Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

İsimlendirme

Yukarıdaki fotoğrafta bir Ay halesini görüyorsunuz [fotoğraf artık yok, linki de bulamıyorum!]. Buna İngilizcede Lunar corona yani Ay tacı deniyor. Eskiler doğa fenomenlerini adlandırırken, onlara bakıp neye benzediklerini çözmeye çalışmıştır. Haliyle kafalarındaki bilgi, yaptıkları benzetmelerin içeriğini belirlemiştir. Bugünün insanı baksa taca benzetmez de, tutar, daha kendi çağına ve görgüsüne uygun bir benzetme metası kullanır. Peki, bunu ne için yapar? Çok açık, bunu nşa adlandırılabilir kılmak için yapar, başka türlü ondan bahsedemeyeceğini değilse de (ki tanım ve açıklama yolunu yeğ tutabilir) ondan hareketle başka bilgileri de edinebilmek için, belki gizli belki bilinçli bir itkiyle ona adını takar, rahatlar. Bu bizlerin yaşantısında da böyledir. “İlişkinin adını koyalım”, “çocuğun adını koyalım” gibi laflar ederiz, çünkü biliriz ki adı konmamış her şey, kafamızda içerdiği anlamdan kaymaya müsaittir. “Müsait” doğru kelime mi bilmiyorum; galiba değil, “yeti” diyelim, Latincesiyle facultas. Facultas’ta yeti ile fırsat iç içe geçmiştir. Bir şeyin olabilirlik fırsatı ile yetisi öylesine iç içe gemiştir ki, bir şeyin fırsatını bulduğunuzda, yetisi işlemez olabilir; yetisi işlerken de fırsatı yitebilir. Tuhaf bir ikilik değil bu, aksine eldeki şeyin yitiminin de bir fırsat, bir “an” meselesi olduğunu gözden kaçırmaz. 

