Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Cicero’nun tanımıyla societas civilis (İng. civilian society, Alm. bürgerliche gesellschaft) zenginliği / malvarlığı (toprak sahipliği) ya da hünerleri değil yasal statüsü bakımından eşit olan vatandaşlardan oluşan topluluktur. Bu çerçevede yasa / kural “sivil toplumun bağıdır” (civilis societatis vinculum), yasadan “eşit hak” (ius aequale) doğar, bu sayede “vatandaşlardan oluşan toplum <eşit> hak sayesinde bölünmeden durabilir” (iure societas civium teneri potest). Sonra, Cicero soruyor: “Hakta birlik olmazsa, ne olur devletin hali?” (De Republica 1.49)
Cicero’nun yukarıda özetlediğim “sivil toplum” anlayışı (ki Aristoteles’in koinonia politike kavramına kadar uzanır) günümüzde “kimileyin devletle kimileyin de askeriyeyle bağı bulunmayan vatandaşlar kümesi” şeklinde düşündüğümüz sivil toplum anlayışının yasayla sabit olan hak eşitliğine dayandırılmış kökenini oluşturuyor. Hak eşitliğinin yasayla sabit olmasına yapılan vurgunun nedeni, elbette Cicero’nun döneminde ve sonraki çağlarda insanlar arasında hak eşitsizliğinin olduğunun düşünülmesidir. Cicero’nun yaşadığı dönemden sonra, imparatorluk dönemi Stoacılarında ve Hıristiyanlık döneminde de (bilhassa Aziz Augustinus’ta) evrendeki kutsal düzenin bir gereği olarak insanlara verilmesi istenen yasal hak söylemi bu eşitsizliğin giderilmesi yolunda bir araca dönüşmüştür. Günümüzde de böyledir, sivil toplumdan anladığımız, bu minvalde, sivil yani halktan olmayıp resmî devlet görevinde bulunanların halka karşı eşitsiz ve adaletsiz uygulamalara girişmesi ya da girişme potansiyeli karşısında sivil hakların savunulma mercii olmasıdır. Bu bağlamda sivil toplumun “sivil toplum kuruluşları” (stk) aracılığıyla hak arayışına girişmesi, eşitsizliğin ve adaletsizliğin giderilmesini istemekten öte bir şey değildir.
A. T. Peperzak diyor ki, “sivil toplum, aile gibi, devletin bir unsurudur ve dolayısıyla organize bir ulusun somut bütünlüğü karşısında soyut olarak görülmeli, ancak soyut hak ve ahlak anlayışıyla kıyaslandığında, bireysel ve aileye özgü ihtiyaç, hak ve ahlakî taleplerine dayanan sosyal bir ağın somut işlevselliğini yansıtır.” (Modern Freedom: Hegel’s Legal, Moral, and Political Philosophy, Kluwer Academic Publishers, 2001, s.423) Bu yansıtmadan anlaşılansa, sivil toplum taleplerinin, devletin bütüncül siyasetini zorlayıp etkileyebilecek kadar somut bir güç olarak okunması gerektiğidir. Eşitsizlik gibi, eşitsizliğin giderilmemesi de somut ve ağır sonuçlar doğurur, bunu etkisiz bir hak arayışı olarak görmemek gerekir. Tarih boyunca gerçekleşmiş büyük isyanları ve halk hareketlerini düşünün, belki de hepsi kökü dışarıda aranmasını gerektirmeyecek kadar haklı gerekçeyi halihazırda zaten “içeride” barındırıyordu.
Dün akşam Taksim’de Gezi Parkı’nı ve çevresini koruyan polislerin (sivil olmayanların) halka (sivillere ve Taksim Dayanışma Platformu nezdinde bir stk’ya) “halka açık alanı işgal ediyorsunuz” deyişi, yukarıda bahsettiğim sivil hakları dillendirme ve savunma mercii olan bir sivil toplumla birlikte, ilgili hak arayışı bilincinin sivil olmayanlara da benimsetilmesi gerektiğini düşündürüyor. Peki, bu nasıl olacak? Zira sivil toplumun ve temsil kurumlarının bastırıldığı bir ortamda sivil toplumu kim savunacak?
