>Achilles’ten İsa’ya, belki oradan da vuvuzelaya…
>
Zeitgeist the Movie gibi yapımlardan çok önce Hıristiyanlık mitolojisinin eski pagan mitolojileriyle olan benzerliklerinin, yeryüzündeki dinlerin (sanki başka bir yerde olabilirmiş gibi, laf benimkisi de) uydurma olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiğiyle ilgili tespitlere neden olduğunu biliyoruz. Ama Zeitgeist filmi, izleyenler hatırlar, bunu özellikle Hıristiyanlık merkezinde alarak, baronların dinini tartışmaya açmış ve hikâyeyi insanların özellikle de bu dinle uyuşturulduğu sonucuna varmıştı. Baronizmi geçiyorum, burada sizlerle paylaşacağım yazının esas konusu meselenin ilk kısmıyla alâkalı. Şimdi size soruyorum, Hıristiyanlığın önceki pagan mitleriyle benzer hikâyeler içermesi, onun uydurmasyon olduğunu mu gösterir yoksa hakikatin, yer yer eskiyle benzerlikler içeren başka bir tezahürü olduğunu mu? L. Markoss’un aşağıda alıntıladığım yazısında ikinci durumun geçerli olduğu düşünülüyor. Bu konudaki görüşlerimi saklı tutarak alıntıya geçiyorum, Markoss From Achilles to Christ adlı eserinin kapanış bölümünde özellikle de C. S. Lewis’in İsevîliğini göz önünde bulundurup şu satırları kaleme alıyor, bakalım sizler (özellikle de içinizdeki Narnia Günlükleri okuyucuları/izleyicileri) ne düşüneceksiniz:
“Çoğu okuyucu yirminci yüzyılın en büyük Hıristiyan apolojisti olan C. S. Lewis’in evvelce bir ateist olduğunu bilse de, yine birçokları ondaki bu değişimin iki belirgin aşamada gerçekleştiğini pek bilmez. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmadan evvel, Kutsal üçlülük (Trinitas) ve Tanrı’nın cismîleşmiş olmasıyla ilgili kabulleri reddederek Tanrı’nın varlığına inanmış ve iki yılını bir teist olarak geçirmişti.

Lewis’i teizmden Hıristiyanlığa geçiren olaylar ve etkiler arasında en önemlisi, yakın dostu ve dindar bir Katolik olan J. R. R. Tolkien’le (Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı) yaptığı uzun konuşmaydı. [İkisi] Oxford’daki Magdalen College’in bahçesinde yürürken, Tolkien’in derin mitoloji bilgisinin onu İncil’in aktarımını doğru kabul etmekten alıkoyduğuna inanıyordu. Ona göre, en nihayetinde dünyadaki mitolojiler yeryüzüne gelen, insan şeklini alan, vahşi bir şekilde ölen ve yeniden yaşama dönen, Adonis, Osiris, Tammuz, Mithras, Balder vb. tanrıların hikâyeleriyle doluydu. Hıristiyanlık da, daha sofistike olmasına rağmen, başka bir mit olamaz mıydı? Buna karşılık Tolkien, pagan mitlerinde ve efsanelerindeki Tanrı-insan’ların yaygın bir şekilde bulunduğunu kabul ediyor, ancak bu fenomeni farklı bir şekilde yorumlamaya çalışıyordu. Tolkien, kuşkucu dostunu, ona İsa’nın hikâyesinin ölen ve dirilen/yükselen tanrılara ilişkin (uydurulmuş) pagan anlatılarına benzerliğinin, İsa’nın doğru bir mit olduğunu gösterdiğini söyleyerek karşı çıkıyordu. Tolkien’in bu karşı çıkışı, Lewis’in mitolojiye bakış açısını tümüyle değiştirdi. Sadece birkaç gün içinde yaşamını tarihî, Tanrı-insan olan İsa’ya adadı. Çok sevdiği Antik Yunan, Roma ve İskandinav mitleri artık kendisine engel olmuyor, yeni inancına güçlü bir dayanak ve siper oluyordu… sonunda Lewis mitlerin birer parlak belirti, yol işareti, özel bir zamanda ve yerde, harfi harfine ve tarihî açıdan gözler önüne serilecek olan daha büyük bir hakikatin göstergesi olduğunu düşünmeye başladı. Lewis’ten alıntılayalım:
‘Hıristiyanlığın kalbi, aynı zamanda gerçekliği olan bir mittir. Eski Ölen Tanrı miti, mitliği hiç bozulmaksızın, efsanenin ve imgelemin göğünden, tarihin ise yeryüzünden gelir. Mit özel bir zamanda ve özel bir yerde meydana gelir ve açıklanabilirliği bulunan tarihî olaylar tarafından izlenir. Kimsenin ne zaman ve nerede öldüklerini bilmediği Balder ya da Osiris’ten [onların hikâyesinden], Pontius Pilatus döneminde çarmıha gerilen tarihî bir kişiliğe [İsa’nın hikâyesine] geçeriz. Bunun gerçekleşmiş olması, yine onun bir mit olmadığını göstermez, bu bir mucizedir… Tanrı bir tanrıdan çok daha fazlasıdır, daha azı değil; İsa, Balder’dan çok daha fazlasıdır, daha azı değil. İlahiyatımızdaki mitsel parlaklıktan utanmamalıyız. [Eski mitlerle olan] Paralellikler ve Pagan İsa’ları konusunda öfkeye kapılmamalıyız; o mitler de olmuş olmalı, eğer olmamışlarsa, [bize] herhangi bir engel teşkil etmemeliler.’ (C. S. Lewis, “Myth Became Fact,” in God in the Dock, ed. W. Hooper, Grand Rapids: Eerdmans, 1970, s.66-67)
…
Peki ya günümüzde? Hâlâ Golgotha tarafında yaşayan bizler, güzel rüyalar görmeye [mitlere] ihtiyaç mı duyuyoruz? [Buna] İhtiyacımız olduğunu söyleyebilirim, onlara [mitlere] daha fazla ihtiyacımız var, zira içinde yaşadığımız Aydınlanma sonrasının, seküler ve rasyonel dünyası pek değerli mitlerimizin çoğunu parçalıyor, mitoloji olmaktan çıkarıyor ve reddediyor. Durumu daha da kötüleştirmek için, Hıristiyanlar çoğu kere (kendilerini ikna etmek uğruna) iyi birer inançlı oldukları için değil, aksine modern dünyanın efsanevî hikâyelere kuşkulu yaklaşımından büyük ölçüde etkilendikleri için mitsel olandan kendilerini soyutluyor. Aç olan, inanıyorum ki, birçok genci yeni pagan Yeni Çağ’ın kollarına itiyor, hem de kutsal ve değerli olanın kayıp duyuşu uğruna. Aydınlanma rasyonalizminden [henüz] 250 yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ insanlar özlemini duyuyor, [bu yüzden] özlem duydukça, o şeyi -belki doğrudan İsa’yı bile değil, daha sonra tarihî Tanrı-insan kucaklaşması için kapıyı aralayacak Hıristiyanlık önceki düşünceyi- arıyorlar. Lewis’in Narnia’nın Günlükleri ve Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi, bu arayışta büyük bir başarı yakaladı.
Çocukluk yetişkinliğin öncesidir, tıpkı tohumun ağacın öncesi olması gibi, bu yüzden, İ.Ö. veya İ.S., pagan zihni de, ilkin karanlığa, mitin gizemli merceğine dikkatli bir şekilde bakmadan Tanrı’yla yüz yüze gelemez.”
Kaynak: L. Markoss, From Achilles to Christ: Why Christians Should Read the Pagan Classics, InterVarsity Press, 2007, s.247-250.
Çev. C. Cengiz Çevik
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...