Parrhesia ya da Kral Çıplak
Parrhesia‘yı bir “kral çıplak” hikâyesinin ötesine taşımak istiyorum pek muhterem District 9 ahalisi.***
Krala bakıp kimsenin göremediğini görüp “
kral çıplak” diye bağırmak, kralın da, kralı çıplak göremeyenlerin de bir kurtuluşu anlaına geliyor. Aslında “
kral çıplak” bir anahtardır; çözümsüzlüğün, iç içe geçmişliğin, karmaşanın, düğümün çözülmesi anlamına gelir.
Ben felsefeyi ziyadesiyle çözümsüzlüğü metheder bir şekilde görüyorum; sunulan çözümler bir başka yönden bakıldığında sürekli sorgulanması gereken yepyeni sorunlar anlamına gelir. Bu yüzden “kral çıplak” söylemi, felsefede bir işe yaramaz. Çünkü felsefede çıplaklık yoktur, onda kat kat giyinme ve buna ek olarak onu adım adım soyma, her defasında daha fazla giysiyle karşılaşıp yılmama, her katta daha fazla sorgulama telâşı vardır. “Kral çıplak” diyen çocuk ile İsa’nın regnum dei‘i müjdeleyiciliği ya da Muhammed’in nuru birdir. Etrafta toplananları bir noktadan başka bir noktaya taşıyor olmanın erdemi vardır onda. Zira hakikat denilen şey, ulvîliğini kendisine sürüklenen insanlardan alır. İnsan olmayınca, hakikat “kendinde iyi” değildir. Hakikati hakikatten hakikî kılan insandır. Onu o şekilde kılamayan da başka bir insandır. Bu iki insan arasındaki fark, birinin esinlenmiş diğerinin esinlenmemiş olmasıdır.
“Kral çıplak”taki esinlenmiş birey, üflenmiş bir âliye dönüşür. Dilsel açıdan bakarsak üflenme, esriklik, yücelme manalarını bünyesinde taşıyan spirare / spritus yapısı (bakınız: İng. inspire, inspirit, inspiration) aslında soluk verme’nin neticesidir. Sağlıklı bir şekilde nefes alıp verebilme vardır Latincedeki spir– kökünde. Ulvî nefesten payını alan insan sağlıklı bir şekilde soluk almaya başlar, çevresindeki profan kitleden ayrılarak “kral çıplak” der. Kral da aslında çevremizi her türlü göz boyacılığıyla kuşatan, bizi aslında var olan tek hakikatle yüzleşmekten alıkoyan madde alemidir. O madde alemine bakıp “madde çıplak” demenin bir ulvî kurtuluş olduğu tasarlanmıştır. Burada tasarlanan kurtuluş anlamındaki hakikatin aksine, parrhesia‘da yıkımın hakikati vardır. Olsa olsa, aynı benzetmeden hareketle, “madde çıplak değil, her şey maddede” diyen materyalist bir zihin yapısının hakikatini sunar.
Ben ne ilkinin, ne de bu ikincisinin hakikî hakikat olduğunu söyleyemem; ben o bilince erebilmek için ya ilkiyle ya da ikincisiyle üflenmiş olmalıyım. Oysa ben kendimi yaşarken üflenmiş gibi hissedebilmek için, inançtan öte bir dayanak bulamıyor olmakla güdük kılıyorum. Ben Ortega y Gasset’nin dediği “Tanrı bile insanlara kendini fark ettirmek zorundadır” düşüncesini arkama alıp arayışımın sonunda bir dayanağa eriştiğimde onu bile küçümseyebilme riskini taşıyabildiğim için, esasen çiğ süt emmişlikten hiç kurtulamayabilirim. Yere göğe sığdırılamayan “iyi adam” örneklerine bakınız, ya da velilerdeki, evlıyalardaki, azizlerdeki o “model tip”e. Temelde onların da o şekilde, yani en kaba tabirle “iyi adam”, “iyi teslimiyetçi”, “madde hayatını iyi bir şekilde küçümseyen” insanlar olarak kendilerini mutlu kıldıklarını, çile çekseler bile sonunda çile çekmekten de keyif duyar hale geldiklerini düşününüz. İnsanlıktan, madde hayatından vazgeçtiğinde bile insanî huzur anlayışından vazgeçemeyen insanın parrhesia‘ya güdümlü kalmak zorunda olduğunu düşünüyorum.
