Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Agamben’in Homo sacer’i ya da yer bezi

Düzenleyen öğrenci arkadaşlar II. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu‘nda bir oturum başkanlığı teklifinde bulundu, ben de kıramadım. 8-9 Mayıs tarihlerinde düzenlenecek olan bu sempozyuma ilgili olan herkesi çağırıyorlar sanırım, facebook’taki etkinlik sayfasından anladığım bu. Başkanlığını yapacağım oturumda konuşacak olan arkadaşların metinleri sacer (kutsal<lık>) ve Eleusis gizemleri konularını işliyor. Ben de bloga bu ara “Homo sacer” tamlamasından bahsetmek istiyordum, bahsi şu ana getirip sempozyumdan da bahsetme olanağını yaratmış oldum. Olay kabaca budur, umarım kaba bulmazsınız bu davranışımı.
Sacer hem olumlu, hem de olumsuz anlamda kullanılır ve özü itibariyle kutsala atıf içerir. Kutsala atıftan nasıl olumsuz bir anlam çıkabiliyor derseniz, size tanrıların lanetlerini hatırlatırım, ki sacer‘in olumsuz olarak “lanetlenmiş, başına felaket geleceği kesin bir şekilde belirlenmiş” anlamında çevrileceğini de eklerim. Demem o ki, sacer kendinde iki zıt anlamı kutsallık bağlamında taşıyor, yüceltiyorsa da bunu kutsala dayandırır, lanetliyorsa da.

Homo sacer‘deki “sacer” de böyledir. Ama kimin homo sacer‘i Elbette düşünür Giorgio Agamben‘in homo sacer‘i. (Bu konuyu ilkin 1995 yılında yayınlanan Homo sacer: Il potere savrano e la nuda vita başlıklı eserinde işlemiştir.) Homo sacer büyük bir suçun/günahın faili olarak toplumdan dışlanandır, bu onu istisnaî bir figüre dönüştürür. Zira sıfatı kutsala atıfla yoğrulan bu zat, işlediği günahtan üzerine kalan lekeyle öldürülebilirse de, toplumun yaşamsallığının bir gereği olarak düzenlenen, yazılı/yazısız kurallar gereği “kurban edilemez”. Elbette, biz modernler olarak her suç/günah işleyeni kurban etmiyoruz (aklınıza ilk geldiği şekliyle, Kurban Bayramı’ndan hatırladığınız yöntemlerle), büyük suç/günahtan ötürü hapse attığımız insanları toplumdan dışlayarak onları bir nevi toplumun ontolojisi bağlamında “yok” kılabiliyorsak da, bunun bir kurban töreni olmadığını, objeleşmiş suçlu/günahkâr subjeyi kendimizden uzaklaştırma olarak değerlendirilmesi gerektiğini kabullenmiş oluyoruz. Bu kadarının bize yettiğini, toplumun işlenen suç/günah karşısında vicdanen rahat ve kendisini güvende hissetmesinin en önemli koşulunun sağlandığını, adaletin uygulandığını varsayıyoruz. Lekesi çıkmayan tişörtün yer bezi yapılması gibi bir durum söz konusu, öyle ya, kimse en sevdiği tişörtü durup dururken yer bezi yapmaz, çünkü o insan için değerlidir, kurban törenlerinde en fazla değer verdiklerimizi kurban ederiz, en temiz olanlardan, bozulmamışlardan vazgeçeriz, ki böylece yüceler yücesi, kutsallar kutsalı tatmin olabilsin. Değerli olmayanın kurban edilmesi kardeşlerin bile arasını açar, malumunuz. Dolayısıyla homo sacer bir yer bezidir, değerli olamayacak kadar lekeli ama aynı zamanda kurban edilme ihtimali olmadığı için paçayı kurtarmış sayılabilecek kadar da talihli.

Agamben enigmatik buluyor homo sacer’i, aynı zamanda paradoksal ve paradigmatik. Yer bezi analojisini sürdürürsek, tişörtten yer bezi yaratılması enigmatiktir, yer bezi olarak anlam bulmasının aynı zamanda eski  tişörtlüğüne meydan okumak anlamına gelmesi bakımından paradoksal ve kullanışlılığı bakımından paradigmatik. B. Cassin’in editörlüğünü yaptığı Dictionary of Untranslatables: A Philosophical Lexicon‘daki “homo sacer” maddesinde Freud ve başkalarının bu tamlamadaki semantik ikianlamlılığa vurgu yaptığı söyleniyor, ki bu da esasında isme karakter kazandıran niteleyici unsurun kendisinden yani sacer sıfatından geliyor, başta bahsettiğim buydu. Agamben ise bu ikianlamlılığı Yunancadaki “yaşam”ı ifade eden iki kelime üzerinden göstermek istiyor: βίος (bios) ve ζωή (zoe).
Bunlardan ilki farklı eylem ve niteliklerinin işleviyle görünür, o eylem ve nitelikler yoksa, var olan ölüm olur. İkincisi ise diğer yaşayanlarla paylaşılan yaşamı imler. Agamben bu iki terime bakınca homo sacer‘in imlediği paradoksun aynısını görür. Demem o ki, homo sacer, kendisini kovan toplumun gözünde belli bir yaşamın adetlerinden ve niteliklerinden soyutlanmış biridir, ki burada yaşam diye vurguladığımız şey, yukarıda bahsettiğimiz, Yunanların βίος’udur. Toplumdan soyutlandığı andan itibaren, homo sacer‘de kalan nedir? Bildiniz, yalın, yalnız başına yaşam, işte bu da ζωή’dir diyor Agamben.
Agamben’in asıl odaklandığı konu ise Foucault ile Arendt’in üzerinde çalıştığı modern biyopolitiğin sağladığı politik toplum okumasıdır. Buna göre Agamben modern toplumlarda totaliter ve demokratik eğilimlerin birlikte yükseldiğini görmektedir, bu eğilimler dikkatle irdelendiğinde görülecek olan (Agamben’in gördüğü) şey, iktidarın bireylerin eylemlerini, başka deyişle yaşamlarını (βίος) kurnazca kontrol ettiğidir. İktidar bireylere kendi esenliğine uygun olmakla birlikte oldukça “demokratik” görünen yasal haklarını teslim ederek onları yer bezine dönüştürmektedir, bu da bireyin ζωή’sine yani en dipteki fiziksel var oluşuna dokunulmadığı ama işlevleri itibariyle bambaşka şeylere dönüştükleri anlamını taşır.  Bedenen sen sensin ama işlevsel olarak farklısın, iktidar kendi totaliter amaçları uğruna sana bir bireylik kazandırdı, nasıl? Şeytanın bile aklına gelmez, değil mi? İnsanları denetleyerek özgürleştirdiğini varsayan totaliterlik deneyimlerinin istikrarlı savunucularına baktığınızda, göreceğiniz şey temelde iktidarın neyi nasıl başardığına ilişkin övgülerdir. Bu övgüler, egemen iradenin kurguladığı bu denetçi sistemin aşılamazlığını aşılamak yönünde oluşturulmuş ve biçimlendirilmiştir. “Sende ζωή var, daha ne istiyorsun?” derler ve senden totaliter yöntemlerle denetlenmediğinde özgür kalacak βίος’unun asıl işlevselliğini asla ama asla hatırlamamanı beklerler. Hatırladığın anda, sana homo sacer olduğunu hatırlatmak suretiyle, haddini bildirirler, bunu yaparken iktidar olanaklarını ve yasalarını kullandıklarından oyunun kurallarını ihlal etmiş birey olarak kodlanırsın; demem o ki, oyunun kurallarını onlar belirlediği için, bu oyun göre değil, alışmamaya, yer bezi olmamaya özen göster.

Yukarıdaki paragrafın sonundaki öğüdün, homo sacer kurgusunda yeri olmadığının da farkındayım. Arendt’in “haklara sahip olma hakkı” dediği şeyin olmadığı bir ortamda, “hakkına sahip çık” demek gibi bir öğüttü o. Dile getirme mecburiyetini hissettiren bir dizgenin kapanış cümlesi, iktidarla asalak hayatı yaşayanların dayattığı çoğunluklarmış hissine verilen br tepkiydi. İktidar ile illa ki siyasî iktidarı anlamayın, ailede, iş yerinde ve üniversitede de aynı yer bezi işlevselliğini yakalayabilir, gördüklerinizi red, görmediklerinizi de kabul etmek zorunda olduğunuza alıştırılabilirsiniz. Agamben Nazi kamplarını örnek verir, içeridekiler öldürülebilir ama kurban edilemez, zira lekelilerdir; siz de kendi etrafınızdaki homo sacer kamplarına alıcı gözüyle bakabilirsiniz, lekeliler arasında daha uslu olduğunuza binaen, bazı günler başınız okşanabilir ve sisteme entegre olabilmişsiniz gibi mutlu olmanız beklenebilir. Tecrit edilmeden tecrit edilerek ve tecrit edilmemiş gibi hissettirilerek özgür ve dolayısıyla mutlu kılınabilirsiniz. Agamben bunun Nasyonel Milliyetçiliğin değil, modernitenin bir karakteristiği olduğunu düşünüyordu, yani Yahudi kampları kuran onlar değil, modernitenin kendisiydi. Bunun ezcümlesi, “homo sacer’ler böyle istiyor, ne yani sen millî iradeye karşı mı geliyorsun”dur.

addendum@: Sempozyumda ilgili oturumu açarken yaptığım kısa konuşmanın videosu (Melike Çakan’a teşekkür ederim):

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Bilgi

This entry was posted on 06/05/2014 by in Felsefe - bilim, Genel and tagged , , , , , .
%d blogcu bunu beğendi: