Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Markus Miessen’in Katılım Kâbusu‘nda (Metis 2013) blog’daki Latinceden çevirememe örnekleri listesine girebilecek Latince ifadeler var. Çevirmen (Bülent Doğan) bu ifadelerin çevirilerini dipnotlarda, “…çeviri yazara ait” uyarısıyla vermiş. Çevirmenin yazarın Latinceden İngilizceye yaptığı bu çevirileri Türkçeye ne kadar doğru çevirdiğini sorgulayacak değilim, ancak son kertede kitapta Latince ifadelerle onların Türkçe karşılıkları arasında nasıl bir anlam ilişkisi olduğu konusunda yorum yapabilirim.
İfadelerden birini kitapta tercih edilen Türkçesiyle paylaşıp yorumlayacağım, belki sonra diğer ifadeler üzerinde de durabilirim. Bununla birlikte totaliterlik ve Polybius’ta siyasî rejim döngüsü konularını unutmadığımı, onlara döneceğimi de belirteyim.
tamquam truncus stat, “sarsılmaz kurum” (ağaç gövdesi, tomruk) [s.46]
Latincede truncus‘un ilk anlamı “sakatlanmış”tır. C. T. Lewis sözlüğünde truncus Yunancadaki “döndürüyorum” anlamındaki τρεπω fiili ile bağlantılı olduğu düşünülen Latincedeki aynı anlama gelen torqueo fiiliyle ilişkilendirilmiştir. Nasıl bir ilişkilendirme bu? Şöyle ki, sakatlanmış olan “normal yapısından çıkmış, bozulmuş olan”dır, dolayısıyla truncus aslında bir şeyin normal / doğal yapısının “tersine” özellik gösteren halini anlatır. Başka deyişle truncus “tersine döndürülmüş”, “<esas niteliğini kaybettiği için> yıkılmış, çökertilmiş” anlamındadır.
Bu ilk anlamdan hareketle “organlarından yoksun, özürlü, kusurlu, eksik, kesik”, hatta “gelişim göstermemiş, güdük kalmış” anlamlarını da kazanmıştır. Truncus sıfat bu kadarla, sıfat olarak kalmayıp spesifik olarak “ağaç gövdesi” anlamında isimleşmiştir. “Yıkmak, devirmek, kesik” anlamlarını düşünürsek sıfatın, isim halindeki “ağaç gövdesi” anlamını “dalları ve kökleri kesilmiş olan ağaç gövdesi” olarak da düşünebiliriz. Nasıl böyle bir anlam genişlemesi olduğuna ilişkin spekülatif fikirler ortaya atabiliriz, çiftçi ve ormancı bir kültürün ağaç kesme ve kesilen ağaçların gövdelerini isimlendirme eylemini hayal edebiliriz. Her neyse, sonuç olarak truncus ile bir ağaç gövdesinin kast edildiğini kabul edelim.
Tamquam truncus stat‘ın tam çevirisi (tabi ki kendi çevirim bu ve tartışmaya açık) “sanki/adeta gövde ayakta duruyor”dur. Buradaki “ayakta”lık anlamını veren, gövdenin sağlamlığına işaret eden stat (mastarı stare) fiilidir. Böylece ifadenin çevirisi işini halletmiş oluyoruz.
Bağlama bakarak Miessen’in bu Latince cümleyi kullanmasının nedenini anlıyorum, yazar çağdaş mimarlık algısı üzerinde dururken “daha iyi olması beklenen bir geleceğe yönelmek için şimdinin eleştirel okumasını mümkün kılan arzular”a değiniyor; bu arzular, yazara göre Stoacı etiğinde “kendini kontrol etme, hoşnutluk ve doğayla uyum içinde yaşama” olanağını ortadan kaldırdıkları gerekçesiyle yadsınır. Bu konuda bkz. Stoacılık – Zombicilik. Yazar Stoacı etiğindeki arzuları dışlayan ve (doğaya uygunluk ile kodlandığı üzere) genel akışa kapılıp gitmeyi öğütleyen bu yaklaşımın, yukarıda da söylediğim gibi, daha iyi bir geleceğe yönelmek için şimdinin eleştirel okumasını ortadan kaldırdığını söylüyor. Ona göre tamquam truncus stat yani bir varsayım/benzetim olarak (tamquam) gövde (truncus) ayakta durmakta (stat), dolayısıyla değişime izin vermemektedir. Yazar bu çerçevede “Her şeyin daha en baştan doğru olduğu mefhumu kabul edilirse ahlaki faillik temelinde bir hayat nasıl sürdürülebilir?” diye soruyor, eşitlediği zıtlık da şu: “dış dünyada değişim potansiyeli yaratmak için aktif sorgulayıcılık yerine içsel kalemizi inşa etmek”.
Yazar bunun “gerçekten kopmak” olduğunu söylüyor. “Gerçek” diye kodladığı şeyin gerçekte niçin şimdinin okumasıyla mümkün olduğunu sandığı ise müphemliğini koruyor elbette. Sadece mimarîde “büyük anlatının ötesine geçip” (apriori gövdenin baskısını kırıp) genele yeni ve değişik gelen fikirlerle ortaya konan eserlerin (belki de bazıları için “çılgın projeler”) karakterine ilişkin apriori bir varsayım olduğu da aşikar, oysa söz konusu fikirlerin büyük anlatıdan ne kadar ayrı olduğu da tartışmaya açıktır. Yazar “Stoacılık müdahalenin yokluğunu gösterir” derken, insanı aşan bir üstyapının insandan gayrı oluşturduğu bir kültüre dikkat çekiyor, bu anlamda Stoacılık yeni ve değişik her şeye karşı statükonun savunusu (hatta yazarın imasına göre “enkazın savunusu”) oluyor, oysa son kertede yeniliğin ve değişimin de özünde yeni ve değişik statikolar yaratma amacını güttüğü hatırlanabilir. Stoacı “doğaya uygunluk” fikri pasif ve değişime karşı bir tavır gibi görünmekle birlikte, evrimsel süreçte değişimin tetikleyicisi ve katılımcısı olması nedeniyle, aktif ve -ittirici anlamıyla- değişimcidir. Spiritus ya da soluk / ruh başlıklı yazımda da irdelediğim gibi, Stoa felsefesindeki bu aktiflik kabulünün kaynağında “soluk” (πνεῦµα, pneuma) kavramı yatar. Özetle insanlar ve hayvanlar için soluk neyse, evrendeki canlılılık için de odur, hatta evrensel akıl yani tanrı bu canlılıkla eşitlenir Stoa felsefesinde.
Mimarîde ya da başka alanlarda ortaya çıkan yeni ve değişik fikirlerin, ortaya çıktıkları genel iklimden ne ölçüde bağımsız olduğunu belirleyebilecek kavramsal bir altyapımız, uygun ölçek ve etiketlerimiz var mı? Genel akışa kapılmak, statükoyu savunmak ya da truncus‘un ayakta kalması, yeni ve değişik fikirlerin savunusunu ne kadar dışlar? Yaratım ortaya çıktığı iklimin ürünü değil midir? Saf akıldan ve dış belirleyicilerden kaçabilen bir yaratımdan bahsetmenin zor olduğunu düşünüyorum, neticede paradigmadan kaçabilmek için, yıkma anlamında dahi ondan hareketlenmek gerekir. Aklıma başka şeyler gelirse, bu konuya dönerim.