Aklımdan uçtu gitti” deriz ya, onun gibi düşünün. İsmi konmamış bir şeyin, tasarlanan şeyin akıldan uçup gitmesi gibi, yiteceğini düşünüyoruz. Bu adlandırma meselesini bu yüzden bir çengelleme, çentikleme, iliştirme, ekleme, bağlama, raptiyeleme, tutturma, yapıştırma olarak görmemiz gerekiyor. Doğadaki fenomene bakıyorlar, onu isimleyerek aslında belleğe tutturuyorlar. Bir şeyi belleğe tutturmak zaman içinde, başka şeylerin de tutturulabilmesi imkânını sağlıyor. Bu bir zincir aslında, insan belleği, burada bahsettiğim türden tutturmalardan oluşan bir tespih gibi. Her bir bellek iştirakçisinin kendi başına içerdiği anlam, bütünde bir önem arz ediyor, bunun yanında bütünün kendisi de, ona tespih dememiz gibi önem arz ediyor.
Hal böyle olunca, bir şeyin isimlendirilme yetisi ile fırsatının, damar gibi, üst üste binmiş olması gerçeği, zaman içinde isimlendirmeden yaşayamayan bir insan tipi yaratıyor. İsimlendirme oluşu anlamlandırma telâşıdır. Bu telâşın tanrısal olduğu düşünülmüştür, örneğin Kuran’da Bakara 31 ve 33’te şöyle dile getirilir: 31. “Allah Adem’e bütün isim leri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isim lerini bana bildirin, dedi.” 33. “Ey Âdem ! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Adem onların isim lerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi.” (Veyahut bkz. İsra 110: “De ki: ‘İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır.’“; Taha 80: “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.”)
Hatta Araf 180’de Tanrı’nın isimlerine öyle önem verilmiştir ki, isme ilişkin mevcut kurala uymayanın yerinin cehennem olduğu vurgulanmıştır: “En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.”  Yusuf 40’ta ise insanın öz’le değil, isimle meşguliyetinin kabulü bizzat Tanrı’nın bir savunma mekanizması olarak kendini gösterir: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir.” (Krş. Necm 23: “Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.”)
Kuran’dan alınmış örnekler gösteriyor ki, Tanrı’nın yücelik niteliğine ilişkin vurgular, farklı putlara dönük isimlendirmelere yapılan vurgulara eklemlenmiştir. Burada Tanrı’nın “geçmişteki putperestler beni farklı isimlerle andılar” dediğini görmüyoruz, burada dikkat çeken husus farklı putların, farklı şekillerde isimlendirildiğidir. Görüldüğü gibi Tanrı’nın “en güzel isimler”e sahipliği, onun “övülesi görülen” diğer nitelikleriyle birlikte verilmiş bir bilgidir. Örneğin bkz. Haşr 24: “O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isim ler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.” O halde en güzel isimlere sahip olma yetisi ve fırsatının (yani facultas‘ı), galipliği, hikmet sahipliği, göklerde ve yerde olanlar tarafından şanının yüceltilmesi gibi bir nitelik olduğunu düşünmek durumundayız. Bu da, isimlendirmenin ve isimlendirilmenin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir delildir. Hadislerde de benzer bir “isim aşkı” vardır (Bkz. Kütüb-ü Sitte – Hadisler 100.114: “Peygamberlerin isimleriyle isimlenin. Allah’ın çok sevdiği isim ler Abdullah, Abdurrâhman’dır. En sâdık olanları da Hâris ve Hemmâm isimleridir. En çirkinleri de Harb ve Mürre isimleridir“;  115: “Allah katında en düşük (ahna’) isim Melikü’l-emlâk (mülklerin mâliki) ismidir. Allah’tan başka Mâlik yoktur.”).
İnsanların yaptıkları kötü isimlendirme neticesinde cezalandırılmaları veyahut iyi isimlendirme yapmalarının gerekliliği, boş yere böyle vurgulanmıyor. İsimlendirme bir erk delilidir. İnsanın haleye bakıp, ona taç, çelenk anlamında corona demesi, söz konusu göksel cisimlerin taçlandırılması ve çelenklendirilmesi gibidir. Yukarıdaki örnekler de Kuran’da Tanrı’nın taçlandırılacak ölçüde isimlendirilmesi önemsediğini gösteriyor; bu kaçınılmaz bir durumdur. Zira bizler doğrudan isimlere dayanarak konuşuruz; hatta yaşarız. Verilen isimlerin ne derece yerinde olduğunu ölçebilecek bir merci var mı? Her isimlendirme bir durumun, eylemin, şeyin bir anlık durumuna ilişkin bir maskesini belirleme telâşıdır. Bu yüzden maskelemeyi yanlış yapmanız sizi cehenneme götürür, mantık böyle işler. Bu mantığın işlerliğini çözebilmek için isimlendirmenin neye tekabül ettiğini bilmek gerek. Örneğin Mill, şeyleri ve tutumları isimlendiren kelimelerle, isimlendirme sürecine (naming-process) katılan kelimeleri birbirinden ayırır. Burada açıkça her önermenin aslında, bir ismi onaylama veyahut reddetme durumuna neden olduğu görülür. F. Copleston bunu İngilizcedeki “is” ve “is not”, “are” ve “are not” ile gösteriyor (A History of Philosophy: Utilitarism to Early Analytic Philosophy,  Continuum International Publishing Group, 2003, s.54); bu Latincede “est” ve “non est”tir; yani Türkçemizde “-dir” ve “değildir”. Bir şey ile başka bir şey arasına koyduğunuz “est” veya “non est”, o şeyi öbürü kılmaz; sadece onunla ilgili bir kanaati gösterir. “En güzel isimlere sahip olmak”, “en güzel isimlerin işaret ettiği değerlere denk düşmek” ile aynı değildir. Bu, tıpkı insan yüzünün, taktığı maskeyle denk düşmesine rağmen, o olmamasına benzer. Maskeyi takarsınız ama o olmazsınız, o olsaydınız, onun adı maske değil, “yüz” olurdu. Veyahut en baştaki örneğe bakarsak, Ay’ın veya başka bir göksel cismin etrafındakihalka corona değildir, o corona’ya denk düştüğü düşünülen maskedir.
Derrida diyor ki, “Dilde yalnızca kıyı vardır… Yani gönderme. Göndermeden başka, indirgenemez göndermelerden başka hiçbir şey olmadığı için, gönderge -isim hariç her şey- vazgeçilmezdir veya değildir sonucuna da pekâlâ varabiliriz.” (İsim Hariç, Çev. D. Eryar, Kabalcı Yay., 2008, s.57) Bu ifadenin içinden de, kendisini doğrulayabiliriz. Nitekim göndergenin vazgeçilmezliği veya vazgeçilmez değilliği de, yukarıda Mill’den hareketle tespit ettiğimiz “est” ve “not est” eşitlemesiyle ilişkilidir. Şeyin facultas‘ında hem yetisind,e hem fırsatında başka bir şeye denk düşme ihtimali saklıdır. Bu ihtimal, onu isimlendiren kişinin birtakım ölçütlerine mecburdur. Şeyin facultas’ını belirleyen insansa, onu kullanan da insan olmalı mantığıyla, farklı dinler ve ideolojiler uydurulabilmiştir. Yukarıda verdiğim örneklerde, Kuran’da Allah’ın kendisine rakip görmeden, önceki putların isimlendirilişini hatalı görmesi bu “kalıbına uygun niteleme”nin güdüklüğüne işarettir. Ama burada durup Kuran’daki isimlendirmelerin de, aynı güdüklükten beslenip beslenmediği, ona muhtaç olup olmadığı da tartışmaya açılabilir.
Wittgensteincı “dilin yapısı, dünyanın yapısına tekabül eder; dilin nasıl çalıştığını anlarsak, dünyadaki düzeni de anlarız” kabulü (L. Wittgenstein, Philosophical Investigations, Wiley-Blackwell, 2009, s.250), burada dile getirdiğimiz  isimlendirmenin tespiti anlamına gelir. Özden ve maskelerden önce, o maskelerin takılış biçimlerini incelemek, insanların gündelik hayatta farkına varmadan takındığı tavırları, edindiği safları, telâşları, içiyle-dışıyla girdiği savaşları, ayrılıkları, birleşmeleri, hatta sarsılarak gelmeleri (içinde “sarsılarak gelme”den bahsedilmemiş hiçbir yazım olmasın istiyorum, bu kalıba takıldım birkaç gündür), gelememeleri üzerinde durmadan, onların oluş biçimlerini düşündürtecektir. “En güzel isimler” kişinin lâyık gördüğü şeylere aittir; o hâlde insanların “en güzel isimler” çarpışırsa ne olur? İnsanlık tarihi tespih taneleri gibi, ardı-ardına dizilmiş bu çarpışmaların tarihidir. Kimin isimlendirmede yetkin olacağı tartışıldığına ve isimlendirme de maskeleme olduğuna göre, bizim özde, hakikatte ne için yaşadığımızın bir önemi yok. Bir Kutsal Kitap bile (ki hangi kitap kutsal değildir, o da ayrı bir mesele) kendi isimlendirmesinin mücadelesini vermekle yükümlü olduğunu açık eder. Anlayacağınız, gayet açık.
Reklam

