Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Filogazete’de “gençler, seçim ve öfke-akıl” güncesi…

Merhaba,

19 Mayıs 2023 tarihinde Filogazete’nin konuğu oldum.

“Gençler, seçim ve öfke-akıl” üzerine konuştuk. Videosu aşağıda. Videonun altında ise konuşma için hazırladığım notlarımı paylaşıyorum. İyi izlemeler ve okumalar!

Bu akşam bu toplantının başlığı “Gençler, seçim ve öfke-akıl” olarak belirlenmiş, ben de gençlikle ilgili bir anıyla başlamak isterim.

Hüseyin Cahit Yalçın, tartışmalı bir figürdür, biliyorsunuz, bir gün Falih Rıfkı Atay’ı matbaada ziyaret ediyor ve gençlik fotoğraflarını görüyor masada ve şaşırıyor Falih Rıfkı Atay “sizde yok mu bu fotoğraf” diye soruyor, Hüseyin Cahit Yalçın da şöyle cevap veriyor: Gençlik fotoğraflarımdan hiç birini saklamam. Her sabah aynada nasılsam oyum”. diyor.

Bu anı bize de düşündürüyor? Bana kalırsa gençliğin çarçabuk geçip gitmesine ve buna bağlı olarak yaşanan bir yaşlanma korkusuna gösterilen bir reaksiyon ve bu reaksiyon kaçınılmaz bir gerçeklikten hareket ettiği için çok güçlü bir reaksiyondur aslında, ha sen gece yastığa kafanı koyduğunda artık eskisi kadar genç değilim ve eskisi kadar gençliğin sağladığı yararları deneyimleyemiyorum, diye düşünüp kederlenebilirsin ama bu kederden kurtulmanın çözümü yine  kendi var oluşunu ve tüm evrenin var oluşunu tarihsel ve süreçsel bağlamda neden-sonuç ilişkiler silsilesini ciddiyetle düşünmektir. Bizim böyle biz düşünme faaliyetinde bulunmamızı sağlayan yol ve yöntem felsefeden gelir. Biz felsefe sayesinde, gerçekte neyin ne olduğunu sorgulamaya düşünmeye ve anlamaya başlarız.

Her ne durumda olursak olalım, “felsefe yapma” ihtiyacı hasıl olur. Felsefe yapmanın belli bir dönemi yoktur.

Antik Yunancada φιλοσοφέω fiili hem “bilgiyi sevmek, onu amaçlamak, onun peşinden gitmek” hem “ciddiyetle, özenle araştırmak, tartışmak, incelemek”, hem “bir şey üzerine kafa yormak” hem de “felsefenin kendisiyle meşgul olup, felsefe öğretmek” anlamındadır. Yani Araştırmak, felsefeyle meşgul olmak, felsefeyi başkalarına aktarmak aynı fiille ifade edilmiş.

Biz de bu akşam bu fiili gerçekleştirmek için buradayız.

Bugün 19 Mayıs 2023, 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkışının gençlik ve spor bayramı kapsamında kutlandığı bir gün. Bu resmi bayramın resmi adı “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”dır.
İlkin 1926’da Gazi Günü adıyla Samsun’da kutlanmış.

Daha sonra Beşiktaş kulübünün girişimiyle Galatasaray ve Fenerbahçe kulüplerinin sporcularının katılımıyla “spor”la ilgili bir bayram hüviyetini kazanmış. Nitekim Beşiktaş kulübünün kurucu üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni tarafından bugünün “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” olması teklif edilmiş.
20 Haziran 1938’de de bir kanunla “Gençlik ve Spor Bayramı” yapılmış.

Bu gençlik ve spor bayramı 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren’in başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı olan 1981 yılını “Atatürk Yılı”, 19 Mayıs’ı da “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak değiştiriliyor.

Başka deyişle bayramın bugün kutlanan halini, öncelikle Beşiktaş kulübüne ve sonra 12 Eylül darbesini yapan generallere ve Kenan Evren’e borçluyuz

Şimdi burada duralım ve düşünelim.

Az önce “philosopheo” fiilinden bahsettim, “özenle araştırmak” anlamına değindim. Biraz özenle düşünüp araştıralım.

Bir tarihsel tutamak daha sunmak istiyorum.

