Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Salisbury’li John’un 1159’da Metalogicon 3.4’te yazmış olduğuna göre, “Stand on the shoulders of giants” ifadesinin en eski kullanımı Chartres’li Bernard’a aittir. Türkçesiyle “Chartres’li Bernard bizim, devlerin omuzlarındaki cüceler olduğumuzu söylüyordu… filhakika devlerin haşmetiyle yükseldikçe yükselmiş, yukarı taşınmışız.”
Joseph Epstein adlı vatandaşın, F. R. Shapiro ‘nun aforizma derlemesi olan The Yale Book of Quotations adlı eserine (Yale University Press, 2006) yazmış olduğu önsözde (p.xvii) özet olarak aktardığı gibi, Isaac Newton, 5 Şubat 1676 tarihinde Robert Hooke’a yazmış olduğu bir mektupta “Uzakları görebiliyorsam, bu ‘devlerin omzunda yükselmemiz’ sayesindedir” diyerek (“what Descartes did was a good step. You have added much several ways, and especially in taking the colours of thin plates into philosophical consideration. If i have seen a little further it is by standing on the shoulders of giants.”) yukarıda belirttiğim, ucu Chartres’li Bernard’a kadar giden söze gönderme yapmış. Buradaki “devler” kelimesiyle anlatılmak istenen şey, bir bilim, düşün adamının -okumasının gerektiği- kendisinden evvel yazılmış olan eserlerdir. İyi bir araştırıcı, alim, ilim adamı olmak isteyen kişi ancak devlerin sırtındaki cüceye benzemelidir, tıpkı Yunan mitolojisinde anlatıldığı üzere, kör dev Orion’un omuzlarındaki Cedalion gibi. Mitolojiye göre cüce Cedalion, kör dev Orion’un omuzlarına, ona rehberlik etmek için konmuştur.
Cedalion, tuhaf bir şekilde insanın “eksik olmasına rağmen isyankar” (“defectus defector” diyorum ben buna) tavrına uygun bir cüce, belki de atılırken hedeflendiği yere varabilmiş bir ok gibi, insanın aydınlanışını simgeliyor. Aydınlandıkça cüceleşen insan, farkında olmadan kendini bir evrim hikayesinin ortasında buluyor, hem de neden/sonuç’tan her ikisi olarak.
Cedalion’u tek başına anlayabilmek mümkün değil, tıpkı her türlü var oluş kompleksiyle insanı baştan aşağı çözebilmek gibi. Onu tam anlamıyla tanımlayabilmek zor, ancak imkansız değil. Hem neden hem de sonuç olmanın getirisi bu. Mitolojide kör dev Orion’la birlikte anılır çoğu defa. Kısaca onu tanımak gerekirse, suyun (sadece denizlerin değil, her türlü suyun) tanrısı Poseidon’un oğlu olan dev Orion (Poseidon’un diğer evlatları da devdir, örneğin Polyphemos) topraktan doğmuştur. Yani Yunan mitolojisindeki dev-toprak bağlantısı onun için de geçerlidir. Hera’nın, kocası baş tanrı Zeus’un başka ölümlü / ölümsüz kadınlardan çocuk edinmesinden duyduğu kıskançlıkla Typhon’u topraktan doğurmasında olduğu gibi, bana kalırsa Orion’un kişiliğinde de “nefret” önemli bir tutkuya işaret eder. Dev’lerin acımasızlıklarında nefret vardır, yani diğerlerinin yaşam alanından uzakta, kıskançlıktan, kinden döllenmişlik kokarlar. Typhon ve Polyphemos için olduğu kadar Orion için de bu böyledir. Ancak tabi Orion’un karılan hamurunda nefretin dozu biraz azaltılmış gibi görünüyor. Zira kadınların ondan hoşlandığı hatta çok yakışıklı olduğu bile söylenmiş. (Uzatmalı aşkı!) Merope’yle birlikteyken kör olmuş (aşağıda detaylı sunacağım, zira Cedalion hikayenin bu kısmında devreye giriyor), sonra da Azra Erhat’ın deyimiyle “karanlıktan ansızın güneşe bakmasıyla gözleri açılmış” (A. Erhat, Mitoloji Sözlüğü, sf.229). Tabi cüce Cedalion’u anlamaya girişen bir yazıda, kör dev Orion’dan bu kadar bahsetmek gerekliydi. Zira yukarıda da dediğim gibi, Cedalion ancak onunla birlikte anlatıldığında anlaşılması olasılık dahilinde olacak bir cüce.