4 comments on “İsimlendirme

  1. gasilhane
    17/02/2010

    >Şöyle bir ayrıntı da var: Adem'e önce 'isimler' öğretilmiş bahsi geçen kutsal kitaba göre, yani ilk insana öğretilen ilk şey isimler.Ancak iki türlü bakılabilir bu olaya.Birincisi ya insan yapımı olan bu kutsal kitap, doğal olarak insani tarafından beslenip kendisi için önemli olanı yazıp anlatmıştır.İkincisi de kitabı gönderen varsa, iddia ettiği gibi yarattığını avucu gibi biliyordur, onun varlığını oluşturan noktalardan geçen bir kitap göndermiştir.İki bakış açısının ortak sonucu, yazının belirttiği gibi isimlerin mühim olduğudur..

  2. Get
    18/02/2010

    >(Francis Bacon, De augmentis scientiarum, L.2, c.13): ||ea demum vera est philosophia, quae mundi ipsius voces fidelissime reddit, et veluti dictante mundo conscriptia est, et nihil aliud est, quam ejusdam SIMULACRUM ET REFLECTIO, neque addit quidquam de proprio, sed tantum iterat et resonat.||

  3. gasilhane
    19/02/2010

    >PS: Bacon kişisinin ilk bakış açısıyla yaşadığını düşünüyorum. İnsanların kutsallar yaratma konusundaki yeteneğine değinen bir kişiydi diye hatırlıyorum.Latince bilmeme kusurumu ise hiç bir fondoten kapatmaz gibi..

  4. nöron
    20/02/2010

    >ben her zaman dili bir icat olarak düşündüm açıkçası. dil bilmeyen insanların, bebeklerin, şempanzelerin vs. de düşünebilmesini ve bellekleri olmasını başka türlü açıklayamıyorum. ancak biz bu icadı kullanmaya o kadar alışmışız ki, bu yöntem dışında bir düşünüş biçimini hayal edemiyoruz. şak diye yapıştırıyor beyin kelimeleri, yapıştırmasa ne olur hiçbir fikrim yok. duyum-algı sürecinde isim koymaya dair radikal fikirler derrida'dan değil de nöropsikolojistlerden çıkacak gibi geliyor ama daha zamanı var sanırım.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: