Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Deprem sadece olduğunda gündeme gelen bir doğa olayı, esasında çoğu yıkıcı doğa olayı öyle. Hayata tutunmamızı ya da sarsılsak da ayakta kalabilmemizi sağlayan önemli unsurlardan biri acılar da dahil olmak üzere her şeyi unutabilme kapasitemiz. Fiziksel olarak hissetmediğim bugünkü (12.6.2017) deprem de bana bunu düşündürdü. Dahası Seneca’nın Naturales Quaestiones (Doğa Araştırmaları) adlı eserine bir kez daha dönüş yapmak durumunda kaldım.
Seneca doğa olaylarını “doğal” neden-sonuç ilişkisi bağlamında açıklarken yaşadığı toplumun ahlakî sorunlarına da dikkat çeker ve Stoacı “doğayı örnek alma / ona uygun yaşama” (secundum naturam vivere) ilkesini savunarak insanların doğal ortam ve süreçteki bozulmalarını insanî varoluşlarının gelişim karşısındaki zayıflığıyla açıklar. Bu durumda doğa ne yapsın? Doğa, tanrısal ilhamla, kendi “doğal” sürecini işletirken kendisinin bir parçası olan ve kutsal aklı tanrıyla paylaşan insan devreye girer ve bu süreci manipüle ederek kendi yıkımını hazırlar. Seneca, klişe gibi gelse de, birçok insan ve aile için acımasız bir gerçekliği ifade eden “deprem öldürmez, ihmal öldürür” varsayımının doğruluğunu kanıtlamaya çalışır.
İnsanoğlunun tüm ahmakça inanışları ve fikirleri, yukarıda bahsettiğim gelişim karşısındaki doğal zayıflığının bir eseriyse, “rahatlatıcı” çözüm nerede? Seneca’ya göre çözüm, kaçınılmaz yıkımın nedeni olan teknolojik gelişimi durdurmak, bilgi düzeyini basite indirmek ve doğayı örnek alarak tüm evreni, görüp görmediğimiz her şeyi saran tanrısal akılla bütünleşerek dünyevî kaygılardan sıyrılmaktır. Gandhi’nin teknolojisi gelişmiş ama yıkıcılığı artmış köhne modern medeniyete karşılık, komünal köylü yaşamına dayanan, basit antik Hindistan yaşam anlayışısını savunması gibi, Seneca da efsanevî Altın Çağ’ı kendine örnek alarak idealize eder ve insanoğlunun önüne nasıl yaratılacağı ve yürütüleceği belli olmayan, ütopik bir toplum anlayışını savunur. Bu çözümün rahatlatıcılığı, elbette dünyevî kaygılardan sıyrılmakta yatıyor: doğaya uygun ahlak ilkelerinin ama özellikle de erdemin (virtus) “en yüce iyi” (summum bonum) kabul edilmesine bağlı olarak tanrısal akılla bütünleşen insan, henüz ölmeden, yani yaşarken ölümsüz tanrılar gibi (onların düşkünlükleri canlarını acıtmıyor olsa gerek!) acıdan, kederden, aşırı hazdan (hazzın yedikçe acıkan karakterinden) ve aşırı mutluluktan (bu da hazdan hallice) sıyrılır, adeta bir zombiye dönüşerek, Cicero’nun “zihin rahatsızlığı” dediği (perturbatio animi) durumuna düşmez, Epictetus örneğindeki gibi, kolunu ya da bacağını kırsanız, fiziksel acı hissetmez, hissetmiş olsa bile bundan rahatsız olmaz.
Kolunun ya da bacağının kırılmasından kaynaklanan acıyı bastırmış biri, başta doğal felaketler yoluyla olmak üzere, her tür ölüm korkusundan da kurtulmuş demektir. Birçok filolog Seneca’nın eserindeki en önemli mesajın bu olduğunu düşünmüştür, ben de aynı kanıdayım. Seneca, diğer Stoacılar gibi, her şeyden önce ölümün küçümsenmesi gerektiğini söyler, ölümü küçümsemek bu dünyayı küçümsemek ve doğal olarak ebedî tanrısal alemi yüceltmek anlamına gelir: İnsan için ölüm bir nostalgia, yani eve dönüştür, gerçekte ait olduğun ama başta da söylediğim gibi kolayca unutabildiğin kaynağa geri dönmendir.