Anlatılanlara göre bir şekilde memleketi Boeotia’dan Khios adasına kaçan dev Orion’un henüz gözü kör değildir. Dionysios ve Ariadne’nin oğlu Kral Oenopion’un kızını ayartarak, her türlü düzenin bulunduğu bu adada sarayın yani kralın görevinde avcılık yapmaya başlamıştır. Ancak kralın, Orion’u kızıyla evlendirmeye yanaşmaması bahtı kara devin, alkollü olduğu bir gece (tanrı Dionysios’un oğlunun krallık ettiği bir adada sarhoş olmamak meseledir ya!) Merope’nin odasına girerek, onun bekaretini bozmasına sebep olmuştur. (Bu konuda bir ikilik vardır; bazılarına göre Orion’un, uçkurunu çözerek saldırdığı kralın kızı değil de karısı Aerope’dir.) Mitolojinin hoşluğu çerçevesinde, dev Orion, içki aleminde beraber içtiği Satyros’lar tarafından yakalanıp krala teslim edilince, gözleri kör edilerek cezalandırılmış.Talihsiz mi demeliyiz yoksa, uçkurunun kurbanı mı? Belki de her ikisi birden. Kızgın şişlerle gözleri yakılmış dev, eliyle etrafını yoklayarak demir sesini takip etmiş ve en nihayetinde Lemnos adasında Hephaistos ve Cyclopes yani Cyclop’ların demirhanesine gelebilmiş. Çirkinlerin çirkini, topal tanrı Hephaistos durumuna acıyarak ona cüce Cedalion’u rehber olarak vermiş, omzuna dikmiştir!
Cedalion ve kör dev Orion, kısayla uzunun, küçükle büyüğün, siyahla beyazın, gündüzle gecenin uyumunu simgeleyerek yola koyulur. Tabi hikayenin bu bölümünde en başta dediğim gibi “ikisi bir” olur. Aslında yürüyüp giden tek bir insandır. Öyle ya bedenimiz kör bir devdir, işleyen beyin ve gönül (ruh aynı zamanda) olmadığı müddetçe; düşmeden, kahrolmadan, acı çekmeden nereye gidebilir? Beden için ruh, Orion içinse Cedalion! “İkisi bir”
Cedalion, Orion’u okyanus üzerinden doğuya doğru komutlarıyla yürütmüş ki, güneşin ışıkları çarpsın da gözü açılsın!
Sanıldığı gibi de olur, ışın çarpar, Orion’un gözü açılır. Kral Oenopion’dan intikamını almak için kinlenir. Hatta derler ki, kral öyle korkmuş ki devin gelip onu öldürmesinden, gitmiş Hephaistos’un yaptığı yeraltı mahzenine kapatmış kendisini!
Mitoloji üzerine açıklamalarıyla tanınan Karl Otfried’in açıklamalarına (Introduction to A Scientific System of Mythology, p.337, pub. Longman, 1844) bakarsak, şunu görürüz: Hikayenin bu bölümünde evvela bilinmesi gereken husus, Kral Oenopion’un “The Wine Man” yani “Şarap adam”lığıdır. O Dionysius’un oğlu olarak, şarabı sembolize etmekle kalmaz, üzümün bol yetiştiği Khios adasının da yöneticisidir. Devimiz Orion da onun için gökteki kuşları avlar. Daha sonra bağbozumunda görev alarak sarhoş ediciliğe kavuşur. Büyük Yunan ozanı Hesiodos’un Erga kai Hemerai 609’da anlattığına göre, bu dönemde bağcılık Yunanistan’da gelişmeye başlar.
