus Aurelius üzerine buluşmalar gerçekleştirmiştik. 

Bugün benim “Roma’nın felsefesi” olarak gördüğüm, Latin edebiyatının tamamına nüfuz eden Roma’nın siyasal ve tarihsel konumlanışının en önemli kodlarından birisi olan “dünya egemenliği” fikrini ele alacağım.

Başlık “Umut ve Umutsuzluk” altbaşlığını taşıyor.

Umut ve umutsuzluk konusuyla ilgili biraz konuşmak istiyorum.

 Bu aslında şu anda yaşadığımız sürece uygun bir altbaşlık. Ancak bu konuşmaya karar verdiğimizde ve içeriğini oluşturmaa başladığımızda, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’deki sivillere saldırısı henüz gerçekleşmemişti. Daha sonra İsrail’in Gazze’ye yönelik sınır tanımayan, acımasız ve insanlığa sığmayan kitlesel saldırıları henüz yaşanmamıştı. Şu an hala bölgede Gazze’ye yönelik bir abluka devam ediyor, önce İsrailli siviller, ki içlerinde başka milletlerden insanlar da var, sonra da Gazzeli Müslüman siviller öldürüldü ve öldürülmeye devam ediyor. Yaşanan gelişmelerin yalın gerçeği bu. Bir ara doruk noktasına varan, bir Dünya Savaşı kokusunun alındığı ve bölgesel olarak bizim de en riskli yerlerden birinde bulunduğumuz düşünülürse, olası umutsuzluğumuz tuhaf karşılanmamalı. Her gün ve her an bilhassa sosyal medya aracılığıyla Gazze’den önümüze düşen vahşet görüntülerini izliyoruz. 

İnsanlığın çağlar boyunca edindiği kültürel ve medeni kazanımlara ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki uluslararası sözleşme ve statülere ters düşen bir kıyım veya soykırımın dünyanın gözü önünde sürdürüldüğünü görüyoruz.

Umutsuzluğa kapılmamaktan başka bir yol var mı? Bana kalırsa var. Nitekim geçen hafta İngilizlerin The Guardiangazetesinde haberleri takip ederken Kudüs’ten yazan Bethan McKernan’ın “Yahudi-Arap dayanışma örnekleri İsrail’de umut veriyor” başlıklı yazısı dikkatimi çekti. McKernan şöyle diyor: “Farklı etnik kökenlerden binlerce gönüllü, ülke çapında artan gerginliği yatıştırmaya yönelik diğer birçok çabanın ortasında, şiddet mağdurlarına yardım etmek için çalışıyor.” Elbette, bu sürmekte olan savaşın ve acımasızlığın ortasında cılız bir çalışma. Ancak taraflar sivilleri dahi yok etme noktasında bir tavır takmayı tek yol olarak benimsemişken ve sosyal medyada dünyanın neresinden yazarsanız yazın, sizi ya Yahudi düşmanı ya da Müslümanları öldüren Yahudi destekçisi olarak kodlama eğilimi güçlenmişken, sadece masum sivillerden yana olan birilerini, hem de İsrail’de, görmek cılız da olsa sevindirici bir gelişme.

Ben tarihe çoğu kere umutsuzluğa varan karamsar bir gözle bakma eğiliminde olan biriyim, ancak karamsar gözle bakmak aynı zamanda eleştirel bir gözle bakmanın vesilesi olabilir ve bunu bana öğreten yine birikmiş olan ortak insanlık medeniyetidir. 

Bu noktada Kierkegaard’ın “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” kitabındaki bir soruyu gündeme getireyim:

“Umutsuzluk bir avantaj mıdır yoksa bir kusur mudur?”

Filozof, devamında şöyle diyor:

“Saf diyalektik içinde kalırsak her ikisidir, umutsuzluk hem bir avantaj hem bir kusurdur. Belirgin bir durum düşünülmeden, umutsuzluk yalnızca soyut bir fikir olarak ele alınırsa, onu büyük bir avantaj olarak düşünmeliyiz. Bu acıyı çekmek zorunda olmak bizi hayvanın üstüne yerleştirir ki bu, tinselliğimizin yüceliğinin veya sonsuz dikeyliğimizin işareti olan dikey yürüyüşten çok farklı bir biçimde bizi ayırt eden bir gelişmedir. O hâlde insanı hayvandan üstün kılan, onun acı çekmesinin gerekliliğidir. “Hıristiyanı, doğada yaşayandan üstün kılan, onun bu acının bilincinde olmasıdır; tıpkı, bir Hıristiyanın mutluluğunun umutsuzluktan arınarak iyileşme olması gibi. Böylece, umutsuz olabilmek sonsuz bir avantajdır ve bununla birlikte umutsuzluk zavallılıklarımızın yalnızca en korkuncu değildir, aynı zamanda mahvolmamızı da sağlar.”

Ancak mahvolmak, mahvolmanın bilincinde olmak bize bir insan olduğumuzu ve bir insan topluluğunun bir parçası olduğumuzu da hatırlatır. 

