>T. Eagleton’dan Postmodernizm Üzerine
>…
XX. yüzyılın sonlarına doğru, Batı bütün insanlığın savunucusu olarak ileri doğru cesur bir adım atmıştır. Kültür, denilebilir ki, artık kültürlerin savunucusudur. Tikel, Hegelci jargonda, evrensele yükseltilmiştir -tikeli hem güçlendiren hem de çökertmekle tehdit eden bir hareket. Her tikel yansımak için başka bir tikele gereksinim duyar; bu, Soğuk Savaş’ın son derece uygun bir biçimde giderdiği bir gereksinimdir ve Batı kendisine alternatif olan her şeyi ezdikçe, daha zayıf bir özdeşlik olup çıkar. Rosa Luxembourg emperyalizmin fethedilecek tek bir toprak parçasının bile kalmayacağı bir noktaya kadar genişleyeceğini ve kendi üzerine çökmeye başlayacağını öngörmüştür. Bu, her ne kadar fazlasıyla naif ve masum bir görüş olsa da sınırları belli olmayan bir sistemin, kâr krizine olmasa da kimlik krizine girmesinin muhtemel olduğu doğrudur. Bir kelimeden fazla bir şey olmayan bir sistem, yok olmadan kendisini nasıl evrenselleştirebilir? Bir sistem tüm karşıtlarını olumsuzluyor gibi göründüğü bir noktaya kadar genişlediğinde ve artık bir sistem olmaktan neredeyse çıktığında meydana gelen şey, postmodernizmdir.

Bütünlük, yeterince genişlediğinde, rastlantısal tikellerin salt evsahibi haline gelir. Ancak, rastlantısal olmaları nedeniyle bu tikellerden hiçbirinin bir diğerine karşı olduğu söylenemeyeceğinden sonunda hepsi şüphe uyandıran bir biçimde benzer görünmeye başlar ve uç bir noktaya itilen farklılık garip bir biçimde özdeşliği andırmaya başlar. Dünya ne kadar canlı bir biçimde tikelleşirse, birörneklik de o kadar sıkıcı bir biçimde artar; kendilerini benzer yöntemlerle son derece farklı bir biçimde yeniden yaratmaya çalışan postmodern kentler gibi. Buna karşı, bugünlerde dünyayı bölen şeyin onu birleştirmesi beklenen süreçler olduğu savunulabilir. Örneğin, küreselleşmeci güçler, potansiyel bir tehdit oluşturan güç bloklarının çok sayıda küçük, zayıf ulusa ayrılarak dağıldığını görmekten son derece memnundur ve bazen bu dağılmada onların da parmağı vardır. Farklılıkların, bir anlatıda olduğu gibi, anlamlı bir yapı oluşturacak şekilde birbirlerine eklemlenmesinin yolu, yani farklılıkla özdeşliğin arasım bulan nasıl bir yapıdır? Ancak, bu anlamda bir eklemleme başarısızlıkla sonuçlanırsa, artık bir sistem yoksa, her şeyin çarpıcı bir biçimde farklılaştığı bir dünyada mı, giderek daha fazla aynılaştığı bir dünyada mı yaşadığımızı söylemek güçleşir. Her durumda, karşılaştırma yapabileceğimiz genel bir nosyon olmadıkça özgüllük de olmaz; genellik tikellik uğruna sürgün edilirse, sonunda tikelin de genellikle beraber yok olmasından başka bir şey beklenemez.
Ne var ki Batı’nın kendi kimliği için endişelenmesine şimdilik gerek yoktur. Çünkü, kendi kültürünü evrenselleştirmesi hem onu barbar yabancılara karşı korumasını, hem de otoritesine meydan okuma cüretini gösteren rejimleri ezmesini gerektirir. Batı kültürü potansiyel olarak evrenseldir ve bu da diğerlerinin değerleri için kendininkilere karşı çıktığı anlamına değil, sadece diğerlerine, kendi değerlerinin özünde onların değerlerinin de olduğunu anımsattığı anlamına gelir. Bu, yabancı bu kimliği diğerlerine zorla kabul ettirmeye çalışmak değil, sadece gizlice içlerinde taşıdıkları kişiyi anımsatmaktır. Ancak, bu evrenselliği destekleyen politikalar kaçınılmaz olarak partizandır ve Batı’ya bir süreliğine idare edebileceği bir özdeşlik verirler. Yine de Batı, tam da kültürünün postmodern şüphecilik ve militan tikelciliğin kutsal olmayan bir ittifakıyla içerden zayıf düşürüldüğü noktada, kendini evrenselleştirmek zorundadır. Ayrıca, Batı kendini, Davud’a gözdağı verip haksızca alt etmek isteyen Golyat olarak tanımladıktan sonra, uygar kültürüyle gerçek davranışı arasındaki uçurura utanç verici bir biçimde önemli hale gelir ve bu da bu tür bütün kültürel idealizmlerin tehlikelerinden biridir. Bu tür idealler her ne kadar vazgeçilmez olsalar da genellikle yalnızca onlara ulaşmak için ne kadar yetersiz kaldığınızı göstereceklerdir.

Bu noktada, postmodernizm çelişkili bir güvenilirlik kazanır. Postmodernizm olması gerekenden çok olanı anlatır; bu idealizm kadar gerekli bir gerçekçiliktir. Ancak, ikisi de diğerine göre çarpık olmaya mahkûmdur. Postmodernizm, kültürel idealizmden farklı olarak, küstah ve açıkgözdür; ama bu pragmatizm ona pahalıya patlar. Diğer insanların konumlarını temelsiz bırakma konusunda çok beceriklidir ama bunu kendi kendini temelsiz bırakmadan da yapamaz ve bu hareket her ne kadar Berkeley ya da Brighton’daki tarihi anlardan biri gibi görünmese de küresel içerimleri bundan çok daha önemsizdir. Böyle bir pragmatizm Batı’yı, diğer insanların temellerini zayıflatma konusundaki antimetafizik istekliliklerinden çok büyük bir rahatsızlık duymayan aşırı tutucular karşısında içte ve dışta savunmasız bırakır. Batı’ya, eylemlerini savunması için kültürel bir savunmadan başka bir şey bırakmaz -“biz beyaz Batılı burjuvalar işte buyuz, ister beğenin ister beğenmeyin“- ki bu da felsefi açıdan zayıf olduğu kadar, dünyanın bu kesiminin artık aslında kendisi için istediği korkunç küresel otorite göz önünde bulundurulduğunda da absürd ve uygunsuz görünür.
…Kim olduğunuzu bilmiyorsanız ve Batı’daysanız, endişelenmemenizi söylemek için hazırda postmodernizm vardır; ama dünyanın pek de zengin olmayan bir kesimindeyseniz, kim olduğunuzu bulmanızı olanaklı kılacak koşulları sizin yaratmanız gerekebilir. Bu arayışın geleneksel isimlerinden biri, postmodern kuramın beğenisine pek de uygun olmayan, devrimci milliyetçiliktir. Tabiri caizse, melez olmayan ilkelliği temsil eder; kozmopolitlik de bunun tam tersi olarak tanımlanabilir. Kısaca, antitemelciliklerini ucuza elde edebilecek kişiler olduğu gibi, modernliğin gündeminden geçen yollarında zorlukları aşarak ilerleyen, modernlikle o yolda ilerlemeyenlerden çok daha fazla alay edebilecek durumda olanlar da vardır.
Terry Eagleton, Kültür Yorumları, Çev. Özge Çelik, Ayrıntı Yay., s.88-92.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...