Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

C. Ransmayr’dan Modern Bir "Ovidius Sürgünü" Yorumu


Ünlü birinin gözden düşüşünde hep olduğu gibi, Naso’nun düşüşü de Roma toplumunu karıştırmasa bile dalgalandırmıştı; bu yıkılışın sonuçları, durgun suyun üzerinde tek merkezden yayılan halkalar gibi, sürgünün yittiği uzaklıklara kadar ulaştı: yanan elyazmalarının külleri henüz Piazza del Moro’daki evin pencerelerinden dışarı uçuşurken, Naso’nun düşmanları ve çekemeyenleri bu felaketten hemen yararlanmaya başlamış, sonra da uzun süre gizledikleri nefretlerini açığa vurarak itibar kazanmaya çalışmışlardı. Sonra, ikinci halkada, kütüphaneler kayıt listelerinde, akademiler öğretilerinde ve kitapçılar vitrinlerinde temizlik harekatını başlatmışlardı…

Naso’nun düşüşüyle oluşan dalgalar, halkaların büyümesiyle, fizik yasaları gereği yassılaşıp sonunda kıyılara, toplumun kenarlarına vararak hoşnutsuzlara, yasadışı muhalefete ve Augustus’un başkentinden zorla değil de kendi istekleriyle ayrılmak isteyen ve uzun zaman önce ayrılmış olan herkese ulaşmıştı. Dalgalar önce bu kıyıda kırılarak gerisin geriye iktidarın merkezine doğru yuvarlanmaya başlamıştı: bir sabah, herkes adliye binasının duvarlarına yazılmış küfürleri, forumda üst üste yığılmış bayrak gönderlerinin ve sancakların en tepesinde ise boynunda İmparator’un egemenlik işareti olan bir gergedan resmi taşıyan korkuluğun alevler içinde yandığını gördü.

Sürgünün ne ılımlı muhalefetle, ne devlet kaçaklarıyla, ne de Roma yeraltı mezarlarının labirentlerinde yaşayan köktenci gruplarla ilişkisi olmasına karşın, ütopyanın savunulması söz konusu olduğunda, hareketin propaganda broşürlerinde bazen şiirleri çıkardı:

İlk insanoğlu
Ne yasa tanırdı ne de intikam
Askerlere gereksinmeden
yaşayıp giderdi halklar
gamsız ve tatlı bir dinginlik içinde.

Gerçi yükselişi, popülerliği ve serveti yüzünden muhalefet çevreleri Naso’ya hep kuşkuyla bakmışlardı; hatta Torino’da göz yaşartıcı bombalarla dağıtılan bir gösteride, göstericiler tarafından bütün zamanların adamı olarak ilan edilmiş, aşağılanarak alaya alınmıştı; oysa kitapları, tıpkı uzunSon Dünya - Christoph Ransmayr zaman aristokrasinin vitrinlerinde olduğu gibi, devlet kaçaklarının yelken bezinden yapılma torbaları ve deri çuvallarında da özenle saklanıyordu.

Şair ancak Karadeniz’e sürüldükten sonra muhalefetin bütün kanatları tarafından öyle ilgi çekmiş, afişlerde ve broşürlerde adı öyle çok anılmış ve alıntılanmıştı ki, resmi kurumlar onun Roma’dan uzak olmasının çok da etkili olmadığını görmek zorunda kalmışlardı: Yazgısının gücüyle forumu kundaklatmayı ve adliye sarayının mermerlerini sövgülerle doldurtmayı beceren Naso, saygıyla, Karadeniz’deki kayalıkların doruğuna taşınmıştı adeta. Hatta dağıtılmadan hemen önce toplatılan ve hâlâ ispirto kokan, teksir makinesinde çoğaltılmış bir yazıda, sürgün, İmparator’un mutlak iktidarı karşısında direnişin kahramanı, özgürlüğün ve halk egemenliğinin şairi olarak kutsanmıştı…

Gelgelelim, bu yeni kitlenin şaire duyduğu hayranlık, ne yeraltı mezarlarında ne de devlet düşmanlarının başka sığınaklarında onun affı ya da daha uygun bir yere gönderilmesi için mücadele etmenin nedeni olabiliyordu: aslına bakılırsa, diktanın sert duvarlarına çarpan tanınmış bir kurban, direnişin amaçları açısından, affa uğramış, daha da kötüsü, mutlu bir adamdan çok daha fazla işe yarardı; üstelik kovuşturmaya uğramış bir özgürlük şairine Tomi’nin uçurumlarının kasvetli grisi, Piazza del Moro’daki seçkin villanın görkeminden, asırlık ağaçların gölgesindeki şık bahçelerden daha çok yakışırdı. Yeraltı mezarlarında, bir şairden, kibar salonlarda boy göstermesi değil, kendini yazılarında var etmesi, mitler içinde bir mit olması bekleniyordu.

Hiç kuşkusuz, Naso’nun gidişinden sonraki yıllarda cesur dostlarının dilekçeleri ve af istekleri de İmparator’un sarayına ulaşmıştı, ama bu başvuruların hiçbiri bir daha iktidarın yüreğine, Augustus’un oturup akan zamanın koca bedeninde sanki hiçbir iz bırakmadığı gergedana gözlerini diktiği odaya yaklaşamamıştı; gergedanın sırtında taşıdığı sinekler, böcekler ve kuşlar yaşlanıp ölüyor, yerini yenileri alıyordu, ama bütün bu canlıları bir yandan besleyen, bir yandan da toz ve çamurun içinde hareket ettikçe onları öldüren bu hayvan, geçmekte olan yıllara karşın, bir taştan farksız, değişmeden kalmayı beceriyordu.

Hiç kuşkusuz, Roma’ya demir kentten de mektuplar geliyordu. Naso’nun postayla gönderdiği dilekçeler, ulakların ellerinin bıraktığı lekelerle, mevsimlerin nemi, gözyaşları ya da tuzlu su serpintilerinin neden olduğu lekelerle ve örselenmiş olarak metropole ulaşıyor ve İmparator’a doğru giden geçitlerin ya da odaların bir köşesinde, bir daha bulunmamak üzere, kayboluyordu; bu geçitlerin alacakaranlığında, şair Publius Ovidius Naso’nun davasına çoktan bitmiş, dosyası rafa kaldırılmış ve kapanmış bir dava gözüyle bakılıyordu; sürgünün yazgısı, Romalı bir kulun, dünyanın en güçlü ve en erişilmez adamı olan İmparator’un dikkatini ancak ve ancak bir kez çelebilmek için meydan okuyabileceğini, imparatorluğunun en büyük şairinin bile ikinci bir şansı olamayacağını kanıtlıyordu sanki.

Hem yeraltı mezarları hem de devlet açısından, Naso’nun var oluşu, Roma’dan sürülüşüyle birlikte, ölümle yaşam arasındaki yerini aldı, İmparator’un bir tek el hareketiyle dondurulup gözdağı abidesine dönüştürülen bir var oluş. Böylece, şair, düşmanlarının gözünde, devletin refahından başka bir şey düşünmeyen ama ünün parlaklığına gözlerini yuman Roma adalet sisteminin simgesi, taraftarlarının gözünde ise iktidarın suçsuz kurbanı olarak taşlaştı; düşmanları, Naso’yu, İmparator’un iktidarına yöneltilmiş aptalca ve nafile bir başkaldırı karşısında verilen gözdağı olarak anımsarken, taraftarları, onun yazgısını, başkaldırının haklılığı ve gerekliliğini somutlaştıran devrimci bir imge olarak yücelttiler… Naso’nun yazgısının politikanın etkisiyle nasıl çeşitli mitlere dönüştüğüne gelince, sürülüşüne ilişkin yorumlar iktidar kavgalarında propagandanın aracı olmaktan ileri gidemiyor, çeşitli gruplara çeşitli biçimlerde yarar sağlıyor, bu yüzden de bu yorumların gerçek olguyla ve gerçek yaşamla ilişkilendirilerek kanıtlanmasına gerek duyulmuyordu.

Gerek şairin karısı Kyane, Sicilya’nın büyük ailelerinden birinin kızı olmanın verdiği özgüvenini yitirmiş ve insanlardan kaçan bu güzel kadın, gerekse dostları, bütün bu propagandaların karşısında keder ve suskun bir öfke duymaktan, Naso’nun bir gün onuru geri verilmiş olarak Roma’ya döneceğini ummaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Onlara da uzun aralarla Tomi’den mektuplar geliyordu: umutsuzluğun, büyük bir yoksulluğun ve terk edilmişlik yüzünden sonsuzluğa uzanan bir aşkın belgeleri olan bu mektuplardan kimi zaman şiirler ve tamamlanmamış parçalar da çıkıyordu; mektup sahipleri, bu parçaların bir gün bir araya gelerek şairin yanıp kül olan yapıtlarının yeniden ortaya çıkacağını, sürgünün hiç değilse Başkalaşımlarına kavuşacaklarını umuyorlardı. Oysa mektuplar her yıl biraz daha azalıp yoksullaşıyordu, sonunda, içlerinde gözyaşları ve düşlerin parladığı paramparça bir dünyadan başka bir şey içermez oldular.

O zamanlar, şairin yalnızca birkaç dostu, umutsuz bir deneme yapıp dünyanın sonuna, demir kente gitmek için resmi makamlardan izin almaya çalışmıştı. Naso’yu çoktandır Roma’dan ve kendi dünyasından ayıran aşılmazlığı aşmak için girişilen bu çaba da, tıpkı öteki çabalar gibi, aynı teraneyle sonlanmıştı: pasaport ve yolculuk izni yasak, rahat ve huzur yok. Bir sürgünün artık toplum yaşamına katılmaya hakkı olamazmış. Yalnızlığının yükünü, tıpkı devlete karşı işlediği suçların sorumluluğu gibi, tek başına taşımalıymış. Daha işin başında, sürgüne yol arkadaşlığı yapabilmek için İmparator’un izin vermediği biri, şaire olan yakınlığını artık geri dönülmez biçimde unutmalıymış. Bu yasağın kalkması artık düşünülemezmiş. Romalı yurttaş Publius Ovidius Naso, işin başında başkentten yalnız başına ayrıldığı için, bundan doğacak bütün sonuçlara da katlanmalıymış… Roma’dan ayrılıp Tomi’ye gitme talepleri karşısındaki hukuksal kararlardı bunlar…

Naso, Roma’dan ayrıldığı gün sevgili Kyane’sinin kendisine eşlik etmesini, bir süre sonra çıkabilecek af umuduyla engellemişti; ayrıca, yargının büyük bir yücegönüllülük göstererek -ya da belki de bazı bilinmeyen kişilerin araya girmesiyle- haciz koymadığı evi ve servetinin karısının koruması ve yönetiminde olmasını bilmek Naso için rahatlatıcı olsa gerekti. Ama Kyane, Naso’nun sürülüşünün daha ikinci yılında, Piazza del Moro’daki villanın da ayakta kalamayacağını anlamıştı; o, Naso’nun eviydi, Naso’nun evi olarak kalmıştı ve ayakta kalması Naso’nun varlığına bağlıydı; mermer yerler onun adımlarından, beyaz duvarlar onun gölgesinden, bahçedeki fıskiyeler, zambaklar ve nilüferler onun ilgisinden bağımsız düşünülemezdi.

Her şey bozulmaya yüz tutmuştu. Şadırvanların şarıltısı duyulmaz olmuş, balıklı havuzların yüzeyini çam dikenleri ve yapraklar kaplamıştı. Resmi makamların mühürledikten sonra unuttuğu, içinde hâlâ yangından geriye kalan külleri saklayan o is içindeki balkonlu odadan sanki evin öteki odalarına da dolan ve Kyane’nin uykularını kaçırıp geceleri acı çekmesine neden olan soğuk bir hava yayılıyordu. Uykusuz geçen saatler, bekleyiş dolu haftalar ve aylar arttıkça, zaman da Naso’nun sahip olduğu cansız nesnelerin üzerinden daha hızla akıp geçiyor, onlara zarar veriyordu. Dolaplardaki zarif cam eşyalar durup dururken kırılıyor, kitaplar küfleniyor, pencerelerdeki ahşap panjurlar çürüyordu. Hizmetkârlar şimdiye kadar göstermedikleri büyük bir özen gösteriyor ama bu kokuşmaya yine de engel olamıyorlardı. İkinci yılın aralık ayında, Kyane, bu durdurulamayan çöküşten kaçıp Via Anastasio’da karanlık ve boğucu bir daireye sığınmış ve Karadeniz’e gönderdiği mektuplarında yalan söylemeye başlamıştı. Piazza del Moro’daki bahçeden ve pencereleri çoktan sürgülenmiş bir evin yaşamaya devam ettiğinden söz ettiğinde, mektup kâğıtlarını gözyaşlarından korumak zorunda kalıyordu. Oysa, terk edilen mülkün son sakini olan Habeş bahçıvan Memnon aylarca süren bekleyişten sonra Tomi’den gelen bir mektubu soluk soluğa Via Anastasio’ya getirdiğinde, Kyane bu mektupta ne Piazza del Moro ne de Roma’yla ilgili herhangi bir soruya rastlamıştı.

Belki de Naso evinin yitip gittiğini tahmin ediyor ve Kyane’nin merhametli yalanlarıyla kendini avutmaya çalışıyordu, belki de artık anılara katlanamıyordu – artık mektuplarında mutlu yıllara ilişkin tek bir söz etmiyor, ne soru soruyor ne de soruları yanıtlıyor, yalnızlığından, soğuk dağlardan ve demir kentin barbarlarından başka bir şey anlatmıyordu. Mektuplar Tomi’den Roma’ya aylar süren bekleyişlerden sonra ulaştığında, tümceler çoktan eskimiş oluyor, kimileri geçerliliklerini öyle yitiriyordu ki, Kyane’nin yanıtları da gittikçe genelleşiyor, hatta yazdıkları içeriksizleşiyordu; sonunda, sürgünle karısı, birbirlerine uzun ve kederli monologlar, umut ve umutsuzlukları üstüne durmadan yineledikleri sözleri yazar oldular, artık mektupların birbirlerine gerçekten ulaşıp ulaşmadığını, demir kentle ölümsüz kent arasında kaybolup kaybolmadığını bilemez oldular.

Tarlaların yanıp toprağın yüzeyinde kara yarıkların açıldığı, bunaltıcı ve sıcak bir yaz mevsiminde, Dünyanın Hakimi ve İmparator Octavianus Gaius Iulius Caesar Augustus öldüğünde, Naso ve Kyane arasında devam etmekte olan dilsizleşme süreci sürgünün yedinci yılında son bulup büyük bir beklentiye dönüşmüştü. Via Anastasio’da esmekte olan ve pek çok olasılığı gündeme getiren umut, belki de, İmparator’un ölümüyle birlikte sürgün kararının da ortadan kalkabileceği yolunda bir umuttu.

Roma’da yas ilan edilmişti. Ölüyü bekleyenlerin fısıltıları ya da katedrallerle mabetlerde okunan ilahilerin uğultusu arasında yitip gitmeyen her türlü ses, emredilen sessizliği bozmak demekti ve zorbalıkla susturuluyordu. Tek bir çekiç sesi duyulmamak, tek bir makine çalıştırılmamalıydı. Sokaklardaki taşıtlarda hiçbir hareket yoktu. Polisler ve Venedikli askerler o günlerde kenti tarıyor, sarhoşları ve pazar çığırtkanlarını enseleyip bayıltana kadar dövüyor, havlayıp duran köpekleri sopalarla vurarak öldürüyorlardı. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Bu yasağı bir tek gökyüzü, damlar ve ağaçların yüksek tepeleri delebiliyordu – Yaslı Roma’da sadece milyonlarca kuşun sesi duyuluyordu.

Ateşe verilen mürettebatsız, siyah donanımlı, siyah direkli, siyah cenaze gemileri bir sabah Tiber’de sürüklenmeye başladı. Güneş tepeye yükseldiğinde İmparator’un cesedi de özenle seçilen bir odun yığınının üzerinde yakılmaya başladı. Roma, onun külleri önünde bile diz çökmüştü: Ölümünden kırk gün sonra, çıt çıkmayan imparatorluğa megafonla duyurulan bir haberle başkentin surları yankılandı: Senato, Augustus’u tanrı katına yükseltmişti. Bu dönüşümü demir/kent haftalar sonra duyduğunda, Roma’da tutuklulardan oluşan bir işçi ordusu çoktan yeni tapınakların temellerini kazmaya, yapı iskelelerinde canı çıkasıya çalışmaya başlamış, Via Anastasio tüm umutlarını yitirmiş ve yeni diktatör çoktan sarayın cumbalı penceresinden gergedanın çamur birikintisine gözünü dikmişti. Tiberius Claudius Nero, Tanrı’nın üvey oğlu, babasının mirasını öylesine zarar vermeden koruyordu ki, ne eski yasalara karşı çıktı ne de sürgün kararlarından bir tekini kaldırdı. İktidarın tüm sorunları ve kararlarında Tanrı’ya öylesine öykünüyordu ki, sonunda onun adını alarak kendini Iulius Caesar Augustus ilan etti.

Bu gelişmeden ne demir kent ne de şairin yazgısı etkilenmişti. Yeni yönetici için de sürgün edilen biri bir ölüden farksızdı. Kyane’nin Karadeniz’e gönderdiği tüm avutucu sözlere karşın, Tomi’den üç yıl boyunca ne tek bir mektup, ne de tek bir haber gelmişti. İmparator’un yakıldığı günlerde başkente çöken yas sessizliği, şimdi de demir kentin kıyılarını sessizliğe gömmüş gibiydi. Şairin sürgün edilişinin dokuzuncu, Tiberius diktatörlüğünün üçüncü yılında, Naso’nun öldüğü söylentisinin metropole ulaşması, resmi kurumlarda önce çoktandır bilinen bir gerçeğin gereksiz kanıtı olarak algılanmıştı. Gerçi bu belirsizlik yıllarında pek çok söylenti gibi bu söylenti de olağandı, ama bu defaki, şairin yazılı bir vasiyetine dayanarak yayılmıştı. Kendini Askalaphos adıyla tanıtan ve bir süre Tomi’de bulunduğunu öne süren bir kehribar tüccarı, yağmurlu ve sakin bir kış akşamında, vasiyeti Via Anastasio’ya getirmişti. Dorukları bulutlu sıradağların denizden görünüşünü yansıtan, renkleri solmuş bir manzara kartıydı bu. Dağ gibi yükselen atıkların gerisinde köpüklenen dev dalgaların beyaz sırtları ve atıkyığınları arasına serpiştirilmiş evler görülüyordu: Tomi, demir kent. Bu lekeli fotoğrafın arkasında Naso’nun el yazısı… Bu bitkin işaretler gerçekten onun elinden mi çıkmıştı?

Kyane, sevgilim
Bütün mektuplarımızın sonuna yazdığımız, bütün ayrılışlarımızda dile getirdiğim
iz o serinkanlı sözcüğü anımsa… Bu sözlerin sonunda da bir kez daha yinelemek istiyorum onu. Bil ki tek isteğim budur: Hoşçakal.

Nasıl ki unutulmuş birinin ölümü, onu anımsanmasına çağrı çıkarırsa, bu söylenti de önceki yıllar boyunca Naso’nun sözcülerinin başaramadıklarını başarmıştı ve düşmanları bu etkinin önüne geçememişlerdi: sürgünün yazgısı, Roma’da bir kez daha tartışma konusu haline gelmişti. Eski sorular kamuoyunda yeniden ortaya atılıyordu, şairin başarılarına ve sefaletine, sansürün sanat düşmanlığına ve hukukun keyfiliğine ilişkin sorular… Hangi nedenle olursa olsun, öfkeli başkaldırı sesini yükseltiyordu – ama her defasında Naso’nun Karadeniz’de son bulan ve ayaklar altına alınan yaşamının altı çiziliyordu. Üstelik, hiç kimse şairin ölümünü kanıtlayamadığı halde – kehribar tüccarı da ne bir ceset ne de ölüm döşeğinde birini görmüştü, yalnızca başka bir yerden gelen postayı, Tomi’de adını artık anımsayamadığı, aktarlık yapan bir kadından almıştı; arkasına birkaç satır çiziktirilmiş lekeli bir fotoğraf Naso’nun ölümünün tek kanıtı olarak kaldığı halde, büyük kentlerin gazetelerinde şairle ilgili anmalar, başsağlığı dilekleri, hatta yasaklı yapıtlarını yücelten yazılar yayınlanıyordu.

Sürgünün unutulmazlık noktasına gelmekte olduğunu oldukça geç fark eden yönetim, ancak Naso geniş halk yığınlarının gözünde tam bir şehit mertebesine ulaşıp yasak ve yanmış kitapları birer vahiy olarak algılanmaya başladığı sırada yayınlara el koymuştu. Naso’nun Karadeniz’de tıpkı Başkalaşımlara gibi çoktan yanıp kül olması, barbar bir bölgenin kayşatlarında gömülü olması beklenirken, birdenbire, ölüm skandalıyla birlikte, yönetim için, yükseliş ve düşüş tarihi içinde ilk kez bu denli tehlikeli hale geliyordu Naso.

Naso’nun artık göz altında tutulması olanaksızlaşmıştı. O, bundan böyle ulaşılmaz ve dokunulmaz biriydi. Artık herkes, sürgünden gelebilecek yeni bir haber tarafından yalanlanmaktan, şairin dönüşünden ya da affedilmesinden korkmaksızın, onun anısından dilediğince faydalanabilirdi. Üstelik, şairin, kendisinden sonra marşlarda ya da kavganın şarkılarında yeri göğü inletebilecek, yeraltı mezarlarında yaşayan insanların bayraklarına parola olabilecek dizeler ya da dörtlükler bırakma olasılığının gerçekleşmesi görülmeye değerdi doğrusu…

Yönetimin içinde yer alan uzgörüşlülerin kafalarındaki tahminler ve varsayımlar, gün geçtikçe, sürgünün ardında bıraktığı her tümcenin, her sözcüğün, dünyanın bittiği yerdeki ölümünden sonra ayaklanmaların parolası olabileceği korkusuna dönüşüyordu. Sicilya’daki ayrılıkçılık hareketinde Naso simgesel lider konumuna yükseltilmiş, Palermo’da yapılması düşünülen sessiz bir yürüyüş için çağrıda bulunulmuştu bile; yürüyüş önce yasaklanmış, ama bu yasak bir işe yaramamış, polis ve askerle kanlı bir sokak savaşına yol açmıştı. Palermo’nun sokaklarında üç gün boyunca barikatlar, taşıtlar ve dükkânlar yanmış, iki yüzden fazla ayrılıkçı tutuklanmış, bunlardan dördü kışlanın kapıları ardında öldürülmüştü. Sicilya’nın ulusal anıtlarının önündeki bayraklar yarıya inmişti. Roma’da yönetim önlem alıyordu.

Kehribar tüccarının Naso’nun vasiyetini ulaştırmasından üç hafta sonra, sivil bir polis ekibi, sabaha karşı Piazza del Moro’daki bakımsız evin kapısına dayanıp, kekeleyip duran uyku sersemi bahçıvanı kilere kapattıktan sonra, bir çırpıda yukarı kata ulaşmış ve Naso’nun oda kapısındaki kurşun mührü kırıp elyazmalarının dokuz yıllık külleri üzerinde çalışmak üzere içeri dalmıştı.

Dokuz kışın nemini yemiş, tutunca dağılan kömürleşmiş kâğıt tomarları, numaralandırılmış plastik çuvallara tıkıldı; elyazmalarının külleri, kapkara topaklar, faraş ve süpürgeyle toplandı, kalın bir toz tabakasının altında kalmış sert ve kuru kalıntılar bile bıçaklarla raflardan ve yangının çıktığı çalışma masasının üzerinden kazındı. Hiçbir şey, tek bir sözcüğün ya da harfin okunabileceği küçücük bir kalıntı bile, bu temizlikten kurtulamadı. Komando birliği bir saat sonra villadan ayrıldığında Habeş bahçıvan bir zarar görmemişti, ama eski yangın yeri tam bir harabeye dönmüştü.

Gözü korkan Habeş’in Via Anastasio’ya gittiğinde Kyane’ye de sözünü etmediği bu baskından birkaç gün sonra, Naso adının kolay kolay silinemeyeceği, haciz işlemini ve temizlik harekatını düzenleyen kafalara da sonunda girmiş gibiydi. İşte o zaman yönetimin gözü açılmıştı. Eğer her önüne gelen, yeraltı mezarlarında yaşayan teröristler, Sicilyalı sıradan bir köylü ya da kundakçı bile bu şairi kendi amaçları için kullanabiliyorsa, o zaman, yasalara bağlı Roma’nın kendisi, devletin yurttaşları ve gerçek yurtseverler onu neden kullanamasındı?

Sözgelimi, İmparator’un emriyle onun anısına bir anıt yapılsa, yeraltı mezarları bu Naso denen adamı din şehidi olarak yüceltmekte duraksamaz mıydı? Evet, bir anıt! Bunu sarayın resmi açıklaması izlemişti: Düşünceli ve merhametli Tanrı imparator Iulius Caesar Augustus’un affına mazhar olmaya ne yazık ki ömrü yetmeyen sürgün, yine de Roma’nın yüce bir evladıydı. Bu talihsiz evlat uzun süre yanlış anlaşılmıştı, ama yine de Imparatoru’nun lütfuna hak kazanarak geri dönüyordu…

Böylece, yazın ilk sıcak günlerinden birinde, yönetimin memurları bir kez daha Piazza del Moro’ya gelmişler ve ölçüsüz bir korkuyla panik içinde kendini göletlerden birine atarak kurtulmaya çalışan bahçıvana hiç aldırış etmemişlerdi. Ne Habeş’e soru sormuşlar, ne de sürgülü ve camları çatlamış pencerelerinde otların bittiği eve girmişlerdi, yalnızca büyük giriş kapısının üzerindeki taş denizkabuğu çelenge bir merdiven dayayıp cephede delikler açmışlar ve Naso’nun evine kırmızı mermerden bir levha vidalamışlardı, altın harflerle adının, doğum ve ölüm yılının kazındığı ve yasak yapıtından bir tümcenin alıntılandığı bir anma levhası:

Her mekânın kendine ait bir yazgısı vardır.

Christoph Ransmayr, Son Dünya, Sf.95-106, Çev. Çağlar Tanyeri, Dost Yayınevi, Birinci Baskı Ankara, 2003.

Yorum bırakın