Türk Tarih Kurumu’nun bastığı “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 1-3”, bu kitabı herkese tavsiye ederim. Atatürk’ün kendi görüşlerini onun bunun kitabından değil, farklı tarihlerde farklı amaçlarla yaptığı konuşmalardan öğrenin. Bu kitap benim için çok öğretici olmuştur.

Bu kitabın üçüncü bölümünde yani üçüncü cildinde 86. sayfada “sporun gayesine dair” başlıklı bir konuşma var, 16 Ağustos 1923’tarihli bir konuşma bu ve henüz Cumhuriyet kurulmamış. Konuşma Ankara Türk Ocağı’nda yapılıyor, Mustafa Kemal’den önce Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen bey spor faaliyetlerine ilişkin bir bilgilendirme yapıyor, sonra Mustafa Kemal şöyle bir açıklama yapıyor:
“Biz henüz Avrupa derecesine gelmedik. Sporda tek ve sarih bir gaye göz etmek lazımdır. Sporu ya propaganda için yapacağız yahut da bedeni tekamülümüzü temin için yapacağız.” (Vakit Gazetesi, 17.8.1923, 1. Sayfa)

Bugün kişisel spor faaliyetlerini saymazsak, spor özellikle kulüpler bazında ne propaganda içindir ne de beden tekamülünün temini içindir. Eğlence sektörünün bir dalı olarak daha çok para ve şans şöhret için yapılan bir şeydir.

Milli maçlarda elbette propaganda amacı hala olabilir ama son Dünya Kupasında da gördük ki milli takımlar bile artık o kadar milli değil, Dünyanın her yerinden taraftarların herhangi bir milli takımı destekleyebildiği bir organizasyon olmuştur Dünya Kupası. Bu yüzden ortada bir propaganda varsa, o propaganda daha çok eğlencenin daha çok para kazanmanın propagandasıdır. Bu durumu kötülüyor veya olumsuz diyor değilim, sadece tespit etmeye çalışıyorum. Ancak hangi saikle olursa olsun, birçok gencin spor kulüplerine yazılarak çok genç yaştan itibaren herhangi bir spor dalında kendilerini geliştirmeleri, her şeye rağmen, çok iyi bir senaryodur, çünkü sağlıklı olmak için spora ihtiyaç var ve sportif başarı için düzenli ve disiplinli bir eğitimden geçmek ve bunu da bir kulüp içinde yapmak gençlerin hem sosyalleşmesi hem de bedensel tekamüllerinin temin için iyi bir durumdur.

En nihayetinde “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Yeri gelmişken bu sözün kaynağını da aktarayım, bu sözü literatürde ilk söyleyen MS birinci yüzyılda yaşamış olan Romalı yergi şairi Juvenalis’tir.
Juvenalis bir yergisinin bir dizesinde şöyle diyor (10.356):

“orandum est ut sit mens sana in corpore sano.”
“Sağlam bir bedende sağlam bir zihin olması arzulanmalıdır.”
Veya
“Sağlam bir bedende sağlam bir zihin olması için dua edilmelidir.”

“mens sana” “sağlam zihin” demektir. Bunu yorumlu bir çeviriyle “sağlam kafa” olarak çevirebiliriz, bu hatalı değil.

“Sağlam vücut”u anlıyoruz, peki “sağlam kafa” ne demektir?

Bir kafa nasıl sağlam olur?

Öncelikle antik felsefeden hareketlenmek istiyorum. Bazı felsefe tarihçilerine göre, George O. Cutler bunlardan biridir. Onun 1862 tarihli The Philosophy of Intellectual Education, Ancient and Modern başlıklı muazzam bir kitabı vardır.
O kitabın bir yerinde şunu söyler:

“Epikuros ve takipçileri hazzı tanımlarken, onun “en yüce iyi” ve “insanın temel mutluluğu” olarak tanımlarken, aslında hazları sadece bedenin memnun olduğu anlar olarak görmüyorlardı, aksine güçlü, sağlıklı ve sağlam bir bedene ve tüm yetilerini tümüyle kullanabilen, kaygı ve huzursuzluktan uzak bir zihne sahip olmaktan ileri gelen hazları kastediyorlardı.”

Bu müthiş bir tanımdır.

Güçlü, sağlıklı ve sağlam bir bedene sahip olmak yetmez, aynı zamanda tüm yetilerini kullanabilen, kaygılı veya huzursuz olmayan bir zihne sahip olman lazım.

Felsefe tarihçi Cutler devamında şöyle diyor: “Epikourosçuların etik teorisi şu meşhur sözle uygun bir şekilde özetlenebilecektir: ‘Mens sana in corpore sano.'”

Buradan anlıyoruz ki “mens sana” yani “sağlam kafa” işleyen ve kaygıdan uzak kafadır. Yani bugün Twitter’da dolaştığınızda gördüğünüz gençlerin büyük bir bölümü, bu tanıma göre, “sağlam kafa”ya sahip değildir.
Birçoğunda “kendi kafası” da yoktur, başkalarından ödünç alınmış kafalardır onlarınki.
Ya bir ideolojinin ya bir dinin ya beğenilen bir politikacının uygun gördüğü bir kafayı alıp kendi vücutlarına koymuşlardır veya en azından böyle görünmeyi tercih ediyorlar.
Bu her zaman böyle miydi muhtemelen böyleydi, ama gerçek anlamda sağlam bir kafaya kavuşabilmek için başkalarının bize uygun gördüğü kafalardan kurtulmamız lazım.

Yeri gelmişken bir örnekten bahsetmek istiyorum. Dün birisi anlattı. Bir ortaöğretim okulunda 19 Mayıs törenleri kapsamında, gençler eğlenirken veya bayramı kutlarken, bir hoca Plevne marşını başka bir hoca İzmir marşını çalmak istemiş gençlere.
Gençlere yönelik ideolojik yönlendirme çabasının muazzam bir örneğidir bu.

Plevne Marşı’nı biliyorsunuz:

Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Pasa
Plevne’den çıkmam diyor

Olur mu böyle olur mu
Evlât babayı vurur mu
Sizi millet hainleri
Bu dünya size kalır mı

İzmir Marşı’nı da biliyorsunuz.

İzmir’in dağlarında çiçekler açar,
Altın güneş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar, hep yel gibi kaçar,
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa;
Adın yazılacak mücevher taşa.

Bu iki marş iki farklı ideolojinin iki farklı marşı değildir, aslında aynı ideolojinin aynı saikle oluşturmak istediği genç profiline uygun iki marştır. Biz şu anda savaşta mıyız? Şu anda düşman işgali altında mıyız? Şu anda tank tüfek arasında bir yaşam mücadelesi, yeni bir ülke yaratma veyahut mevcut ülkeyi silahlı koruma gibi bir ihtiyacın olduğu bir iklimde miyiz? Hayır. Öyle ya da böyle, kör ya da topal işleyen bir demokratik düzendeyiz. Paşaların değil, seçimle iktidara gelen ve gitmesi gereken siyasal figürlerin olduğu veya olması gerektiği bir dönemdeyiz.
Bizim çağdaş, demokratik, özgür bireyler olmaya ihtiyacımız var. Plevne Marşı ile İzmir Marşı’nın gündemleri tarihte kaldı, bugüne ve yarına dair yeni bir söz söylemek lazım.

Nitekim bana okulda bu marşların üzerinden yaşanan ideolojik çatışmayı anlatan kişi, daha sonra gençlerin Simge’nin “Aşkın Olayım” şarkısını dinleyerek coştuğunu anlattı. Galatasaraylı futbolcu İcardi gol attığında tribünlerde çalan şarkı, taraftarları, futbolcularla kaynaştıran, öyle yada böyle bir gençlik heyecanı yaratan bir şarkı. “Yahu bizim kabaca yüzyıllık marşlarımızla böyle basit bir şarkı kıyaslanır mı?” Kıyaslamıyorum ama aşkın olayım şarkısı en azından gençlere genç olduklarını, aşık olmayı, aşık olmanın insanı nasıl güzel duygularla doldurduğunu, ortak bir amaç için bir araya gelen insanlar arasında ne büyük duygusal bir bağ olacağını, futbol gibi bir olayda bile hatırlatıyor. Adı üstünde bu zaten “gençlik ve spor bayramı”, gençleri Boğazlarsan,, sıkarsan onları istediğin ideolojiye zaten çekemezsin, bir süre boyunca gençleri kendin gibi bir ideolojinin neferi kılabilirsin ama o gençler ilk fırsatını bulduğunda bu gömleği yırtar atar, gider Aşkın Olayım şarkısını dinler.