Bu yüzden insan ne kadar üflenmiş olursa, aslında o kadar üflenmemiştir; insan ne kadar üflenmemiş olursa, aslında o kadar üflenmiştir. Belki de Nietzsche’nin “her doğru eğridir” düsturu buraya çıkabilir; bu da aslında arzulanan hakikatten daha menfî bir hakikate kavuşmak anlamını taşıyor. Çünkü tümüyle bilinmeye kapalıdır o. Onu bilmeniz ya da bilip de ondan yararlanmanız mümkün değil; insan cenetten bile taşacak yapıda kendine düşkündür. Kendinden vazgeçtiğinde bile bunu kendi iç huzuru için yapmış oluyor. Bu müthiş bir dehlizdir aslında.
Buradaki karamsar tabloyu en iyi resmeden filozof,
Francis Bacon olmuştur. De Sapientia Veterum’un ilk konusunun başlığı “
Cassandra sive Parrhesia“dır. Yani “
Cassandra ya da Parrhesia“. Cassandra, Yunan mitolojisinin fazlasıyla trajik bir figürü olmakla birlikte
parrhesia‘nın içerdiği hakikat algısının da bir sembolüdür. Anlamca “kral çıplak”taki kurtuluş vaadinin aksine Cassandra’daki hakikat anlayışında, benim yukarıda çizmeye çalıştığım karamsar tabloyu görürsünüz. Troia’nın budalaca bir aşktan ötürü yıkılacağı bilgisi, öngörüsü var mı? Evet var. Peki, bu hakikat neden Troia’nın yıkılmaması için kullanılamadı? Çünkü bu hakikatin pınarını Cassandra’ya sağlayan tanrı Apollon böyle istedi de ondan. Bacon şöyle anlatıyor bildik hikâyeyi:

“
Eski şairler Apollon’un Cassandra’ya aşık olduğunu, ancak aşığının arzularından yakasını kurtarmanın çeşitli yollarını arayarak, kahinlik yeteneğini Apollon’dan alana dek onun umutlarını sıcak tutup emeline ulaşınca da hiç beklemeden onun taleplerini reddettiğini anlatır. Şairlere göre Apollon hediyesinin karşılığını alamayınca içinde intikam ateşini körükleyerek gözünün yaşına bakmadan bu marifetli kadına şu cezayı kesivermiş: Cassandra geleceği görecekti, ancak kimse ona inanmayacaktı. Artık Cassandra geleceğe dair gerçekleri görmesine rağmen kimse onlara itibar etmiyordu. Hatta memleketinin harap olacağını gördüğünde de durum farklı olmamıştı, birçok uyarılarda bulunmuş, ancak kimse ona kulak asmamıştı.”
Hakikate erişseniz de, bu bir şeye yaramıyor. Bu “kral çıplak”taki hakikat algısının tam tersini gerektiriyor. Kurtuluş yok, çünkü bilgi varsa da; onunla yetinen ya da onun pınarından içen yok. Yukarıdaki Cassandra – parrhesia hikâyesi, bunu becerebilmenin yani hakikatin pınarından faideli bir biçimde içebilmenin sadece tanrılara özgü olduğunu, bu geleceği görme kudretinin de bizzat harmonia‘nın yani uyumun tanrısı olan Apollon tarafından insana verildiğini anlatıyor.
Providentia‘nın yani tanrısal öngörü‘nün dünü, bugünü ve geleceği kuşatıcılığı (aeternitas/@jimi the kewl) zamana ve mekâna güdümlü insanın tahayyül gücünü aşmasın diye bu tarz meseller uydurulmuş olabilir. Bana kalırsa insanı parrhesia‘ya mahkum eden de insanın kendisi. Durumunu daha da kötüye çevirmenin ustası aynı zamanda. Bacon aynı yerde şunu ekliyor:
“…Bu gibi (Cassandra gibi) kimseler akıllı ve özgür, öğütleri doğru ve yerinde olsa da, karşılarındaki kişileri ikna etmede neredeyse hiç başarılı olamazlar; aksine yaklaşmakta olan felaketi hızlandırarak kendilerine danışmış olanları uzun vadede daha da yıkıma uğratan kâhinler olarak ünlenirler.”
Oysa “kral çıplak” diyen çocuk, etrafındakileri yıkımdan kurtarmıştı.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
>kurtaramadı, ağladı :…(
>Ayşegül, bazen kurtaranlar da ağlayabilir, bunda bir sıkıntı yok. Yalnız ağlayan herhalde şu "kral çıplak" diyen çocuk olmalı, değil mi? Biraz daldan dala olacak ama; eskiden Pazar sabahları TRT (o zamanlar TV 1 olabilir) bir çocuk masalının filmini verirdi. Ben bir daha o filmlere başka bir eyrde rastlamadım; tek bir yapım-evinin elinden çıktığı belli olan ürünlerdi. Ben bu kral çıplak hikayesini de ilkin oradan izlemiştim. Ne zaman "kral çıplak" lafını duysam, aklıma bu masalın filmindeki malum sahne gelir. Çocuk abartılı kıyafetler giymiş halkın arasından sıyrılır ve geçmekte olan göbekli krala "kral çıplak" diye bağırır. Resmî geçiti izleyen kör halk da galeyana gelir.Ayşegül, çocuğun ağlamasıyla ilgili detaylı bilgi aktarırsan sevinirim.
>Kral bir sembol, belki namlı bir filozof çağmızda yaşıyor… ama ikiden çok yüzlü! sahte yalancı ve maskeler kullanıyor, delirmiş çağa ayak uydurmuş, fuhuş ve hatta kadının ezilmesine mal gibi alınıp satılmasına seyirci… Düzeni seyretmekle kalmıyor, içindeki kötücül ruhu kullanmayı tercih ediyor. Sadece o değil toplumda ona paralel gidiyor. Kimse iyi yönlerini kullanmıyor.Hırs, yetinmeme, para, şöhret peşindeler Hitler'de çok iyi bir ressamdı ama iyi yarısını kullanmadı hatırla 😦 kötücül ruhu peşinden gidince heryer kurukemik iskelet dağları oldu.Çocuk bu kötülüğün toplumda da yayıldığını görüyor… güzel değerler aşk, sevgi, dürüstlük, bilgi hızla yokoluyor.. azınlıkta , çok az… az!!! Çağ deliriyor, karanlık heryerde.. çocuk içinde ki bu ışıkla ne yapacağını bilemiyor.. sesi duyulmuyor…yanında bir genç filozof var ona sığınıyor..
>ITabi ki felsefenin bir consolatio yani teselli tarafı var; ama bu da benim gördüğüm kadarıyla felsefenin kendi problemi değil. Ziyadesiyle dışında gelişen bir durum bu. Onu bir teselli aracı olarak görmek isteyenlerin, ondan o şekilde yararlanmak zorunda kalan "kederli" zihinlerin onu dönüştürdüğü bir hekim adeta. Ama bu, felsefenin ruhuna aykırı durumlar da yaratabilir; asıl yolundan alıkoyan kimi sıkıntıları doğurabilir. Hemen ilk aklıma gelen "en iyi adam kimdir?" sorusu oldu; farklı felsefe ekollerinin bu soruya verdiği cevaplar değişebiliyor (örn. kimisi ahlâklılığı, kimisi erdemliliği ön plâna alabiliyor) ve sen herhangi birine dahil olduğun vakit, yani bir yol tutturduğun vakit bulduğunu sandığın cevaplarla yetinmek durumunda kalmış oluyorsun. Oysa bunun en iyi yol olduğu konusunda herkes hemfikir değil; İsa'nın "uzlaşı mı Jehu?" diye soruşunu anımsıyorum. Uzlaşı yok, en müşterek sandığımız kavramlarda bile yok. Bu yüzden farklı disiplinlerin "en iyi adam"ları birbirini boğazlamak durumunda kalabilmiştir. Bunu hayatımıza da uygulayabiliriz. Hayatımızda da karşımıza çıkan seçeneklerin her biri "iyi"lik iddiasındadır; her birinin yolunu