Tabi bu tarz, ‘mitolojinin ardında yatan dünyevi/tarihsel hakikatlar’ ya da benim başka bir yerde konu edindiğim gibi mitolojilerin uygarlaşma ve insanlaşma süreci kapsamında özellikle de arkeoloji ve edebiyat müthiş bir zenginlik katar görüşlerimize; hatta rahatlıkla diyebilirim ki, düşün temelimizi güçlendiren ziyadesiyle edebiyattır. Burada asıl üzerinde durmak istediğim, hikayenin özünde yer alan Cedalion’a muhtaçlık durumudur. Bu, yukarıda çizmiş olduğum beden ve ruh uyumunun tektanrılı dinlerce savunmasının yapılmasına da uygundur. Mesela ilk aklıma gelen, Luka 4.18-19’da İsa’nın şu sözleridir: “Tanrı’nın ruhu üzerimdedir. Zira o beni yoksullara müjde’yi iletmek için meshetti. Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak için, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak ve kendisinin lütuf yılını ilan etmek için beni gönderdi.” Her ne kadar buradaki “ruh” çok farklı bir kutsilik içerse de, öz itibariyle cüce Cedalion’la benzeşir. En başta da söylediğim gibi, “aydınlatıcılık” misyonu Cedalion’un esasıdır. Kaba bedene (dünyaya) hükmetmek yani bilgiyle ona sahip olmak (bu arada itinayla bakınız: Francis Bacon ne diyordu? “Nam et ipsa scientia potestas est” yani Türkçesiyle “Zira, bilginin kendisi güçtür!”) onu aydınlatmaktan geçer, onu güneş ışını için doğuya götürmekten geçer. Güneş ışını metaforunda aydınlanmanın heyecanını görürsünüz.
Tabi buradaki heyecanı kabalıktan (dünyevi olandan) vazgeçip manalı olana (ilahi olana) geçmek olarak görmemiz gerekebilir. Bu da, önümüze çıkan iki yol’dan hangisini tercih edeceğimizle alakalı. Hangisini hor göreceğiz? Dünyayı mı, yoksa manalı olanı mı? Hıristiyan ilahiyatında buna “contemptus mundi” ve “contemptus dei” ayrılığı demişler (Augustinus’un Civitas Dei’ine bakınız), yani en saf haliyle dünyanın ya da Tanrı’nın hor görülmesi; ama mutlaka ikisinden biri! Bu “tercih yapmaya itilmiş”liği açık bir şekilde kutsal kitaplarda görmekteyiz; örneğin İsa’nın kendisi der “Kendinizden vazgeçin de, kendinize ait çarmıhınızı taşıyarak ardımdan gelin” diye. (İtinayla bkz. Matta 10.38: “Çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen bana layık değildir.” Matta 16.24: “Sonra İsa, öğrencilerine şunları dedi: ‘Ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin, çarmıhını yüklenip beni izlesin.’ Markos 8.24: “Öğrencileriyle birlikte halkı da yanına çağırıp şöyle konuştu: ‘Ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin,çarmıhını yüklenip beni izlesin.'” Luka 9.23: “Sonra hepsine, ‘Ardımdan gelmek isteyen kendini inkâr etsin, her gün çarmıhını yüklenip beni izlesin’ dedi.” Luka 14.27: “Çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen, öğrencim olamaz.”) Bu açıktır. Mesela Luka 12.10’da da görürüz muştulanandan hareketle Cedalion zihniyetini yüceltmeyi: Luka 12.10: “İnsanoğlu’na