Gençleri rahat bırakın. İsteyen marş dinlesin elbette ama ey hocalar önce siz kendi ideolojik kamplarınıza uygun gençler yetiştirme arzusundan vazgeçin. Gençleri rahat bırakın, bırakın oradaki şarkıyı onlar seçsinler, bırakın bari onlara adanmış olan bu resmi bayramda kendi tercihlerini yapsınlar.

Az önce “gerçek anlamda sağlam bir kafaya kavuşabilmek için başkalarının bize uygun gördüğü kafalardan kurtulmamız lazım” demiştim.

Peki bu nasıl olacak, nasıl olacak da başkalarının bize uygun gördüğü kafalardan kurtulmayı başaracağız?

Tahakküm kaynaklarından kurtulmamız lazım.

Bu tahakküm kaynakları nelerdir? Bunlar yerleşik inanış ve kanaatleri dayatan tüm tahakküm odaklarıdır. Öncelikli tahakküm odağı aile, yani anne-babadır, sonra onun en küçük birim olarak desteklediği toplumun ve devletin kendisidir. Aile, toplum ve devletin tarihsel, kültürel ve ekonomik gerekçelerle dayattığı değer yargılarıyla ilk karşılaşılan yerdir. Bize kim olmamızın, bu yaşam sahnesinde nasıl bir rol üstlenmemiz gerektiğini ilk dayatanlar anne babalarımızdır. Sonra da işte hocalar, kocalar, devlet büyükleri, vs.

Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler 4.46’da Herakleitos fragmanlar listesine de giren uzun bir alıntı yapar. Filozoflar ve felsefeciler buradaki alıntıda yer alan Herakleitos’a atfedilen sözlerin gerçekte ne kadar Herakleitos’a ait olduğu konusunda şüphelidir. Bu konuya değinmeyeceğim, hem Herakleitos fragmanları derleyerek çevirdim, hem de Marcus Aurelius’un kendi eserini çevirdim. İkisiyle de senelerce meşgul olan biri olarak şimdi bu konuyu es geçiyorum, yeri gelirse konuşuruz. Marcus Aurelius’un aktardığı bu cümlelerden birini sizinle paylaşmak isterim.

“Hiçbir şeyi anne babamızın çocukları olarak yapmamalıyız yani sadece bize söyleneni benimsememeliyiz.” (4.46)

Biz anne babamızın bize çizdiği sınırlara mahkum olmayan çocuklar ve büyüdükçe de bireyler olmalıyız. Konuya nereden gelmiştik? “mens sana” yani “sağlam kafa”dan. Sağlam kafaya sahip olmak istiyorsak, aileden başlayarak, dayatılan tüm değerleri yeniden değerlendirmek zorundayız.
Bunun için yine Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler 4.46’daki Herakleitos alıntılarına geri dönelim.

Az önce aktardığım alıntıdan önce şu alıntılar var, bence bağlamları ortaktır:

“Yolun götürdüğü yeri unutan insanı hatırlamalı.”
“İnsanlar kesintisiz bir şekilde ilişkide oldukları şeyle, yani her şeyi yöneten akılla, uyumsuzluk içinde ve her gün karşılaştıkları bu şey onlara yabancı bir şeymiş gibi görünüyor.”
“Uykudaki insanlar gibi hareket etmemeli ve konuşmamalıyız, nitekim uyurken de hareket ettiğimizi ve konuştuğumuzu sanırız.”
Herakleitos veya Marcus Aurelius bizi evrensel aklı yani logos’u anlamaya çağırıyor.
Toplumsal değer yargıları, dinlerin ve hatta ideolojilerin dayattığı ilke ve düşünceler evrensel / doğa yasalarıyla çelişebilir, biz onların etkisi altında, içinde doğduğumuz dünyada sanki uykudaki biri gibi, gerçekte ne olduğumuzu bilmeden yaşayıp gidebiliriz. İşte Herakleitos bizi, bu uyku halinden kurtarmak veya bizi uyandırmak istiyor. Biz kendi akıllarını kullanmak yerine ebeveynlerinden gelen buyrukları yerine getiren çocuklar gibi olmamalıyız.

Fasit daireye girmek istemiyorum.

En azından Marcus Aurelius’un bağlamında, felsefenin rehberliğinde anlayabileceğimiz bazı unsurlar vardır. Bunların en önemlisi bu bedensel dünyanın geçiciliğidir. İnsan önce bunu kavramalı. “Ölüm” insanın unutmaması gereken bir durumdur. Bir gün öleceğiz. Bu evrendeki değişimin bir gereğidir. Evrende sürekli bir değişim vardır. Şan, şöhret, mal, mülk, para dünyevi değerler geçicidir ve sonsuza dek bize ait değildir, insanlar adeta bir tiyatro sahnesindeymiş gibi bir yaşam sürerler ve doğdukları andan ölene kadar farklı roller üstlenebilirler. Bu dünyayı paylaşan herkes aynı tiyatro sahnesinde oynayan oyunculardır bu yüzden hepsi birbirinin kardeşidir, evrensel bir kardeşlik vardır dünyada. Bu öyle bir kardeşliktir ki Marcus Aurelius başka insanların yaptığı hataların, bizi incitse bile bizim o hataları yapan kişilerden uzaklaşmamamız gerektiğini düşünüyor, çünkü o hataların bu evrende büyük resmi değiştiren ve evrendeki dönüşümün ve değişimin yönünü değiştiren bir karakteri yoktur, çünkü bu evrende her şey birbirine dönüşerek bir arada ve birlikte var olur.
Marcus Aurelius’a göre “sağlam kafa” için tıpkı Epikurosçular gibi, kaygıdan uzak olmalıyız. Eğer toplumsal koşullar bizi çok kaygılandırıyorsa, böyle bir durumda kendi içimize dönmemiz gerektiğini söylüyor bu Romalı imparator filozof. Bu ölçüyü kaçırmadan yapılması gereken bir içe dönüştür. Marcus Avrelius saraydaki yaşamında ne zaman bunalsa felsefeye dönmesi gerektiğini söyler.

Bu hepimiz için geçerli bir durumdur, mevcut Siyasal iklimde bizi kaygılandıran bir durum olduğunda için çekilerek, kendimize bir felsefi düşünme alanı yaratmamız lazım. Bu düşünme alanında bizim neyin kaygılandın, olguları ve kavramları parçalayarak neden sonuç ilişkiler silsilesi içinde bir değerlendirme yapmamız lazım. Bu kolay bir şey değil ama imkansız bir şey de değildir.

O halde sağlam kafa için yeniden felsefeye dönmemiz gerektiği kanaatine geliyoruz.

Bu noktada güncel Siyasal iklimde neden kaygılandığımızı düşünürsek, bazı fikri olgu ve kavramlarla karşılaşırız. Bunlardan birisi yurdumuzu sevdiğimiz onun adına kaygılanıyor olmamızdır. Peki gerçekte yurt ve yurt sevgisi ne anlama gelir?

Yurt ve yurtseverlik üzerine düşünmeye başlayalım.
Çok önemli bulduğum bir çalışma var, Maurizio Viroli’nin Vatan Aşkı:: Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme başlıklı kitabı Türkçeye çevrildi. Abdullah Yılmaz çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı, yeni baskısı var mı bilmem. Ama sahaflardan falan bulabilirsiniz.

Bu kitapta yurtseverlik birkaç açıdan değerlendirilir ve cumhuriyetçi yurtseverlik ve yurtseverliğin pozitif ve negatif yorumları üzerinde durulur.

Şimdi bizi izleyenler diyecekler ki “yurtseverliğin negatif yorumumu var?” “yurtseverlik kendi başına iyi bir şey değil mi?” Bu soruları şaşkınlıkla sormaları hiç şaşırtıcı değil neden, çünkü bugüne kadar yurtseverlik veya ülkeyi sevmek kendi boşuna tüm değer yargılarından bağımsız olarak iyi bir şeymiş gibi kabul edildi, tüm eğitim sistemimiz bunun üzerine kuruldu, tüm Siyasal partiler ve askeri kanat bu düşünceyi zerk etti. Yurtseverlik kötü bir şey olmayabilir ama en azından farklı açılardan değerlendirilerek sorgulanması mümkün olan bir şeydir. Bu yüzden yurtseverlik kavramını biraz deşmek istiyorum izninizle.

Ama önce şunu söylemek istiyorum: tarihte ve düşünce tarihinde bugün bizim aykırı, sapkın, rahatsız edici bulabileceğimiz düşünceler savunulmuştur, bunları öğrenmemiz ve tartışmamız bizim zihnimizi kirletmez, aksine geçmişteki tartışmalar üzerine kafa yorarak eski ve yeni düşünceleri yeniden değerlendirme fırsatını buluruz ve bu fırsata bu gün aykırı görülen bu görüşler de dahildir, bu yüzden alelacele tepki gösterilmesinı istemem. Felsefe alelacele tepki gösterebileceğimiz bir düşünme etkinliği değildir, düşünmemizi gerektir, ben bir süre düşünmemiş olan insanların alelacele fikirlerini ciddiye almam, burada bir süredir üzerinde durduğum bir kaynak taraması yaparak edindim fikirleri önünüze getiriyorum. Bu fikirlerin savunucusu değilim, bu fikirlerin okuyucusu ve yargılayıcısıyım hasbelkader.

Örneğin Justus Lipsius 1584’te kaleme aldığı De constantia adlı eserinde yurda duyulan sevginin alın yönetimiyle çeliştiğini söyler, bilge insan en yüce amaç olarak ruhunun esenliğini hedefler, yurdunun değil. Yurtseverlik ona göre bir kötülüktür, bir aşırılık işareti, aklın doğru yerinden şaşmasıdır.

Bu görüşün temelinde yurt veya vatanın aslında doğal ihtiyaçlardan ötürü oluştuğu, kendi başına kutsal bir anlamının olmadığı düşüncesi yatar. “İlk insanlar arasında zamanla zorunlu olarak belli bir cemaat oluştu ve farklı şehirlere bir toplumsal katılım sağlandı. Aralarında toprağı belli sınırlar ve büyüklüklerde böldüler. Ortak tapınakları, pazar yerleri, hazineleri, yargılama mekanları oldu ve ilk olarak seremonileri, törenleri ve kanunları oluştu.”

Modern yurtseverlik dili batı sosyal bilimleri nde antik dünyanın mirası üzerine kurulmuştur. Modern filozoflar tarihçiler ve şairler yunan ve Roma kaynaklarından yurtseverliğin dinsel ve politik içeriğini almışlardır.
“Antik yurtseverlik önemli ölçüde dinsel bir duyguydu.
Her kişinin Atayurdu o kişinin yöresel Yada milli dinin kutsal gördüğü toprak parçası, atalarından arta kalanları barındığı, ruhlarının dolaştığı yurttu.” Bu, Viroli’nin doğru bir tespitidir.

Yurt ile din arasındaki ilişki Haçlı Seferleri’nde de dikkat çeker. 2. Urbanus’un Haçlı Seferleri’nde ölenler sadece Tanrı Sevgisi için değil, kardeş sevgisi için de ölmüşlerdir açıklamasını “yurt sevgisi” bağlamında yorumlayanlar vardır. Ama genel olarak yurt sevgisi ile geçmişteki değerlere duyulan sevginin iç içe geçmiş olmasından söz edilebilir.

Biz eğer yurdumuzu seviyorsak aslında onun geçmişten bugüne getirdiği tüm değerler toplamını seviyoruz. Tapınmayla kutsanan bir topraktır bu toprak, nitekim bu bizim Türk-İslam ve Kemalist söylemimize de sirayet etmiştir. “Her karışı şehit kanıyla sulanmış bu cennet vatan topraklar…” söylemi. Bu yanlış bir söylem değildir, çünkü geçmişte bu topraklarda kimlerin yaşaması gerektiği konusunda büyük savaşlar yapılmış ve bu topraklarda yaşayan atalarımız içeride mi dışarıda düşmana karşı savaşmıştır ve kan akıtmış, bize bu Toprakları miras bırakmıştır. Az önce bahsettiğim marşların hala daha gündemde olması bu yüzden çok saçma bir durum değildir çünkü bu toprakların nasıl kazanıldığının unutulması veyahut unutulduğunun var sayılması ve buna bağlı olarak bir takım yanlış politikalarla geleceğin riske atılması yurtsever insanları korkutabilir bu haksız bir korku değildir.