tutabilirsin, her birinin ipinden tutup kuyuya inebilirsin. Asıl görmen gereken yeri görebilmişsen, hepsi kendince iyidir. Oysa hiçbiri iyi değildir. Nietzsche'nin 'Her doğru eğridir'ine çok fazla anlam yüklememin nedeni burada yatıyor; aslında aradığımız consolatio'yu da biz yaratıyor olabiliriz; seçenekleri iyi ya da kötü kılan bizler olabiliriz. Bunun farkında da olmak zorunda da değiliz. Mesela "Hitler çok iyi bir ressam olduğu için çok kötü biriydi" çıkarımına varacak bir zihin bile olabilir; aksine senin kötücül ruh dediğin o esriklik halini yüce bulanlar da vardıi var. Bu saydığım, bunalıma gerekçeymiş gibi duran her şey için geçerli. Örneğin "Kimse iyi yönlerini kullanmıyor" dediğin vakit, şu an için, ne kadar sürerse sürsün, en azından bir sürecin içinde olduğumuzu tespit etmiş olursun. Oysa bu sürecin de bir öncesi, yani başlama öncesi bir başka durumu olmalı. Ve biz o durumda da insanların senin ölçülerince iyi olup olmadığını bilmiyoruz. Biz sadece kendi memoria'mıza (bellek, anı ve tarih) işlenmiş kimi verilerden hareketle idealler yaratıyoruz; bu idealleri dinler, ideolojiler, bireysel ve toplumsal deneyimlerimiz besliyor. Oysa bu ideallerin de insandan insana farklılık gösterebileceğini ve en azından küçücük bir noktasında bile yanılma olasılığımızın bulunduğunu bilmemiz gerekiyor. Bizler ideallerimizin, iyi-doğru-güzel gibi belirlenimlerimizin, kabullerimizin her hâlükârda -mutlak bir biçimde- "olması gereken" olduğunu düşünerek hayatı kendimize zindan edebiliriz. Çünkü benim idealim seninkine uymayabiliyor, berikinin kabulü öbürkünün kabule zıt olabiliyor. O halde "uzlaşı mı? Nerede uzlaşı?" …
>IIBen çevreme bakınca "iyi" ile ilgili bir şeyler görüyorum, ama onların saf "iyi" olup olmadığını bilmiyorum. Onlar sadece "iyi gibi" (quasi) görünen, en azından bir tahayyül anında iyiymiş gibi duran şeyler olarak zihnimde yer ediyor. Ben "iyi"nin yani "olması gereken"in ne olduğunu belirlemede aceleci olursam, yaşayacağım hayâl-kırıklıkları da bana karşı o denli aceleci olacaktır. Örneğin "güzel değerler aşk, sevgi, dürüstlük, bilgi hızla yokoluyor." diyorsun; ben ise bunu diyebilmek için buradaki çözülmenin, çürümenin evvelinde güzel değerlerin egemen olduğu bir alemi düşlemeliyim. Düşlemekle de kalmamalıyım, onun gerçek olduğuna inanmalıyım. İnsanoğlunun Altın Çağ mitosu ve Cennetten düşme hikâyesi yaratmasının nedeni belki de buydu; Pandora hikâyesinde de geçtiği gibi, insan insan oldu olalı zaten bir çürümenin beşiğindeydi. "İnsan cenetten bile taşar" diyorum sık sık, çünkü onun nereye ne kadar sığabileceğini bilmiyoruz. Biz sadece bedenimiz gibi, insanlığın da çürüdüğünü düşünüyoruz. Oysa "çürüme öncesi dönem" diye kafamızda kurguladığımız o mitosun gerçekten de "gerçek" olduğuna neden inandığımızı sorgulamak istemiyoruz. Zamanın bir noktasında her iyiydi de sonradan çürüme başlamış gibi bir drama kendimizi lâyık görüyoruz. Kaybolan dürüstlük değil, kaybolan dürüstlük kavramının eski suretidir olsa olsa. Yepyeni bir dürüstlük anlayışı geliyor, yepyeni bir bir bilgi anlayışı geliyor, yepyeni bir aşk geliyor. Çağ kendi "güzel değerler"ini yaratırken, senin bedenindeki ve zihnindeki değişimler gibi, kendi içinde yenilemelere gidiyor. İçinde badana yapıyor sanki. Yeni bir boya; duvarı farklı bir renge boyadığında, duvar gitmiş olmuyor. Sadece senin ona yüklediğin anlamın içi değişiyor; eğer gerçekten bozulabilecek ölçüde yeknesak değerler olsaydı, yeryüzünde herkes onları çeker veya iterdi. Savaş olmazdı, mutlak uzlaşı olurdu. …
>IIIOysa benim bu kadar da Tanrı tarafından cennet bahçesindeki her şeye isim koysun diye görevlendirilmiş olan Ademliğe soyunmamam gerekir. Deliren, senin dediğin gibi, çağ mı? Her yerde karanlık mı var, yoksa senin algı dünyanın penceresi kalaslarla mı örtülmüş? Perdelerini çekersen karanlıkta kalırsın. Dahası da var, ben hesabı daha yüksekten bile açabilirim: Karanlıkta kalmanın nesi kötü? Kadınların ataerkil zihniyeti içselleştirmesi bahsinde (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=16913317) bunu söylemiştim, eski çağ zihni ziyadesiyle kadına muammayı, geceyi yakıştırırken, erkeği aydınlanışın sembolü kılıyordu. Nox yani gece dişildir! Ancak bu mantığa göre ışık anlamındaki lux da eril olmalıydı, oysa o da dişildir! İnce mesajı alman gerekiyor, ışığa güdümlü umut insanda hep vardır. Ama iyi bir felsefeci rahat durmaz; iyi bir felsefeciye rahat batar; "sen umutsuzluğun kötü bir şey olduğunu nereden çıkarıyorsun Cengiz?" diye sorabilir. Haklıdır. En başta söylemeye çalıştığım şey buydu işte. Felsefedeki asıl gayret, teselli sunmaktan ziyade soruşturmaktır ve bu yüzden de insanı rahatlatmaktan ziyade daha da köşeye sıkıştırır. Napolyon para para para demiş, iyi bir felsefeci soruyorum soruyorum soruyorum der ve sorar. Teselli bulup rahatladığın anda başka bir soruyla arkandaki yastığı alır. Bitimsiz bir çiledir belki, ama kimisi de çileden nemalanır.Çileyle beslenme güç bir şeydir.Bak Seneca ne diyor?"Neque enim omnia Deus homini fecit. Quota pars operis tanti nobis committitur?""Tanrı her şeyi insan için yaratmadı. Bizim için olanlar, yarattıklarının ne kadar da azını oluşturuyor böyle!"Bitimsiz bir şekilde bilmeye yazgılı insan ve anlamaya. Bilme işi bilime, anlama işi dine bırakılmış. Kimi zaman bildiğimiz anladığımıza, kimi zaman da anladığımız bildiğimize uymamış. Kimi zaman kol kola girmişler, kimi zaman gırtlak gırtlağa. Ebedî Uzlaşı nerede? Bakış açının yani sana ait olan algı dünyasının ayarını sakince, sağ salimce tutturabilirsen, iyi de yok, kötü de. Katlanılası bir şeyler var, o da, inanıyorsan eğer, Seneca'nın dediği gibi yaratılanların çok azını oluşturuyor.Samanyolu galaksisinin dışına bir kez olsun çıkabilsen, gözlerin o ışıkla karanlığı bambaşka boyutlarda görebilse, kralın kıyafetsizliğiyle de uğraşmazsın, kifayetsizliğiyle de.
>Teşekkür ederim bu uzuuun açıklaman için 🙂 Ben filozofvari sözler kuramam tabiki de.Kendi dilimce şöyle yazayım , senin kadar düzgün aktaramayabilirim diye endişelendim de(çünkü iyi bir yazan değil iyi bir okuyanım) :Samanyolu galaksi District 9'dan sesleniyorum tam da.Her yerden her prizmadan baktım. Dünya kötüye gidiyor. Kralla ilgilensen de ilgilenmesen de "kral çıplak" sa çıplaktır. Kral ya da kralcı hayra alamet eksenlerde, yollarda değiller.. Belki insanlık hep böyleydi ama doğa, kaynaklar çok daha deli bir hızla tükeniyor , vites artıyor , duvara hızla yaklaşıyoruz.Alarm !Hitler konusu ise sanırım yanlış anlaşılmış "iyi" yönlerini kullansa idi, sanatçı olabilirdi demek istemiştim çok güzel çizimleri vardı. Kullanmadı ve tarih onu cani olarak anacaktır.Böyle çok insan var.Onlar suyu hep kararttılar."İyi de yok, kötü de. Katlanılası bir şeyler var" diyorsun ya, bu konuda "uzlaş"abiliriz sanırım. Katlanamıyor isen kalaslar tek tek örülüyor. Aslında steril ve sakin bir durum bu bir yandan :)"Ne haliniz varsa görün uleyn oluyor insan kalasların içindeki ışık bana yeter hesabı :))Senin yukarıdaki şahane açıklamanı daha fazla sulandırmadan şunu da söyleyeyim , seni çok tanımak sohbet etmek isterim. Hatta bir felsefe programı olsa sen konuşsan biz dinlesek. Wikipedi gibi dallandıra dallandıra ayrıntılı bilgi dolsun . Ekşi deki entrylerinin ince dantel gibi olduğunu söylemiştim sanırım.Tebrik ediyorum.Dikkatle takip ediyorum. İnternetin en şahane bloğu tekrar teşekkür ederim.
>"Eros bilincin içine yayılarak, anımsama tarafından devindirilir; vazgeçme düzenine onunla başkaldırır; belleği zamanın egemen olduğu bir dünyada zamanı yenme çabasında kullanır. Ama zaman gücünü Eros üzerinde sürdürdükçe, mutluluk özsel olarak geçmişin bir şeyi olarak kalır… Yitik cennetlerin biricik gerçek cennetler olmasının nedeni, geriye bakıldığında, geçmiş sevincin gerçekte olmuş olduğundan daha güzel görünmesi değil, yalnızca anımsamanın sevinci yitişi üzerine endişe olmaksızın sağlaması ve böylece ona başka türlü olanaksız olan bir sürekliliği vermesidir. Anımsama geçmişi kurtarınca zaman gücünü yitirir."H. Marcuse, "Eros ve Uygarlık", Sf.167,İdea Yay., İstanbul 1998.
>"Denemeler"de ben şunu okumuştum :)"FELSEFE ÜZERİNE Çok gariptir felsefe ne teorik ne pratik hiç bir faydası olmayan bir boş kuru bir laf olup kaldı.Bunun nedeni felsefenin yollarını tıkayan safsatalardır.Hele çocuklar için çatık kaşlı, ulaşılmaz, asık suratlı ve belalı gösterilmekte.Felsefenin insanlara, yaşamaya, başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyebilecekleri vardır."DOĞRU İMİŞ!! Ben bugün bunu gördüm 🙂
>"Kim bilgeliğe varıyor? Kim ona gelip geçerken selam vermek yerine, büyük değer atfediyor? Kim oyunlar ertelenmeden, yağmur günü bozmadan (kendi isteğiyle) felsefeye ya da bir hür disipline eğiliyor?" diye şikâyetleniyor Seneca. Safsata Sofistlerin işi olabilir yalnız.
>bende şu sayfamı paylaşmak isterim, geçerken selamlar sana :)http://www.aysegulyuksel.com.tr/lisede%20felsefe%20bu%20kadar.htm
>Siteni sol taraftaki link bölümüne ekledim.
Geri bildirim: Licentia’dan Cassandra’ya… « jimi the kewl resmi blog! (C. Cengiz Çevik)
Geri bildirim: Mitolojide gökten düşen objeler üzerine (3 Oritis ya da Sideritis) | jimi the kewl resmi blog! (C. Cengiz Çevik)