Orson Scott Card’ın Wyrms (1987) adlı bir öyküsü vardır, orada şöyle bir aktarım var, paylaşmak isterim:

Birisi şöyle soruyor: “‘Eğer insanların hepsi canavarsa, neden onlar için her şeyi feda edeyim?’”  

Diğeri cevap veriyor: “‘Çünkü onlar güzel canavarlar.’ ‘Ve bir barış ve umut ağı içinde yaşadıklarında, dünyaya güvendiklerinde ve en derin açlıkları giderildiğinde, o sistemin, o hassas ağın içinde bir neşe belirir. İşte biz bunun için yaşıyoruz, canavarları birbirine bağlamak, korkularını öldürmek ve güzelliklerini doğurabilmelerini sağlamak için.”

Herkes ne için yaşamak istediğini iyi tartmalı, barış için mi, savaşı ve acıları daha da yaymak için mi?

Başka deyişle bu medeniyette her şey kötümser bakış açısına uygun olarak “kötü” olsaydı, ben ona kötümser bakamazdım, kötümser bakabiliyorum, çünkü iyimser bakma olasılığım da var. İyi örneklerin olduğunu bildiğim için, kötü örnekler karşısında umutsuzluğa kapılırım veya kötümser olurum. Bana kötümser olmayı, insanlık medeniyetindeki belki iyimser bakmamı sağlayacak olan iyi örnekler öğretmiştir. Onların yokluğundan duyduğum üzüntü, onların varlığının kanıtıdır. Dolayısıyla kötümserlik ile iyimserlik, umutsuzluk ile umut birlikte harmanlanmıştır. 

Salt umut veya salt umutsuzluk diye bir şey olmaz. 

Ben çelişkili bir varlığım, arada zihnen savrulabilirim, çünkü insanım. 

Bir Romalı gibi söylersek umutsuzum ve umutluyum, şair Catullus’un “odi et amo”su böyle bir şeydi. “Nefret ediyorum ve seviyorum” diyordu sevdiği kadın Lesbia için, ben de aynı çelişkiyi dünyaya ilişkin umutlu ve umutsuz olma konusunda yaşıyorum.

Roma’nın dünya egemenliği miti de umutsuzluk ile umudun iç içe girdiği bir anlatıya sahiptir.

Bu anlatının merkezinde Romalı şair Vergilius’un Aeneis destanı bulunuyor.

Aeneis destanı, Troyalı Aeneas’ın öyküsünü anlatır. 

Aeneas, Homeros’un Ilias ve Odysseia destanlarında anlattığı Troya Savaşı’ndaki Troya hanedanına mensup olan genç prenslerden biridir. Tahta atın içeri sokulmasından sonra Troya yenilir. Homeros geride kalan Troyalılara ne olduğunu etraflıca anlatmaz, sadece işgalci Greklere esir düşen Troyalı kadınlardan söz eder. Antik Yunan literatürü de Troyalılara ne olduğuyla çok ilgilenmez. Troyalıları yeniden edebiyatın gündemine getirenler Romalılardır.

Romalılar da Troya’yı kendi soylarının kökeninde bulunan yer olarak kabul etmişlerdir.

Başka deyişle, Roma Troya’dan gelir.

Yanan Troya’dan çıkan Aeneas İtalya’ya gelir ve Romalıların buradaki soyunu başlatır.

Bu bir köken anlatısıdır.

Bu anlatının en güzel dile geldiği yer Vergilius’un Aeneis destanıdır.

Bu konuşmada beni ilgilendiren önemli bir başlangıç noktası vardır. Aeneas ve arkadaşları gemilerle Troya’dan çıkarlar, gemilerin bir bölümü batar, yoldaşlar ölür, gemilerin bazıları ise karaya çıkar ve yoldaşlar sağ kalır.

Peki, şu soru akla gelir: Ülkeniz yıkıldıktan sonra, gemilere atlayıp güvenli bir yere gidiyorsunuz. O güvenli yer neresidir? Güvenli olduğunu bildiğiniz bir yer olmalıdır. Aeneas ve diğer Troyalılar bir tanrısal kehanet üzerine, adeta kendilerine vaat edilen topraklara gitmek için yola çıkmışlardır. İsrailoğullarına vadedilen topraklar gibi, tanıdık geliyor mu? 

Şöyle bir sahne var, Aeneis’in birinci kitabının ortalarında: Aeneas ve yoldaşları bir şekilde karaya çıktılar ama orası daha önce hiç bilmedikleri bir yer, orası Afrika kıyılarında bulunan Libya’dır ve orada daha sonra Roma’ nın başdüşmanı olacak olan Kartaca kenti kurulmaktadır.

Yol bilmez, iz bilmezler, ne yapacaklarından haberleri yoktur. Batan gemilerden, kaç yoldaşlarını kaybettiklerinden habersizlerdir. Tam bir yıkım üstüne yıkım. Bu noktada Aeneas’ın annesi tanrıça Venus (mitolojide böyle şeyler oluyor, insanın annesi tanrıça!), aşk tanrıçası Venus, baştanrı Iuppiter’e giderek yakarır ve oğlu Aeneas ile ondan doğacak olan Romalı nesillerin hakkını arar. Bu yakarışta Roma’nın sonraki yüzyıllardaki dünya egemenliğinin aslında baştanrı Iuppiter’in emri ve vaadiyle gerçekleştiğinin göstergeleri vardır.

