>Yeniden "İsimlendirme"
>
Nile – Those Whom The Gods Detest
Bu yazıyı, “isimlendirme” başlıklı yazıma gasilhane, Get ve nöron tarafından yapılan yorumları okuduktan sonra yazıyorum. Konu çok katmanlı ve çok düşündürücü olduğundan, farklı yaklaşımları yorum olarak eklemektense ikinci bir yazı yazmayı doğru buldum. İlkin yorumlar için bkz. comments.

Söz konusu yazıda yaptığım Kuran alıntılarındaki “isimlendirme”lerin, Tanrı kaynaklı olduğu görülüyor. Bakara 31’de “
Allah Adem’e bütün isimleri, öğretti.” deniyor. Anlaşılıyor ki isimlendirmenin doğası tanrısaldır. Oysa Eski Ahit’te Genesis II.19’da ve 20’de Tanrı tarafından cennet bahçesine yerleştirilen Adem’in kendisi etrafındaki şeylere isim verir: 19. “
Rab Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan Yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı.”; 20. “
Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu…” Hatta kendisi için yaratılan ikinci insan olan Havva’ya “kadın” adını koyan da Adem’dir: Genesis II.23: “
Adem, ‘İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir’ dedi, ‘Ona Kadın denilecek, Çünkü o adamdan alındı.” İbranicede adama “iş”, kadına “işşa” denir. Görüldüğü gibi kadın sadece erkeğin kaburgasından yaratılmış olmuyor, beri yandan ismini de erkeğin isminden alıyor.
Burada denilebilir ki, Adem henüz cennetten kovulmamış olduğundan hâlâ Tanrı’nın verdiği ilhamla isimlendirmeyi gerçekleştiriyor (nitekim Wesley ve Jamieson-Fausset-Brown yorumlarında böyle bir yaklaşım sergilenir:
Teyit ediniz), bu yüzden Kuran ile Eski Ahit burada çelişmez. Ancak doğrudan metne baktığımızda bu ilhamdan söz edildiğini görmüyoruz; Eski Ahit, Adem’i isimlendirme konusunda tek yetkili görüyor. Ancak her iki bakış açısında da bir şekilde bir insan ya da Tanrı bilincinin “şey”lere isim verdiği açıktır. Peki, gerçekten bu böyle mi? Gerçekten de bu tasarımlardaki Tanrı ya da Adem gibi, isimler bilinçli bir isimlendirme telâşının neticesinde mi oluşmuştur? Bu isimlendirme mantığının nasıl işlediğine ilişkin farklı tartışmalar vardır; bunlardan biri Platon’un Kratylos diyaloğudur. Diyalog doğrudan isimlerin ve dilin kökenini inceler. Bu diyalogdan hareketle isimlendirmenin nasıl gerçekleştiğine ilişkin ortaya konmuş görüşleri düşünmeye başlayalım.
Diyalogda üç kişi var: Sokrates, Hermogenes ve Kratylos. Kratylos, her nesne için doğru bir isimlendirme olduğunu savunur; Hermogenes ise isimlerdeki doğruluğun bir uzlaşmaya yani insanlar arasındaki bir sözleşmeye bağlı olduğunu savunur. Sokrates ise her iki görüşe de eşit mesafede durup, çözümü kendisinin de bilmediğini söyler ve diyalogdaki incelemesine başlar. Burada öncelikli olarak dikkatimizi çeken husus, Kratylos’un bir nesneye verilmiş ismin kesinlikle doğru olduğunu düşünmesidir. Bu bir ölçüde Tanrısal isimlendirmeyi andırır, çünkü Tanrı da verdiği isimde yanılmayan bir kduret olsa gerektir, en azından Kadir-i Mutlak / omnipotens Tanrı tasarımı bu yönde olmalıdır. Sokrates bu noktada devreye girer ve nesnenin bir yansıması olan resim sanatında olduğu gibi isimlendirme de yanlışlığın olabileceğini savunur; dahası dildeki bu yanlışlar cümlelere dek uzanabilir. Böylece filozof, Kratylos’un “isimlerin bilinmesiyle nesnelerin de bilinebileceği” tezini yadsımış olur. Sokrates’e göre nesnelerin araştırılmasında isimleri kılavuz almak, insanları yanılgıya götürebilir; o hâlde nesneleri doğru bilmenin yolu, doğrudan nesnelere başvurmaktır, isimlerine değil.