“Antik dünyada dinsel yurtseverlik insanı ülkesine kutsal bir bağla bağlardı.”

Bu kutsallık bilinci dinsellikten çıkıp nispi ölçüde sekülerleştiğinde, soyut kavramlar öne çıkar: Toprak, Atatürk, bayrak, İstiklal Marşı, askerlik, vb. Bu kavram ve olguların içi boş değildir, her biri bir şey anlatıyor. Bayrak istiklalin sembolüdür. İstiklal enteresan bir sözcüktür: “Maddî veya mânevî bakımdan kimseye bağlı ve tâbi olmama, kimsenin buyruğu altında bulunmama, bağımsızlık” anlamındadır.
Dilde sadeleştirmenin bize verdiği en büyük zarar, yüzyıllarca düşünce dünyamızı şekillendiren kavramların asli anlamlarıyla aramıza duvarlar örülmüş olması, kavramların içinin boşalarak neredeyse anlamsız sözcüklere dönüşmeleridir.

Marşa da adını veren “İstiklal” sözcüğünü bir kere daha hatırlayalım. “Maddî veya mânevî bakımdan kimseye bağlı ve tâbi olmama, kimsenin buyruğu altında bulunmama, bağımsızlık”

Bizim bir bayrağımız var, marşımız var, kendi ülkemiz var, biz “Maddî veya mânevî bakımdan kimseye bağlı ve tâbi olmayan, kimsenin buyruğu altında bulunmayan, bağımsız” bireyler miyiz? Bugün bizi buyruk altında inleten, rahatsız eden zorlayan tahakküm odakları yok mu? Var mı? Varsa, o zaman istiklalimiz tehlike altındadır. İstiklalimize sahip çıkmamız lazım.

Nasıl olacak bu? Bu, bana göre şöyle olacak: Cicero’nun sonraki yüzyıllarda tarih sahnesine çıkan tüm cumhuriyetçi filozof ve ideologlara miras bıraktığı bir yurt anlayışından söz etmemiz ve bunu benimseyerek çağımızı yeniden okumamız lazım.

Cicero, yurdu özgürlük ve yasalarla ilişkilendiriyor. Tusculum Tartışmaları’nın bir yerinde “yasalar adına, özgürlük adına ve yurt adına mücadele etmek doğrudur” der. Yani özgürlük ve yasalar yoksa, orada yurt da yoktur. Yurt veya vatan, aslında vatan sözcüğünü daha çok severim ama Viroli’nin kitabı yurt kavramını kullanıyor, ben de onu benimsedim bu akşam.

Eğer bir yabancı ülke güç, günümüz tabiriyle dış güçler, içeride ise baskıcı bir iktidar senin özgürlüğünü kısıtlıyorsa orada yurt ve onun istiklalinden söz edilemez, bu Cicero’nun cumhuriyetçi mirasıdır.

Bu mirası Machiavelli’de ve Montesquieu’de net bir şekilde görürüz.

Machiavelli örneği ilginçtir. Çünkü kendisi Floransa Cumhuriyeti’nin doğrudan savunucusu değil aksine eleştirmeniydi. Ancak o Siyasal açıdan Cumhuriyet’e bağlıydı, bütün enerjisi ve kusursuz dürüstlüğü ile ona hizmet ediyordu ama adaletsizlikleri ve basiretsizlikleri karşısında da susmuyordu. Yani biz içinde bulunduğumuz Siyasal rejimi eleştirebiliriz, eleştirirken de onun iyiliğini istediğimiz için ona olan bağlılığımızı kanıtlamış oluruz. Makyavelli Floransa’nın kusurlarını ifşa etmeye pek meraklıydı. Floransa Tarihi kitabında çalışmasının ana konusunun çürüme olduğunu ve amacının özgürlük yokluğu ve Floransa’nın çöküşünün getirdiği erdem yoksunluğunu açıklamak olduğunu söylemişti.

Viroli şöyle diyor onun vatan aşkı dar kafalılık ve yurttaş kibiri gibi hastalıklı değildi gözlerini kör etmiyordu. Aksine vatan aşkı Makyavelli’yi İtalya ve Avrupa politikasının geniş ufuklarını keşfetmeye ve İtalya’nın olası bir yeniden canlanması için temeller bulmak üzere geçmişi araştırmaya itiyordu.