O halde ölüm kötü bir şey değildir, doğal ve tanrısal düzenin bir parçası, her canlıya zorunlu olarak çizilen bir durak yeridir. Bu durağa götüren yollar ve durma gerekçemiz farklıdır, kafamıza yıldırım da düşebilir (bu Eskiçağ’da, Seneca’nın tesellisini sunma zorunluluğunu hissedeceği kadar bşr önemli korku nedeniydi), düşman kılıcının hedefi de olabiliriz. Haliyle, deprem olduğunda da enkaz altında kalarak ölebiliriz, bu da Seneca’ya göre, büyük bir sorun değildir, hatta ona göre kafamıza atılan bir taşla ölmektense binanın üzerimize çökmesi daha iyidir, doğa ya da tanrı bize gösterişli bir son hazırlamıştır. Rahatsız edici bir teselli yöntemi olduğunun farkındayım, ancak tüm Stoacılar gibi Seneca’nın çileci bir duyuşla yaşamı tümüyle değersiz kılarken bundan daha farklı bir teselli sunamayacağını da hatırlatmak isterim, dahası yukarıda da belirttiğim gibi, ona göre zaten ölüm bir eve dönüştür. (Kim evine döndüğünde mutlu olmaz ki?) Sonlu bedene hapsolan sonsuz ruhun The Shawshank Redemption misali kurtuluşunda kötü ne var?
Deprem özelinde ise Seneca terra cognita‘ya yani “bilinen yeryüzüne” baktığında sarsılmayan toprak olmadığını görür. “Nereye kaçabiliriz ki?” diye sorar (yazlıklara?) zira sallayanın da sallandığını ve yeryüzünde olduğumuz sürece hiçbir yere kaçamayacağımızı düşünür. Kaldı ki, “gömme ritüelinin olduğu bir toplumda yaşıyorsak, ölünce zaten üzerimize toprak atılacaktır, ha bizi gömenler, ha doğa depremde kendi isteğiyle bizi gömsün, ne fark eder?” diye düşünür. Mesele sadece ölümün / ölenin etrafında kopan yaygaradır, bu yaygara, Seneca’ya göre, ölümün insan zihninde kötü bir şey olarak kodlanmasının toplumsal nedenlerinden biridir. Deprem korkusu da aynıdır, doğanın istediği küçümsenesi ve halihazırda küçücük bir şeydir yani sadece ölümün kendisi, o halde onu abartarak toplumsal ve psikolojik bir korku gerekçesi kılan yanlış inanış, fikir ve ritüellerden sıyrılmamız gerekir.
Peki, bu sıyrılma nasıl olacak? Elbette felsefe yoluyla ama özellikle de Stoacı kavrayışta felsefenin bir sahası olarak fizik bilimi ya da doğa araştırması yoluyla. Seneca dostu Lucilius’u kendisine şöyle sorarken hayal eder: Peki, doğa araştırmasının ödülü ne olacak? Ödül doğanın bilinecek olmasıdır, bundan daha büyük bir ödül yoktur, zira (evrensel) doğayı bilmek insana evrendeki gerçek yerini ve değerini hatırlatacaktır. Seneca insanın dünyanın kısıtlı, boğucu ve aldatıcı kaygılarına güdümlü olan insanlığını aşmadıkça değersiz bir varlık olduğunu düşünür, depremle ya da başka bir şekilde ölmeden önce, doğayı araştırarak dünyayı sorgulayan insan bu sorunlu insanlık gömleğini çıkarır, çıplak bir şekilde ölümü bekler. Neylersin, Stoacılık böyle manyakça bir şey.