Hermogenes diyalogda dilin bir sözleşmeye dayandığını düşünerek, Demokritos’a ait olan “insanların aralarında ilişki kurabilmeleri için nesneleri anlaşarak adlandırdıkları” görüşüne yaklaşır; Kratylos ise tam değilse de, Herakleitos’a ve “yanlış konuşmanın ve yanlış isimlendirmenin mümkün olmadığını savunan” Antisthenes’e yaklaşır. Yorumculara göre, Platon bu diyalogunda Kratylos’un “isimlerdeki kusursuzluk” görüşünü yıkmaya çalışmaktadır. Bu yıkımdan nasibini alan aynı zamanda Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” savıdır; böylece sofizme açtığı savaş anlamlı bir darbeyle neticelenmiş olur. Sonuç olarak şuraya varıyoruz: Platoncu düşüncede insan her şeyin ölçüsü değildir, bu yüzden onun yapacağı isimlendirme de “kendinde iyi” ve “kusursuz” olarak değerlendirilemez. Oysa Eski Ahit’te Adem cennet bahçesindeki isimlendirme yetkisini elinde bulundurarak, bu eylemini tartışmaya açmıyordu (Genesis 19-20)., hoş tartışabileceği herhangi biri de yoktu Havva dışında (onunla böylesine kafa şişiren bir konuyu tartışmaktansa cinsel birlikteliği tercih etmiş olması yerinde bir karar olsa gerek!) Kuran’daki Adem ise isimleri bizzat Allah’tan öğreniyordu (Bakara 31). Yani her iki durumda da, isimlendirme ölçüsünün insan ve “Allah kaynaklı” insan oluşu, Platoncu idealizmde kendine yer bulamaz.

Sokrates Kratylos diyalogunun bir yerinde (408c) şöyle der: “
Sözün her şeyi belirttiğini, her şeyi durmadan dolaşımda tuttuğunu biliyorsun. Söz de iki türlü oluyor: Gerçeği ve düzmecesi… Gerçek olanı düzgün, kutlu olup yukarıda tanrılar arasındadır; kaba, pürüzlü, sert, tekeyi (tragikon) andırır. Masalların, yalanların çoğu burada, bu trajik yaşamada bulunur.” Sokrates burada teke anlamındaki tragikon isminden doğan tragedyaya özgü yaşama vurgu yapıyor, hem de sağlam bir söz oyunuyla. Sözün gerçeğinin tanrılar katında, düzmecesinin ise aşağıda oluşu; ilk isimlendirme yazımda, Kuran’dan yaptığım alıntılardaki Tanrı kelâmına özgü “yanlış/günah isimlendirme” tespitlerini andırıyor. Taha 80’de “
En güzel isimler O’na mahsustur” ve Yusuf 40’ta “
Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir.” tespitleri ile Sokrates’in buradaki avama özgü düzmece sözler (kötü isimlendirmeler)
tam anlamıyla örtüşür. O hâlde anlaşılıyor ki, her iki kaynakta da (Sokrates ve Kuran) doğru isimlendirmenin ölçüsü insan değil Tanrı’dır (veya tanrılardır). Buna mukabil, Eski Ahit’te ise ölçüt Adem’dir yani insanın kendisidir. Bu, iki İbrahimî dinin mantalite farkını ortaya koyması bakımından kayda-değer bir veri. Biri diğerinden daha insana özgü olmakla birlikte, her ikisinde de insan cennetten aynı sebepten ötürü kovulmuştur.
Sokrates, Kratylos’ta “isim aramaya yarayan bir araç, gerçekliği belirtmeye yarayan, mekiğin dokumaya yaradığı gibi” derken aslında öz’e işaret ediyor. Bir öz var, bir de onu yansıtan isim. Yansıtıcı yanılıyor olamaz mı? Verilen isimler de yanılabilir, Adem isimlendirme esnasında yanılmış olabilir mi? Verilen her ismin yanlış olduğunu düşünün, o isimlerden hareketle yarattığımız, tasarladığımız âlem de yanlışlıklardan oluştuğu için, tümüyle yanlış bir noktaya doğru savrulmuş olmaz mıyız? Latincede “nomen” isim anlamına gelmekle birlikte, “ünvan, şan, lakap” anlamlarında da kullanılır. Aslına bakarsanız, “isim” bile daha yukarıdan bakıldığında bir “ünvan” gibi görünür. Sonuçta o, verildiği (ya da “alındığı” mı demeliyiz?) şeyin kendisi değil de işaretçisidir. İsim bir araçtır. O hâlde isimlendirme işlemi de, aracın şekillenmesinden öteye gitmez. Bu da bir nevi simulacrum ya da reflectio’dur.
İki konu üst üste geldi, bu ara Seneca’nın Naturales Quaestiones’indeki gökkuşağı bahsiyle uğraşıyorum. Orada da buradakine benzer bir nesne ve yansıtıcı ikiliği var. Seneca’ya göre gökkuşağı oluşumundan sorumlu iki şey vardır: Güneş (sol) ve bulut (nubes). Bulut ayna görevi görür. Güneş ışığı bu aynadan bize seker (yansır); biz gökkuşağını farklı renkler olarak görürüz. Bunun nedeni söz konusu yansıtıcının yani bulutun/aynanın güdük yapısıdır (ob vitium figuramque speculi). Böylece Güneş’in görüntüsü (imago solis) bize başka başka görünür. İsim için de “araç”, “yansıtıcı” dediğimize göre, o da tıpkı bulutlar gibi aldatıcı bir nitelikte olup, özü farklı yansıtabilir.
Seneca eserinde şöyle diyor:
”
Sadece renk farklılığını gizleyecek ölçüde uzakta bulunan, dikkatli incelemeye muhtaç şeylerde değil, aynı zamanda yakından görülebilir olan şeylerde de hiçbir şey görüş yetimizden daha aldatıcı değil.”
Şeyi olduğu gibi göremediğimizden şikayetçi olunuyor; sudaki çubuğun kırıkmış gibi görünmesini düşünün. Aslında o “öyle” değildir, göründüğü gibi olmayan bir şeyin “öyle” olmamasının nedeni yansıtıcının yapısıysa, o yansıtıcının doğasının neden böyle kusurlu olduğunu da tartışmaya açabiliriz. Görüş yetimiz aldatıcı olmayabilirdi, gerçi böyle bir durumda her şeyin daha iyi olacağını da bilmiyoruz. Dahasını da söyleyeyim, şu an sınırlı ölçüde gördüklerimizin gerçekten de kusurlu ya da sınırlı olup olmadığını bile bilme imkânımız yok; gökkuşağının oluşumuna ilişkin ortaya koyduğumuz “yansıtıcıda kusur bulan” veriler ancak Güneş’in “normalde”, “özde” birçok değil tek bir renk sunması gerektiğine olan inancımızdan kaynaklanıyor. Zira biz Güneş’e ilişkin duyusal yeteneğimizle (ki onun yanılabilir olduğunu yukarıda söylemiştik) edindiğimiz bir veriyi (Güneş’in rengi sarıdır) temel alıp diyoruz ki “yansıtıcıdaki kusur yüzünden Güneş ışığı farklı renkler doğuruyor”; oysa böyle diyerek, en başından beri her şeyi yanlış görüp yanlış isimlendirmiş olabileceğimiz ihtimâlini göz-ardı etmiş oluyoruz. Güneş’in her zaman gördüğümüz Güneş, aynanın her zaman gördüğüm ayna, kutsalın her zaman kabul ettiğimiz kutsal olması gerektiğini neden düşünüyoruz? Neden, kaynağı ve edinim metodu ne olursa olsun, edindiğimiz bilginin bu kadar güvenilir olduğunu düşünüyoruz?
Bilgimize duyduğumuz bu güven, kaçınılmaz olarak isimlendirmelerimizi de kusursuzmuş gibi gösteriyor. Gerek Eski Ahit’teki gerekse Kuran’daki Adem tasarılarının bizleri şaşırtmaması gerekiyor. Kafasına odunu yiyince bayılabilen, saksı düşünce tüm belleğini yitirebilen bir canlının en doğru tasarıma, en doğru isimleri kullanarak, en doğru şekilde ulaştığını düşünmesi ukalaca bir davranış değil midir? Defectus defector (güdük asi) nitelikli insan, hem kusurlu yansıtıcı, hem de bir o kadar cüretkâr. Dahası ben bu tespiti yaparken de, bir o kadar kusurlu olabilirim. Daha da dahası kendi kusurluluğumun tespiti de kusurlu olabilir; sonsuz kere sonsuz kusur. Gerçekte hiçbir şey yok, bütün bunlar Hurley’in rüyası da olabilir. Şimdi bütün bu düşün aktivitesinden sonra, tv’de bir masa etrafında bağırarak tartışmaktan kızaran, ses telleri hasar gören ama yine de dinlemeden konuşan insanları ve tartıştıkları şeylerin ne kadar rüyadan ibaret olduğunu düşünün. İnsan bir yerde durmak durumunda, bu rotayı takip edersek, infilak ederiz.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
>popülizm yapıp bir nazım hikmet kıblesiyle cevap veriyorum sana jimiBe hey jimiSenin dışında değil miydi kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı? Yoksa kendi altında sen kendinle mi yattın? Diyelim ki senden evvel baban yok İsa gibi.Yine fakat bacakları arasından çıktığın Meryem gibi bir anan da mı yok!
>Muhyiddin İbn Arabî'ye göre İnsan ismi, Nisyan ismini kapsıyor. Ve 'insan, Tanrı'nın isimlerinin yansıması, bu açıdan Tanrı'nın bedenidir' diyor. Bahsettiğimiz herşeyin bir yerlerde gerçeği var ona göre, bu gerçek tamamen Tanrısal. Evren ve insan, Tanrı'nın isimlerini alıp yansıtarak can bulmakta.İbn Arabî'ye göre; sadece insan, Tanrı'nın bütün isimlerini yansıtabilecek kapasitede, insanın 'unuttuğu' bu.. Socrates'ten daha çok ortada kalmış gibi görünüyor; mutlak doğruya inanıyor, aynı zamanda mutlak doğruyu bir şekilde/çoğu kez yetersizce yansıttığımıza. İbn Arabî adlı felsefeciyi dinlediniz..
>jimi resim ekleyip gideyim http://friendfeed-media.com/0f9bdf69ea9c23deeff9b3f1655b414d90047ad3ekşi entrilerine bakayım biraz 🙂