Burada Venus’un sözlerinde dikkat çeken unsurları beraber inceleyelim.

“Sen, insanların ve tanrıların alemini,

ebedî buyruklarınla yönetir ve yıldırımınla korkutursun,230

nasıl büyük bir günah işledi Aeneas’ım sana,

ne gelir Troyalıların elinden? Bu kadar çok cenazeye katlandıktan sonra

demek kapanıyor tüm dünya onların yüzüne, İtalya yüzünden!”

Eğer Aeneas ve yoldaşları, İtalya’ya varamazsa, böyle Libya gibi kara parçalarında ve denizde oyalanırsa, o zaman dünya onların yüzüne kapanmış olur. Burada umut ve umutsuzluk iç içedir. Hedef Troyalıların İtalya’ya varması ve dünyaya egemen olmaya başlamasıyken, birden tüm dünyanın onların yüzüne kapanır.

Metinde “terrarum clauditur orbis” ifadesi, “yeryüzü küresi” anlamındadır ve daha sonra Romalıların egemenlik alanının tamamını ifade eder, yani Romalılar tüm yeryüzüne egemen olacaklardır. 

Nitekim, sonraki dizelerde yani 1.234-237’da şöyle denir:

Kesinlikle, denizlere ve tüm topraklara egemen olabilmek için,

yıllar geçtikten sonra bir gün Romalıların oradan çıkacağının,

oradan, Teucer’in yenilenen kanından önderler olarak doğacaklarının236

sözünü vermiştin; baba, hangi düşünce döndürdü seni sözünden?

“qui mare, qui terras omnis dicione tenerent” 

“denize ve tüm topraklara egemen olabilmeleri için”

Burada tanrıça Venus oğlu için kaygılanan bir annedir. Aynı zamanda, Edward Gutting’in dediği gibi, oğlu için duyduğu kaygı, yüksek riskli politik bir oyuna dönüşür. Hem oğlunu hem de onun ardından gelecek olan soyu, yani onun mirasını, onun hanedanını ve emperyal etkilerini korumayı amaçlar. Böylece kendi soyundan gelen, yani doğrudan kendi evladının dünya egemenliğine giden yoldaki misyonu için baştanrı Iuppiter’e adeta bir lobi yapar.[1] Elbette bunun bir de kendisi için de bir tanrıça olarak bir anlamı olsa gerek, çünkü tanrılar ve tanrıçalar aleminde de bir rekabet var. Kartacalıların sevdiği ve Kartacalıları seven bir tanrıça olarak Iuno’ya karşı, Venus oğlu Aeneas’ın üzerinden Troyalılara bağlı olan bir tanrıçadır. Dolayısıyla, Romalıların içinden çıkacağı Troyaƒlılar adeta tarihten ve diğer tanrısal figürlerden intikam alırcasına geri dönecek ve dünya egemenliğine kavuşacaktır, bu aynı zamanda Venus’un de yüceltilmesi demektir.

Vergilius burada zekice bir şekilde Romalıların dünya egemenliğini hem tanrıça Venus’a bağlar hem de Iuppiter’in aynı minvaldeki vaadinden söz etmiş olur. 

Bu arada İtalya’da 1939 tarihli bir pulda da bu “qui mare, qui terras” diye devam eden dizenin yazılı olduğunu görürüz. 1930 ve 40’ların pullarında Latince ama özellikle de Vergilius’un Aeneis destanından dizeler bolca karşımıza çıkar. Ekranda da görüyorsunuz. 

Pullarda ve genel olarak kültür unsurlarında klasiklerin propaganda amaçlı kullanımıyla ilgili Edward F. D’Arms’ın “The Classics as Propaganda in Modern Italy” başlıklı bir makalesi var, 1939’da yayınlanmış ama döneme dair iyi bilgi veriyor.

Yeniden Vergilius’un Aeneis destanına dönersek:

Kaldığımız yerde Romalıların İtalya’da ortaya çıkacağı, Teucer’in yenilenen kanından önderler olarak doğacakları söyleniyor. Teucer Nehir Tanrısı Scamander ile Nympha Idaea’nın oğludur (Yunancası Τεῦκρος, Teukros) ve Troya’nın ilk kralıdır.

Bir kere daha Troya ile Roma arasında tarihsel ve politik bir illiyet kurulur. Troya’nın eski kralının kanı Romalıların damarlarında dünya egemenliği için yenilenir. Romalılar her zaman Troyalı kanından geliyor olmakla övünürlerdi.[2]Hatta Suetonius ile Damascus’lu Nicolaus’un söylediğine göre, Julius Caesar’ın yönetim merkezini Roma’dan Troya’ya taşıyacağı dedikodusu da vardır. (Bkz. Suet. Iul. 79.3 ve Nic. Dam. 20) Ve Troya’yı diğer kentlerden farklı, bağımsız bir statüye, civitas libera et immunis (özgür ve bağlı olmayan kent) statüsüne kavuşturmuştur.[3] Ayrıca Aeneis 1.286’da “o güzel kökenden Troyalı Caesar doğacak” denir, burada Julius Caesar’ın mı, yoksa Principatus rejiminin kurucus Octavianus Caesar Augustus’un mu kastedildiği belli değildir. Ama bilinen o ki Troyalı kanı ve kökeni sayesinde Romalılar “ductores” yani “önderler” olacaktır, hem de dünyanın “önderler”i.

Burada dikkat çeken unsurlardan biri de, genitor olarak ifade edilen babanın Troyalılara gelecekteki egemenlik için söz verdiğinin söylenmiş olmasıdır.

Bu satırlarda tanrıya hesap sorma vardır. 

Bu hesap sorma hali metnin devamında da sürer.

Özellikle de 1.253’teki “sadakatin onur nişanı” ve “asa” sözcüklerine dikkat çekmek istiyorum.

“Sadakatin onur nişanı” ifadesindeki pietas sözcüğü hem “sadakat” hem de “dindarlık” anlamındadır. Zaten dindarlık, ilahi ilke ve nizam üzerine kurulu olan var oluşun temel unsurlarına ve onlara hürmet etmeye yönelik bir tavırdır ve dindarlık sadece ibadetle açıklanamaz, aynı zamanda güçlü bir bağlılığı yani sadakati gerektirir. Güçlü bağlılık veya sadakat da sorumluluk almayı ve sorumluluklarını bilmeyi gerektirir.

İşte Aeneas bu yüzden bu şiir boyunda “pius Aeneas” olarak anılır, yani “sadık veya dindar Aeneas”. Çünkü Aeneas yanan Troya’dan çıkarken babasını omzuna alıp, oğlunu ve eşini yanında götürerek kurtarmak istemiştir. Ne yazık ki, eşi arkada alevlerin arasında kalmıştır. Ancak babasını ve oğlunu, Troya’nın ocak tanrılarını ve diğer bazı Troyalı yoldaşları peşinden götürerek kurtarmıştır.

Burada sadakat olarak çevirdiğim pietas, sadece dindarlık değildir, yani burada sadece tanrılara sadakat yoktur. Aynı zamanda baba ve oğul nezdinde aileye, yoldaşlar nezdinde bağlı bulunduğu topluma ve ocak tanrıları nezdinde yerel tanrılara bağlılık vardır.

Latincede sceptrum veya burada olduğu gibi çoğul olarak sceptra şeklinde yazılan “asa” ise elbette “kralın asası”dır ve egemenliği simgeler. Bu, Aeneas’ın İtalya’da vadedilen krallığa veya onun aracılığıyla Romalıların dünya egemenliğine erişmesi kastedilir. Annesi tanrıça Venus’un kaygısı, oğlunun veya Romalıların bu asaya kavuşamayacak olmasıdır.

Baştanrı Iuppiter ise Venus’un kendisine bu yakarışına cevap olarak ilkin şöyle der:

“Kurtul şu korkudan Cytheralı, senin hatırına
değişmeden duruyor seninkilerinin kaderi; göreceksin vaat edilen Lavinium kentini de,”

Bu Lavinium kenti, Aeneas’ın İtalya’da Lavinia isimli bir kadın için kurduğu bir kent.


“surlarını da; yücelteceksin gökteki yıldızlara kadar
soylu Aeneas’ı; hiçbir düşünce döndürmedi beni sözümden.”

Soylu Aeneas’ın (magnanimus Aeneas) “gökteki yıldızlara kadar” (ad sidera caeli) yüceltilmesi ne demek? Vergilius’un şiirinde “ad sidera” yıldızlara kadar, “ad Solem” Güneş’e kadar gibi ifadeleri sık görüyoruz. Gündüz konuşuluyorsa ve dua ediliyorsa, “Güneş’e kadar”, gece dua ediliyorsa “yıldızlara kadar” denir.[4] Biz de çocuklara sorarız ya “anneni, babanı ne kadar seviyorsun?” Çocuk da “dağlar kadar” der ya, onun gibi bir abartma bu. Aynı zamanda, bir insanı yıldızlara kadar yüceltmek, tanrılaştırmanın kibarcasıdır.

“(Madem fazlasıyla kemiriyor yüreğini bütün bunlar, açacağım içimi sana,
uzaktan evirip çevirerek harekete geçireceğim kaderin sırlarını.)
Büyük bir savaş verecek Aeneas İtalya’da ve yenecek vahşi halkları,
adetler oluşturacak o insanlar için ve surlar,
üç yaz görecek Latium’da hüküm sürerken onu, 265
üç kış geçecek Rutuli halkı boyunduruk altına alındıktan sonra.”

“Ancak şimdi Iulus ön adının da verildiği oğlu Ascanius
(Ilus vardı, dimdik ayaktayken Ilium krallığı)
ayların ayları kovaladığı otuz büyük döngü boyunca
sürdürecek hükmünü ve alacak krallığını Lavinium’un tahtından, 270
güçlü bir şekilde kurup tahkim edecek Alba Longa’yı.
Tam üç yüzyıl hükmedilecek buraya
Hector’un soyu tarafından; rahibe prenses,
Mars’tan gebe kalıp da ikiz oğlan doğuruncaya dek o Ilia!
Sonra sütanası olan dişi kurdun boz derisiyle275
mutlu Romulus devralacak soyu ve inşa edecek Mars’ın surlarını,
kendi adından hareketle “Romalılar” diyecek halkına.
Ben ne bir sınır belirliyorum varlıklarına ne de bir zaman süresi:”

“Ebedî bir egemenlik verdim! Haşin Iuno da, korkudan ötürü
şimdi denizleri, karaları ve göğü bezdirirken 280
o vakit iyi niyet besleyecek artık, destekleyecek benimle birlikte
dünyanın efendisi olan Romalıları, toga giymiş o soyu!
Budur arzum. Bir dönem gelecek, yüzyıllar geçip gittikten sonra,
Assaracus’un yurdu ünlü Mycenae’ı, Phthia’yı
boyunduruğuna alıp ezecek ve hükmedecek yenilen Argoslulara.” 285

“Troyalı Caesar doğacak bu şanlı kökenden;
hükmünü okyanusa, şöhretini ulaştıracak göklere
büyük Iulus’tan gelmiş olan o Iulius adı.
Sen de bir gün onu Doğu’nun ganimetleriyle yüklenmiş halde
alacaksın göğe güvenle; çağrılacak o da dualarla. 290
Savaşlar bitince yumuşayacak fırtınalı çağlar da beraberinde;
beyaz Saçlı İnanç ile Vesta, yasalar koyacak Remus da biraderi Quirinus’la,
bir demir ve sıkı zincirlerle
kapanacak Savaş’ın korkunç kapıları; imansız Öfke içeride
otururken acımasız silahların üzerinde bağlanmış olarak 295
arkadan yüz tunç düğümle, ağzındaki kanla inleyecek vahşice.”

William George De Burgh’un The Legacy of the Ancient World adlı ünlü eserinde şöyle denir:

“Kartaca ile yapılan savaş Ennius’a, Galya’nın fethi Caesar’a nasıl bir tema sağladıysa, uygar dünyanın Augustus’un yönetimi altında toparlanması da Augustus çağı yazarlarına ilham kaynağı olmuştur. Şiir ve düzyazının hemen her alanında üretken olan bu çağ, adından da anlaşılacağı üzere, imparatorun ve devlet bakanlarının doğrudan edebi himayesinin olduğu bir çağdı. Fransız ve İngiliz edebiyatında Louis XIV ya da Anna dönemleri gibi dönemlerden hala yüzeysel bir şekilde ‘Augustus’ dönemi olarak bahsediyoruz. Augustus’un teveccühü özgür ve cömertti ve şüphesiz edebiyatçıları imparatorluğu ve hükümdarını yüceltmeye teşvik etti. Ancak asıl ilham kaynağı imparatorluğun kendisiydi – tüm medeni insanlığı kucaklayan ve iç savaşların kargaşa ve kargaşasını sonsuza dek kapatmış gibi görünen hukuk ve barışın altın çağı. Bu başarı duygusuyla dolu olan Livius, Roma’nın tarihini efsanevi başlangıcından Augustus’un yapıyı taçlandırmasına kadar derlemiştir; eski cumhuriyetçi Horatius bile Sabine çiftliğinin sakin zevklerinden imparatorun çalışmalarını ve vatanseverlik görevini asil bir grup kasidede yüceltmek için dönmüştür. Ancak Roma’nın ihtişamının ve görkeminin en yüce simgesi olarak sonsuza dek ayakta kalacak olan şiir Vergilius’un Aeneis’idir. Neredeyse her dizesi, imparatorluk kentinin ilahi kaderi duygusundan esinlenir; nunc maxima rerum, ‘şimdi dünyanın en büyüğü yani egemeni’.”

Bu mitolojik bakış açısı tarihsel deneyimle de desteklenir.

Özetle Roma’nın dünya egemenliği miti, tersten yazılmış bir mittir. Yani Roma geleneksel kuruluş tarihi olan MÖ 753’te bir dünya egemenliği mitine sahip değildi, daha sonra bilinen dünya coğrafyasının büyük bir bölümüne hakim olunca böyle bir miti oluşturmaya başladılar. Aeneis destanının, Res publica gömleğinin Roma’ya dar gelmeye ve imparatorluk giysisini giymeye başladığı dönem de ortaya çıkması şaşırtıcı değildir.

Tarihin gerçek sahnesinde ise durum bu mitin içerdiği umut ve umutsuzluğu beraberinde taşır.

Roma İmparatorluğu ve “Roma Barışı” anlamındaki Pax Romana, tarihsel bir dönemde hem politik bir umut hem de politik bir umutsuzluk kaynağı olmuştur. İmparatorluğun genişlemesi ve Pax Romana’nın başlamasıyla birlikte, Akdeniz havzasında uzun bir süre boyunca barış ve istikrar hakimdi. Bu, ticaretin artmasına, kültürler arası etkileşimin gelişmesine ve genel refahın yükselmesine katkı sağladı. Aynı zamanda, Roma hukuku ve yönetim sistemi, birçok topluluğun bir arada yaşamasını sağlayan etkili bir çerçeve oluşturdu.

Ancak, bu dönemin politik umudu, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ve Pax Romana’nın sona ermesiyle birlikte yerini umutsuzluğa bıraktı. İçsel bölünmeler, ekonomik sorunlar ve askeri zorluklar, imparatorluğun zayıflamasına ve nihayetinde çöküşüne yol açtı. Bu süreç, birçok topluluğun güvensizlik ve belirsizlik içinde yaşamasına neden oldu. Roma’nın yıkılışı, o dönemdeki politik düzenin sürdürülebilirliği konusunda duyulan umutsuzluğu pekiştirdi.

Dolayısıyla, Roma İmparatorluğu ve Pax Romana, tarih boyunca politik bir deneyim olarak hem umudu hem de umutsuzluğu simgeliyor. Bu dönemdeki barış ve refah, politik bir umut kaynağı olurken, çöküş ve sonrasındaki belirsizlik, politik bir umutsuzluğun habercisi oldu. İmparatorluğun mirası, hem başarıların hem de zorlukların birleşimi olarak, politik tarih boyunca karmaşık bir değerlendirmeyi hak ediyor.

T. R. Glover’ın The Ancient World kitabında şöyle bir cümlesi vardır: “Dünya Roma’nın egemenliğini kabul etti, başka çaresi yoktu. Çünkü onda barış vardı, huzur vardı, vs.” 

Roma’da barış vardı ama aynı zamanda o bir baştı. Nasıl bir baştı? Tersten bakalım: Roma’nın 410 yılında Vizigot I. Alaric tarafından yağmalanmasını düşünelim. Olay çok uzaklardaki Filistin’deki Aziz Hieronimos tarafından dehşetle karşılanmıştır. Bu Hıristiyan aziz büyük bir üzüntüyle şöyle yazar: 

“O gün ve öylesine sersemlemiş ve dehşete düşmüştüm ki, Roma halkının iyiliğinden başka hiçbir şey düşünemiyordum. Sanki azizlerin tutsaklıklarını paylaşıyordum ve daha kesin ha­ berler alıncaya kadar ağzımı açamadım. Bütün o bekleyiş içinde yürek sıkıntısı çekerek ve başkalarının mutsuzluğuyla kıvranarak, umut ve umutsuzluk arasında gidip geldim. Fakat, ne zaman ki tüm dünyanın o parlak ışığının söndürüldüğünü, daha doğrusu Roma İmparatorluğu’nun başının kesildiğini ve tüm evrenin tek bir kentin varlığında yok olduğunu duydum, o zaman gerçekten ‘dilim tutuldu, kendimi aciz hissetim, ağzımdan anlamlı bir şey çıkmaz oldu.”

Hıristiyan veya Katolik teolojisinin “sapkın” düşünürü Pelagius ise Roma’nın yağmalanmasını şöyle anlatır:

“Daha yeni oldu, siz kendiniz de duydunuz. O dünya kraliçesi Roma Gotların bangır bangır borularını öttürmeleriyle, ulumalarıyla titredi ve korkuyla ezildi… Herkes birbirine sokulmuş korkudan titriyordu. Herkes felaketten nasibini aldı. Her şeyin içine işleyen yılgınlığın esiri olduk, köleler ve soylular birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Hepimizin karşısına aynı ölüm hayaleti dikilmişti.”[5]

Yeniden antik Roma’ya dönmek istiyorum. Bugün burada bir felsefe topluluğunun davetlisi olarak bulunuyorum, dolayısıyla biraz Hegel’den bahsedelim.

Biraz Hegel’in Roma tarihi perspektifine göz atalım. Belki bugüne de bir pencere açmış oluruz.

Hegel’in Tarih Felsefesi Üzerine Dersler’inin Roma’yla ilgili kısmının başında Napolyon’un Goethe ile tragedyanın doğası üzerine yaptığı bir konuşmadan söz eder. Napolyon’a göre, tragedyanın modern evresi antik evresinden farklıdır, modern tragedya, antik tragedyadan farklıdır. Çünkü eski tragedyada insanların mutlak olarak tabi olduğu bir Yazgı veya Kader vardır, oysa modern tragedyada kaderin yerini politika almıştır. Napolyon bunu şöyle dile getirir: La politique est la fatalite (La politik e la fataliti) yani “Politika kaderdir.”

Peki, politikanın kaderin yerine geçmesi Roma bağlamında ne anlama geliyor? Politikanın temsili olan Roma’nın devleti “bireyselliğin boyun eğmek zorunda olduğu koşulların karşı konulmaz gücü”nü temsil eder. Roma’nın dünya egemenliği söylemi ve pratiğini de aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Roma’nın egemen olduğu topraklardaki tikel ve tekil kültür unsurları, farklı halklar her zaman siyasal, ekonomik ve askeri açıdan Roma’ya tabi olmakla birlikte özsel varlıklarını sürdürmüştür, boyun eğmek zorunda oldukları koşullar, Roma’yı efendi, onları ise tabi kılmıştır. 

Ancak Hegel’in ve birçok tarihçinin tespit ettiği gibi, Kartaca’nın yıkılmasından sonra Romalıların terra cognita’da büyük bir düşmandan yoksun kalmaları, mutlak bir güvenlik duygusunun yanı sıra vatanseverlik tatminini doruğa ulaştırmıştır. Bu durum, Hegel’e göre Roma’nın egemen olduğu yerlerde “bireyleri” doğurmuştur. Hegel “Roma ilkesi böylece kendini egemenliğin ve gücün soğuk soyutlaması olarak, başkalarına karşı iradenin saf bencilliği olarak, hiçbir ahlaki kararlılık unsuru içermeyen, ancak sadece bireysel çıkarlar şeklinde somut bir biçimde ortaya çıkar” der. “Eyaletlerin sayısındaki artış, Roma’nın kendi içindeki bireylerin yücelmesine ve bundan doğan yozlaşmaya yol açtı. Asya’dan Roma’ya lüks ve sefahat getirildi. Zenginlikler, savaş ganimetleri olarak akıyordu; çalışmanın ve dürüst faaliyetin meyvesi değildi; aynı şekilde denizcilik de ticaretin gerekliliklerinden değil, savaşçı bir amaçla ortaya çıkmıştı. Kaynaklarını yağmadan alan Roma devleti, ganimeti paylaşma kavgaları yüzünden parçalanmaya başladı.” Hegel böyle diyor.

Bu durum Res publica yani cumhuriyet rejiminin sona ermesine neden oldu.

Hegel’e göre, İmparatorluk döneminde Romalılar, dünyevi-tarihsel bir ulus olarak kendilerinden sonra gelecek olan insanlarla temasa geçerler. Hegel bu dönemi dünyevi ve ruhani olmak üzere iki temel açıdan ele almak zorundayız, diyor: Dünyevi açıdan iki önemli aşama özellikle dikkate alınmalıdır: Birincisi, Hükümdarın konumu ve ikincisi, salt bireylerin kişilere dönüşmesi – gündelik yasal ilişkiler dünyası.

Roma’nın “Roma Barışı” yani pax romana tamlamasıyla dile gelen dünya egemenliği döneminde “Yaşayan siyasi beden – onu ruh olarak canlandıran o Roma duygusu – şimdi cansız bir Özel Hak’ın yalnızlığına indirgenmiştir.” Romalı, vatansever veya erdemli olması gereken “ideal Romalı” değildir artık, hukuken bağlı bulunduğu bir dünya devletinin kimileyin şahsi kimileyin bencil ferdidir. Belki de hep öyleydi ama ona Romalılığın üstün vasıflarını hatırlatan Cato ve Cicero gibi figürler çok geride kalmıştı, bu tür siyasal rehberlere ihtiyaç duymadığını düşünüyordu.

Hegel bu dönemin Romalısı için şu örneği veriyor: Fiziksel beden çözülmeye uğradığında, her noktanın kendine ait bir yaşam kazanması, ancak bunun sadece solucanların sefil yaşamı olması gibi; siyasi organizma da burada atomlara, yani özel kişilere ayrılmıştır. Bu çağda Roma yaşamı böyledir: bir yanda Kader ve egemenliğin soyut evrenselliği; diğer yanda bireysel soyutlama ve soyutlanma. 

Benim Hegel’in buradaki tespitinden anladığım, bireylerin, Roma’nın dünya egemenliğinin soyut evrenselliğine dahil olamadıklarıdır. Siyasal yapının içindeler ama zihnen onunla bütünleşik değiller. Aslına bakarsanız, Hegel’in perspektifine göre imparator bile Roma’nın bu dünya egemenliğine bütünleşik değildir. Aynı yerde şöyle diyor: 

“İmparator sadece hükmediyordu ama yönettiği söylenemezdi; çünkü hükümdar ile tebaa arasında adil ve ahlaki bir araç eksikti.” 

Merkezi otoritenin zayıflaması ile meşruiyetini ve tebaası üzerinde söylem üstünlüğünü yitirmesi arasında bir ilişki olması şaşırtıcı değil. Ancak, MS 2. yüzyılda bile “Caesar neredeyse, Roma orada” deniyor olması, Roma’nın imparatorluğun merkezi olma hüviyetini kaybettiğini göstermektedir. İlginçtir, “Caesar neredeyse, Rom oradadır” sözü Caesar’ı yüceltmez, aksine onun imparator olarak değerini düşürür, çünkü Caesar’ı Caesar yapan bir imparator olarak Roma’ya hakimiyetidir, Roma’yı beraberinde götürmesi, bir Romasızlık sendromudur. Roma yitirilince, Roma’nın başındaki Caesar’ın da bir önemi kalmaz.

Bu yüzden, Hegel’e göre, bu dönemdeki “Romalıların zihinlerinde sürekli olarak var olan şey ülkeleri ya da onun sağladığı ahlaki birlik değildi: tüm durum onları kendilerini kadere teslim etmeye ve yaşama karşı mükemmel bir kayıtsızlık için çabalamaya itiyordu – ya düşünce özgürlüğünde ya da doğrudan duyusal zevkte aradıkları bir kayıtsızlık. Böylece insan ya varoluşla savaş halindeydi ya da tamamen salt duyusal varoluşa teslim olmuştu. Ya kaderini İmparatorun lütfuyla ya da şiddet, vasiyet hileleri ve kurnazlık yoluyla zevk araçlarını elde etme görevinde görüyordu; ya da hala sağlam ve bağımsız bir şey sağlayabilen tek şey olan felsefede huzur arıyordu. Bu dönemin felsefe ekollerini hatırlayalım: Epikourosçuluk, Kuşkuculuk ve Stoacılık.

Hegel’in bizi Roma’nın egemenliğinden getirdiği yer yine bu üç felsefe ekolüdür. Bu ekoller, Hegel’e göre, birbirlerine karşıt olsalar da, aynı ortak amaca sahiplerdi, yani ruhu gerçek dünyanın sunduğu her şeye kesinlikle kayıtsız kılmak. Aslında insanın politik sistemin içinde var olmasına rağmen politik bir varlık olmasını engelleyen bir kayıtsızlıktır.

Burada da merkezi yönetime ve dolaylı olarak onun küresel politikalarına adanmış vatandaş tipinden, kendi içine dönmüş ve bireyselleşmiş insan tipine dönüş vardır. Roma İmparatorluğu’nun tüm din ve geleneğiyle vatandaşlarına veremediği huzuru felsefe faaliyetinin vermesi sonraki çağlardaki bireyselleşmenin önünü açması açısından umut verici bir gelişmedir ama muhafazakar Romalılar böyle düşünmüyorlardı, Yaşlı Cato gibi, Yunan tipi bireyselleşmeyi bir dekadans yani bozulma olarak görüyorlardı. Onlar için bozulma anlamını taşıyan bu gelişme, bugün bizler için hala bir kişisel umudumuzu diri tutan felsefe ekollerinin, özellikle de Epikourosçu ve Stoacı felsefenin içsel huzur ve gücü diri tutmaya çalışan öğretileri yaratmıştır.

Benzer bir durumu Roma’dan sonraki Ortaçağ deneyiminde de görürüz.

Roma’dan sonra, Ortaçağ’ın büyük bir bölümünde Kutsal Roma İmparatorluğu’nun da bir evrensellik iddiası vardı ve bu iddia da antik Roma miti gibi umudu ve umutsuzluğu birlikte barındırıyordu. Kutsal Roma imparatorluğu, tüm Avrupa’da  merkezi ve evrensel bir kontrol düzeyine ulaşamadı. Bir neden, bu derece geniş toprakları birbirine bağlamayı zorlaştıran bir unsur olarak, yeterli ulaşım ve iletişim sistemlerinin yokluğuydu. Fakat en önemli neden, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun, kilisenin yönetimi ile hükümetin yönetimini birbirinden ayırması idi. Bir firavun veya Caesar’ın aksine, Kutsal Roma imparatoru, onlara atfedilen ilahi niteliklere sahip bir imparator olarak görülmezdi. Batı Avrupa dışında her yerde, hatta 

Doğu Kilisesi tarafından yönetilen bölgelerde bile, din ve hükümet, her birine yapılacak önemli atamaların, merkezi hükümetin elinde olması sayesinde birleştirilmişti; dini yetkililer, Batı Hıristiyanlığının bir hak olarak talep ettiği özerk statüyü kurmak için ne gerekli araçlara, ne de otoriteye sahipti. Batı Avrupa’da, papa ile imparator arasındaki olası ve zaman zaman da fiili anlaşmazlık, modern demokrasinin temeli olan anayasacılık ve kuvvetler ayrılığı prensibi için gerekli şartları yarattı. Yani Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dünya egemenliği söylemi başarısızlıkla sonuçlanırken, bu başarısızlık bugün bizim için önemli olan anayasacılık ve kuvvetler ayrılığı fikirlerinin doğmasını sağladı. Bir şerden hayır doğdu. Umutsuzluğun doğurduğu umuttur bu.


[1] Edward Gutting, “Venus’ Maternity and Divinity in the Aeneid,” Materiali e discussioni per l’analisi dei testi classici , 2009, No. 61, Callida Musa:  Papers on Latin Literature: In Honor of R. Elaine Fantham (2009), 41-42. [41-55]

[2] Monroe E. Deutsch, “A Prophecy of Caesar’s Murder,” Classical Philology, Apr., 1922, Vol. 17, No. 2 (Apr., 1922), 123 [119-127].

[3] Deutsch, A.e., 124.

[4] Froma I. Zeitlin, “An Analysis of Aeneid, XII, 176-211. The Differences between the Oaths of Aeneas and

Latinus,” The American Journal of Philology, 86.4 (1965): 343. [337-362]

[5] Bu iki alıntıyı şuradan aldım: Michael Grant, Roma’dan Bizans’a. Çev. Z. Zühre İlkgelen. Homer Kitabevi, 2000: 8-9

Yorum bırakın