Araştırdığında Roma tarihinde virtus’u, virtu’yu görüyordu.

Cumhuriyet bizim için çok önemli, çünkü biz kurtuluş Savaşı ile birlikte düşman işgalinden kurtulma ile yeni bir Siyasal kuruluşa girişmeyi ardıl süreçler olarak yaşamışız. Dolayısıyla düşman işgalinden kurtulmamız ile cumhuriyeti kurmamız arasında bir ilişki var ve bu ilişki cumhuriyet öncesi dönemde tanzimatla birlikte deneyimlediğimiz çağdaşlaşma hareketinin bir devamıdır. Bu yüzden kitabın ortasından konuşayım, yapmamız gereken şey Niyazi Berkes’in ünlü 200 yıldır neden bocalıyoruz kitabına gönderme yapıyorum şu an bu bocalamadan çıkabilmemizin tek yolu bir bireşim, bir sentez kurmaktır. Bu sentez, büyük bir tarihsel ve siyasal ortaklık hareketini gerekli kılıyor. Bu da geçirdiğimiz siyasal evrimin bir aşamasıdır.
Geçmişe saplanıp kalmamak ve günün gerektirdiği, muasır medeniyet seviyesini yakalamamız lazım.
Rahmetli Bülent Tanör hocanın Türkiye’de Kongre İktidarları adlı kitabı muazzamdır ve herkese öneririm, sonuç bölümü mutlaka okunmalı. Bir yerinde şöyle bir özet var:

Son yüzyılın evrimi açısından şöyle bir şemalandırma yapılabilir: Tanzimat ve aydınları batı uydusu bir Reformizm, genç Osmanlılar İslamcı bir reformculuk ve bağımsızlık, Jöntürkler Türk İslam sentezcisi bir radikalizm ve maceracılık içindeydiler, kongreler dönemi yerel ve ulusal önderleri ve ideolojisi laik ve milliyetçi bir bağımsızlık çizgisinde olup Türkiye’cidir. (s.326)

Peki, bugün ne olacak?
Geçmişe saplanıp bu tarihsel ve evrimsel süreçte, geçmiş bir safhanın ve aşamanın savunucusu mu olacağız, yoksa bugün muasır veya çağdaş medeniyetin içinde mi yer alacağız?
Ben ikincisinin doğru olduğunu düşünüyorum.
Bugünün muasır medeniyeti çoğulcuğu öne çıkarır, bu benim değerlendirmem. Başkası başka türlü düşünebilir, karşı çıkabilir ama ben burada fikri sorulan bir konuk olduğum için, kendi fikrimi açıklamakla mükellefim.
Çoğulculuk, plüralizm.

Bana göre, Çoğulculuk fikrinin egemen olmadığı her durumda çoğunluğun tahakkümü kaçınılmazdır. Crowder’a göre “Çoğulculuk değerler arasında salt uyumsuzluktan daha güçlü bir çatışma olasılığını varsayar.” Bu çatışma, bana göre fikirlerin çatışması değildir, ezici çoğunluk ile onun baskısına direnen azınlık arasındaki bir çatışmadır. Bu çatışmayı önleyebilmenin tek yolu çoğulcu demokrasidir.
Çoğunlukçuluk öyle bir beladır ki, seçim barajı kalksın mı diye referandum yapsan, halkın büyük kısmı kalkmasın diyebilir. Hatta bir referandum yapılsa ve halka çoğunluk her zaman her istediğini azınlığa yaptırsın mı diye sorulsa ve o ülkede çoğunlukçuluk egemense o halk referandumda çoğunluğun azınlığı ezmesine onay verebilir. Buradan anlıyoruz ki salt seçim ve demokrasi kendi boşuna yetersizdir, demokrasi istemeliyiz, adil, eşitlikçi ve çoğulcu demokrasi istemeliyiz. Aksi halde demokrasi, uygun toplumsal koşullar yaratılarak, adaletsiz propaganda koşullarıyla baskı aracına dönüşebilir. Bunu engellemenin yolu çocukların eğitiminden itibaren kamusal alanda Çoğulcu bir kültür yaratmaktır.

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: