J. W. Martens’e göre, Stoa düşüncesinde tümüyle aklî ve berrak olan doğa yasası insan yasasına üstün gelir. O, doğayı yazılmış başka hiçbir yasanın yapamayacağı şekilde düzenler. Bu Seneca’nın Naturales Quaestiones 3.P.14’teki kişinin Stoacı anlayışa uygun hareket ettiğinde Roma vatandaşlığının sağladığı hakla (Quiritium liberum) değil, doğa yasasıyla (e iure naturae) [lex naturae= ius naturae] özgür olacağı düşüncesini de açımlar. Seneca’nın buradaki söylemine örnek teşkil edecek şekilde ondan önce Cicero’nun da benzer bir doğa yasası – Roma yasası karşılaştırması yaptığını görüyoruz. De Officiis 3.69’da devlet yasasının evrensel yasa haline gelmesinin kaçınılmaz olmadığını, ancak evrensel yasanın devlet yasası olması gerektiğini vurgulayan Cicero’ya göre, toplum için belirlenen yasalar, tanrısal yasanın canlılığından ve dayanıklılığından yoksundur; yasaların hepsi sanki kabaca belirlenmiştir.

J. W. Martens’in analizinde de geçtiği gibi, Cicero’nun bazı Roma yasalarının, bazı özel durumlar için doğa yasalarından ilham alması gerektiğini düşünmesi şaşırtıcı değildir. Buna göre doğa yasaları, tümüyle uygulamaya konmasa da, uygulanası gereken prensipler olarak belirlenebilir.[2] Yine Cicero, De Legibus 2.11’de tanrısal aklın en üstün yasa olması gibi, insandaki aklın da kusursuz olduğu vakit, kusursuz bir yasa sunacağını düşünür. J. W. Martens’in de bildirdiği gibi, Cicero doğa yasası ile devlet yasası arasındaki ilişki üzerinde dururken, meslekî kimliğini ve felsefî yönelimini ön plana almış olabilir. Cicero en nihayetinde bir avukat ve politikacı olarak doğa yasasının nasıl devlet yasasıyla ve yasa tüzüğüyle ilişkilendirilebileceği üzerinde durmuş olabilir.[3] Buna bağlı olarak H. McCoubrey’in analizinde de geçtiği gibi, Cicero, insanların lex naturae yani doğa yasası sayesinde kent toplumunda iyi ve doğal bir yaşam sürebileceğine inanmıştır. [4] O halde Cicero’da lex naturae yani doğa yasası, topluma dönük oluşturulacak yasalar için model teşkil eder, diyebiliriz .
Zaten Stoa düşüncesinde lex naturae‘ın insanlara örnek teşkil ettiğini, secundum naturam yani doğaya göre tavrın erdemlilik olarak görülmesinden biliyoruz. Peki, Roma yasası, doğa yasasıyla ya da bizi ilgilendirecek ölçüde soralım, Türk anayasası, doğa yasasıyla çelişirse, ne olacak? Örneğin askerlik mevzuunda, doğasına yakıştıramadığı bir görevi üstlenmek durumunda kalan Türk genci, iki farklı yasa tipinin çeliştiğini düşünebilir. Sadece “düşünebilir”, eyleme dökemez, bunu dillendiremez, aksi halde doğa yasasıyla çeliştiği düşünülen (kurgusal anlamda) yasaya göre toplumu askerlikten soğutma suçunu işlemiş olduğu söylenebilir. Bu durumda Cicerocu devlet yasasına örnek teşkil etmesi gereken doğa yasasının, işlevselliği tartışmaya açılmalıdır, zira eyleme dökülmemiş bir yasa, hükmünü yitirir.
Peki, doğamızı tanıyamamışsak ne olacak? Öyle ya, secundum naturam‘ı hatalı bir hissiyatla değerlendirip, doğamızı ve dışsal doğamızı “hem de” en olmaması gerektiği ölçüde yorumlamışsak, insanoğlu yanılmaz mı? Aynı olayla ilgili farklı yaklaşımların mümkünlüğü, bana kendi doğamızı ve buna bağlı olarak secundum naturam‘ı hatalı yorumlayabileceğimizi, hatta hatalı yorumumuzun farkına varamayabileceğimizi düşündürüyor. Bu hususta ilk aklıma gelense, Kurban ritüeli ve Bayramı’yla ilgili olarak kimi İslamî yorumlarda geçen “insanın kurban ritüeliyle kan dökerek içindeki doğuştan getirdiği -yani doğal- kan dökme arzusunu dindirdiği, böylece şiddete, kurban kesmeyenlerden daha az meyilli olduğu” minvalindeki değerlendirmedir. İnsanın doğuştan neyi getirdiğine ilişkin bir hipotez geliştirip, ona göre ritüeli yani kan akıtma eylemini meşru kılmak, kimine göre secundum naturam, kimine göreyse contra naturam olarak yorumlanabilir; mesele meşru kılmaksa, insanın doğuştan getirdiği silah tutma ve insan öldürme arzusunun da askerî eğitimle dindirilmesi gerektiği söylenebilir, bu da secundum naturam olur.

Oysa habitudo denilen, ilk anlamıyla bedensel alışkanlık yani bir organın “doğal” hareket kabiliyeti, belli bir form kazandıktan sonra, bizim tanımımızla anlam kazanıyor. Aynı şekilde, formunu kaybetmiş yani, gramer bakımından basit bir de– önköküyle söyleyelim, deforme olmuş yapı da, deforme olduktan sonra, kendi habitudo‘sunu kazanmış olmasından ötürü, “doğal” bir hareket kabiliyetine sahip olmaz mı? Örneğin lex naturae’a dayanan bir devlet yasası olsun, toplumun değişmesiyle birlikte işlevini yitiren yasa, henüz değişmeden evvelki haline göre deforme olduğundan, toplumun ihtiyaçlarını karşılayamayacaktır, buna karşılık ilk duruma göre deforme olmuş olan yasaya karşı duran yeni işlevsel yasa toplumun değişen/yeni koşullarına ayak uydurduğu için, kendi doğal sürecini oluşturacak ve bu yüzden eskiye göre (ad vetustatem) ne kadar deforme olmuş olmuş bir yapıyı işaret ederse etsin, yeni koşullardan ötürü gayet secundum naturam olacaktır.
Bu yüzden Stoacılar, secundum naturam yanında değişimin kaçınılmaz olduğunu yani her gün yeni bir Güneş’in doğduğunu söyleyen Heraclitusçu düşünceyi benimseyerek, doğaya uygunluğu sadece en üst iyi olan (summum bonum) erdemle (virtus) ilişkilendirmiş, böylece “doğaya uygun devlet yasası” fikrinin, her daim o yasaya teslim olan bireyleri hedeflemesini sağlamıştır. Başka deyişle, doğaya biat kültürünü empoze eden Stoacılar, talihin (tanrıçası: Fortuna) sunduğu lütuflara sırtını dönen, haksızlıklara direnen, tiranlıktan depremlere kadar her türlü felâketi küçümseyen bireyler yaratmak istemiştir (Talih reddedilmiyor, aksine gücü kabul edilerek, sundukları küçümseniyor). Çünkü onlara göre doğada haksızlık yoktur, olsaydı, hayvanlar itiraz ederdi, oysa hiçbir hayvan itiraz etmez. Stoa bilgeliğinin insanı doğadaki hayvanlarla bir tutması, onları dinginleştirerek nesnelerin kutsal düzeninin (ordo rerum) bir parçası kılması ve mutlak iyiliğin de insanlar arasındaki bozulmaz uyumu (inter homines consortium) [5] meydana getireceğini düşünmesi, bugünün insan ve toplum anlayışındaki Stoa esintilerini açığa çıkarıyor:
Buna göre, insan hem yerini ve hakkını bilecek, hem de yaşadığı toplumda sorumluluk alarak asla bir parçası olduğu bütünden ayrılmayacak, huzur bozmayacak, ki bu sayede kendi huzuru da sağlam kalacak, yasaya boyun eğecek, ki bu sayede yasanın “doğal”lığını ve “doğru”luğunu onaylamış olacak, aksi halde toplum dışına itilerek “aklî ve berrak olan doğa yasası”yla yani secundum naturam‘la ters düşmüş olacak (farkında olmadan eyleyerek, sistemi, onu çalıştırarak meşru kılmak doğuştan siviç on). Ancak ne Stoacı bilge, ne de günün feysbukçu insanı bunu göze alabilir; dinginleşme günümüzde fazladan karizmayı sağlayan unsur olabilir ama Stoa düşüncesini göz önünde tutarak söyleyelim, yakası kalkık cekedi içinde buğulu gözlerle Ortaköy’de poz veren bir tip görürseniz, usulca yanına yaklaşın “sen hayvansın” deyin. Kızarsa, üzülürse, fazla tepki verirse “nequitia subrepit bööööööö” deyin “kötülük sinsice yaklaşır böööööö.”
An gelir Iuppiter tapınakları ez geçmez, onları da yıkar, çünkü onlar da bataklığa saplanmış durumdadır. Kendi tapınağını da yıldırıma boğan Iuppiter, insanların, doğal ve doğru olduğu iddia edilen her yasa karşısında, bir tür direnç gösterme, asilik, ayrıklık yapma kültürüne örnek teşkil etsin, zira Stoa’da tanrıları örnek almak da erdemden sayılmaz mı? “Tanrılar ensest takılıyor, biz de takılabiliriz” diyen Stoacı bilge tanrısal nitelikli ayrıksılığa meyli es geçmez sanıyorum. Haydi hayvanlar, Tanrı’yla hayvan arasında gidip gelelim!
Notlar:
1. J. W. Martens, One God, One Law: Philo of Alexandria on the Mosaic and Greco-Roman Law, Brill Academic Publishers, Boston 2003, s.152.
2. J. W. Martens, A.e., s.153.
3. J. W. Martens, A.e.
4. H. McCoubrey, The Development of Naturalist Legal Theory, Croom Helm, London 1987, s.32.
5. Seneca, Epistulae Morales 90.3.
Share |