karşı bir söz söyleyen herkes bağışlanacak. Oysa Kutsal Ruh’a küfreden bağışlanmayacaktır.” Orion’u yıkabilirsin, gözünü oyarak onu talihsiz kılabilirsin ama Cedalion’un yönlendiriciliğini, kılavuzluğunu yok sayamazsın. İçinde mananın olmadığı düşünce biçimi çürür, tıpkı içinde heyecanın olmadığı eylemin manasızlaşması gibi. Canlı olan niçin ölür? Ölünce ne olur? “Yaşama” niteliğini yitiren canlı, ölmüş olur. Buradaki yaşama niteliğine ruh deyin, başka bir şey deyin fark etmez. Önemli olan bu ikiliği görebilmek. Bu durum, nereden bakılırsa bakılsın vazgeçişlerin buna mukabil kabul edişlerin / tercihlerin hikayesine uygundur. Yani insanın bizzat kendisinin…
En başta söylemiştim, eksik olmasına rağmen isyankar olan insan, yani “defectus defector”, Tanrı’laşmaya çabalar. Cedalion’la bunu başarır da, ancak “stand on the shoulders of giants”ta da olduğu gibi zaman içinde dev Orion gibi körleşerek kendine, aydınlatıcı, kılavuz Cedalion arar. Her bilgi zamanla körleşir, artık yetmez, kabuğuna sığmaz olur. Sputnik 1 ile Vostok’tan sonra Phoenix Mars Mission, yarın belki de öbür gün Mars’ta yaşamaya başlayacak ilk koloni… Hepsi kendi zamanının Cedalion’u, hepsi kendi zamanının ve evvelinin Orion’larının omzunda bir güneş ışığı!
Tabi buradaki “aydınlatıcılık” misyonu, alimlerin karakteristiğine uygundur. Alim sonradan gelmiş olmasına rağmen, geçmişi ancak geçmişin omuzlarında yükselerek aydınlatabilmektedir. Onun için Cedalion’luğa yani cüceliğe razıdır kütüphane köşelerinde, masa başında, kitapların arasında. İnsanın, hakikat arayışı çerçevesinde, geçmişin haşmeti karşısında cüceleşerek geleceğin cücelerini omuzlayacak kör deve dönüşmesi demek oluyor bu. Bu gidebildiği yere kadar gider, bir göktaşı veyahut yerli / yabancı bir Apocalypse eliyle ortadan kaldırılana kadar sürer. Ya da şöyle söylemeli; insan cüceleştikçe cüceleşir, o kadar küçülür ki, sonunda görünmez hale gelir. Tıpkı Tanrı gibi, en üst noktada bilgi sahibi, kadir-i mutlak, ancak cüceden de cüce. Farklı bir düşün aktivitesiyle, farklı bir noktaya gelebiliyor insan; oysa başlangıçta amaç yükselmek, aydınlanmak değil miydi?
İnsan, yok oluşuyla anlamlanıyor gibi.
Bir Attila İlhan şiiriyle yazımı kapatıyorum:
(Bela Çiçeği adlı kitabındaki Orient-Express adlı şiirinden)
…
ölümden önceki o birkaç dakikanın
yaşamaklar sığar erkek güzelliğine
kaç feza yolculuğu atmosfer ötesine
sapa duygularıyla bir tren kaçırmanın
sanki içimsıra bir volkan hazırlıyorum
yeni bir gök arayan ejderha öfkesine
belkasım akşamları birbiri üzerine
habeas corpus ad subjuciendum
>”Büyük adam, bir devin sırtına tırmanan cüce. Dev: halk. Şuursuz, sevimsiz, tehditkar. Yığın kadındır. Irzını teslim edecek bir zorba arar. Çobansız rahat edemeyen kaz sürüsü”Cemil Meriç meğerse böyle diyormuş.Bu Ülke, Sf. 289, İletişim Yay., 30. Baskı 2008