“Halka açık alanın halka yasaklanması”, Gezi olaylarının başından beri tanık olduğumuz oksimoron şeklindeki hak ihlallerinin sadece bir örneği (ölenlerden, yaralananlardan ve nerede gözaltına alındığı bilinmeyenlerden söz etmemem de tuhaf aslında), nitekim insanların kendi mahallelerinde bile, dışarıda ya da evde duramayacak ve sağlığını koruyamayacak ölçüde polis şiddetine maruz kaldığını (örneğin evvelce Beşiktaş, İzmir, Ankara’da ya da hala Dikmen’de yaşananlar) düşünürsek, bırakın hak aramak için meydanlara çıkmayı, en doğal yaşam alanında bile haksızlığa uğrayan sivil toplumdan ne yapması bekleniyor? Seslerini nasıl duyuracaklar? Medya kanalıyla mı? Bu seçenek Türkiye’de bazı küçük yayın organları dışında devreden çıkarıldı. Sosyal medya kanalıyla mı? Sivil toplumun başbakanın ve hükümet temsilcilerinin korkutan beyanlarına rağmen sosyal medyada etkin olması mı isteniyor yani? (Bkz. 1, 2, 3, 4)
Geriye ne kalıyor? Şiddet yöntemleri mi? Bunu aklımızdan bile geçirmememiz gerektiğine ve halihazırda Taksim Dayanışma Platformu etrafında kümelensin ya da kümelenmesin Gezi direnişçileri ekseriyetle bu yönteme meyletmediğine göre, sivil toplum bu konuda ne yapacak? Taksim’e çıkıp durdular, gözaltına alınıp başka meydanlarda ve masabaşında hükümet tarafından tahkir edildiler. (Bkz. 1, 2, 3) Dün akşam Taksim’de karanfil dağıtıp uçurtma uçurdular, yine şiddetle karşılaştılar ve sabahın erken saatlerine kadar Taksim sokaklarında kovalanıp, gözaltına alındılar. (Bkz. 1, 2, 3, 4)
Tekrar soruyorum, sivil toplumdan ne yapması bekleniyor? Sivilliğini unutması mı? Yoksa sivil olmayan iktidarın uygun gördüğü sınırlar çerçevesinde mi sivil hak arayışı içinde olmalılar, peki bunun ölçüsü nedir, hangi sınırlara göre bir sivil toplum tanımı ve ona özgü bir hareket alanı belirleyecekler de, biz ona uyacağız? Hükümetin söylemi ve anaakım medyanın büyük ölçüde devlet yönünde taraflı yayın yapması toplumun Gezi’ye destek vermeyen başka bir kesiminin bilinçli olarak direnişçilere düşman kesilmesinin amaçlandığını düşündürüyor, hükümet partisinin mitinglerini saatlerce yayınlayıp haber konusu yaparken, ekrana Gezi direnişçilerini ısrarla çıkarmamak ve onların çözüm önerilerini umursamamak, iktidarın propagandasını desteklemek anlamına gelir. Örneğin başbakanın defalarca aksi kanıtlanmış olsa da (Bkz. 1, 2, 3, ), “Cami’de içki içildiği iddiası”nı tekrarlayıp tüm Türkiye’ye propaganda malzemesi olarak sunması üzerine direnişçi sivillerin kendilerini bu iddiaya karşı nasıl savunmaları isteniyor?
Açık söylemekte fayda var, Gezi için sokağa dökülen sivillerin kendilerini savunmaları istenmiyor, zira fikirleri başbakanın ve iktidar partisinin bekası adına sakıncalı görülüyor. Böylece en başta bahsettiğim sivil toplumun “yasal statüsü bakımından eşit olan vatandaşlardan oluşan topluluktur” tanımı ihlal edilmiş oluyor, daha açık ifadeyle sivil toplumun sivilliği ortadan kaldırılıyor, insanlar fikri sorulmayan ve hakkını arama hakkı olmayan kölelere dönüşsün isteniyor.
Ancak şu da unutulmamalı ki, bir kere yaşama kültürünü kendisinin belirleyebileceğini öğrenmiş olan sivil toplumdan bu tür bir baskıyı kabullenip sinmesi beklenemez, otoritenin baskısı bu tür toplumlarda daha büyük tepkilere neden olur, dolayısıyla ancak kapalı değil açık bir toplumun sivillerin gözünde otoriteyi totaliter kılmayacağını, yetkililerin bilmesi gerekiyor. İktidarın bekası buna bağlı, tarihsel deneyim göstermiştir ki, totaliter ve kapalı rejimler alttan gelen sivil dayanışmadan (civillian solidarity / consociatio civilis) gücünü alan halk baskısına direndikçe sertleşir, sertleştikçe de hak ihlallerin dozunu arttırmak suretiyle yandaşlarına da zarar vermeye ve yarattığı korku ikliminde kendi başını yemeye başlar. Açık toplumun korkulmaması gereken bir ideal olduğunu, kendisi için de otoriteye öğretmek, hatta “otoriter” değil, “iktidarı paylaşan” olmanın onun için de iyi olduğunu benimsetmek gerekiyor.
Gerçek bir sivil toplum tepkisini reaksiyoner insanların hareketi olarak görmek gerekir, baskı onları daha da coşturur. Hegel’in perspektifinden bakarsak, onun komüniter (communitarian) değil, ilişkisel (relational) ve anlaşmalı (contractual) bir yapıya sahip olduğunu düşündüğü sivil toplum, haliyle, birleştirici (unitive) ya da kesinleştirici/sonlandırıcı (conclusive) değil, ilişkiye dayalı yani göreceli (relative) olacaktır, bu da gerçek bir sivil toplumun tepkisel yapısından ötürü, hak ihlallerine ve baskıya karşı yeni stratejiler belirleyebilme potansiyeline sahip olduğunu gösterir.
Öğretilmesi ve benimsetilmesi gereken başka bir unsur da, yukarıdakiyle yakından ilişkin olan, çağdaş demokrasilerde ideal olarak karşımıza çıksa da genelde tam uygulanamadığını gördüğümüz çoğunluğun fikren azınlığın fikrine üstün olmadığı, dolayısıyla çoğunluk iradesinin azınlık iradesini tümüyle bastırmaması gerektiğidir. Akp ya da başka bir partinin daha fazla oy alması, diğer partilerin aldığı oyları geçersiz kılmaz. Sadece Akp’ye başlayan ve ihtimal o ki, onunla bitecek olan bir monizm sorunuyla karşı karşıya değiliz, zira çoğulculuğun farklı coğrafyalardaki farklı dinsel ve toplumsal deneyimlerdeki görünümü hiç de iç açıcı değildir. Çok-fikirliliği örnek gösterilen Yunan dünyasında bile çoğulcu düşünce pek rağbet görmemiş, başta Platon ve Aristoteles olmak üzere, monistler Avrupa’nın fikrî hayatına ve pratiğine egemen olan etik düzlemini şekillendirmiştir. Tek bir yaşam biçiminin insan için en iyisi olabileceğini savunmak eski ve yerleşik bir problemdir, fikrî düzlemde ya da günlük hayatta buna ne kadar karşı çıkarsak çıkalım, kaçınılmaz olarak herkesin içine kolaylıkla çekilebileceği bir hortum gibidir. John Gray Liberalizmin İki Yüzü’nde “çatışmanın kentte olduğu kadar ruhta da kaçınılmaz olduğunu söylüyor (Dost Kitabevi, 2003, s.10), demesi / demem o ki, en genel tabirle liberal hoşgörüden beslenen çoğulcu anlayış bile çatışma korkusuyla monizme sarılabilir. (Son kertede çoğulculuğu istemenin de, Pyrrhon’un kuşkucu perspektifinde dogmatik bir tavır olduğunu vurgulama gereğini duymuyorum, değil mi?)
Yine de en genel kavrayışla, çoğunlukçu değil, çoğulcu bir rejimin mevzubahis demokrasi ihlallerine ve sorunlara çözüm olabileceğini düşünüyorum, bu da her şeyden önce geniş tabanlı bir diyalog ve hoşgörü anlayışını/hareketini gerekli kılıyor, tıpkı Gezi’de olduğu gibi. Başbakanın ve takipçilerinin, her kesimden insana kucak açan Gezi’deki gibi çok-renkli ve çok-kültürlü bir dünyayı düşleyebileceklerini umut etmek bile yersiz olsa da, gelecek adına karamsar olmamak gerekir, zira monist değil pluralist, çok-merkezli bir demokrasi anlayışına ve talebine doğru evrensel bir eğilim var, elbette bir gün bu eğilim daha da etkin olacaktır.
En nihayetinde, Gray’in dediği gibi (s.11), liberal hoşgörünün merkezine yerleştirilmesi gereken modus vivendi’nin (yaşama ölçüsü) tek amacının “çatışan değerleri takdir eden bireyleri ve yaşam biçimlerini bir ortak yaşamda uzlaştırmak” olduğunu hatırlamalıyız, “barış içinde beraberce yaşamak için ortak değerlere değil, içinde birçok yaşam biçiminin bir arada varolabileceği ortak kurumlara ihtiyaç duyarız.” Peki, bu ortak kurumu tesis etmek çok mu zor? Aslında değil, tabi ki çatışmadan siyasî ve ekonomik rant elde etmek isteyenler oyunu bozmazsa.
Not: Bundan sonra yazılarıma, elimden geldiğince, görme problemi yaşayan ilgililer ve vakti olmadığından yolda falan dinleyerek içeriğe ulaşmak isteyenler (tembeller) için ses / video kaydını da ekleyeceğim. Bu yazıyla başlıyorum: