Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Aziz Augustinus
Bu soru her haliyle bir tartışma yaratır; çünkü alabildiğine ucu açıktır. Ama sorulmak durumundadır; ben böyle bir entiriye başlarken bile hangi kelimeleri seçeceğim konusunda içimde bir tartışma yaşayabiliyorsam, “Tanrı nedir?” sorusunun bende ve başkalarında çok farklı imkanları doğuracağı açıktır. Zira her şeyden önce böyle bir sorunun sorulup sorulamayacağına dair yapılacak tartışmadan sonraki ikincil tartışma bu sorunun ne ölçüde cevaplanabileceği üzerine olacaktır.
Araştırma sonsuz kere, yeniden ve yeniden canlandırılabilir; tıpkı benim bu entiriye bilmemkaç farklı harf grubuyla başlayabilme olasılığım gibi, işin bir ucu saçmalamaya bile varabilir. Saçmalamaya düşmeden ad absurdum’un çekiciliğiyle gözleri kamaşmadan bir yol tutturarak başlıktaki soruyu sorup bir Tanrı ve insan belleği problemi yaratmak için büyük Aziz Augustinus’un Confessiones‘te 10. bölümü tahsis ettiği görülmektedir.
Augustinus, “Dünyaya (“sen Tanrı mısın” diye) soruyor” (10.6.9: “interrogavi terram”), dünya da “hayır ben değilim” (“non sum”) diye cevaplıyor. Dünyevî olan ne varsa hepsi “hayır” diyor (“quaecumque in eadem sunt, idem confessa sunt”).
Bu sefer Augustinus denizin derinliklerine ve içinde yaşayan yaratıklara soruyor (“interrogavi mare et abyssos et reptilia animarum vivarum”), onlar da “hayır, biz senin Tanrı’n değiliz; onu bizden çok yukarılarda arayacaksın” (“non sumus deus tuus; quaere super nos”) diyorlar.
Aziz, yetinmiyor, sıkılmıyor sormaktan; bu sefer esen yele ve içinde yaşayanlara soruyor (“interrogavi auras flabiles”) ve içlerinden her yeri kaplayan hava dile geliyor: “Anaximenes yanılıyordu, ben de Tanrı değilim” (“inquit universus aer cum incolis suis, fallitur Anaximenes; non sum deus'”).
Aziz büyük bir hayalkırıklığıyla güneşe, aya, yıldızlara soruyor (“interrogavi caelum, solem, lunam, stellas”), hepsi diyor ki “senin aradığın Tanrı biz değiliz” (“neque nos sumus deus, quem quaeris”).
Peki öyleyse, Tanrı kim veya nedir? Aziz “bana sizin olmadığınız, benim Tanrı’mla ilgili bir şeyler söyleyin (o kimdir)” (“dicite mihi de deo meo, quod vos non estis, dicite mihi de illo aliquid”) diye sesleniyor, onlar da yüksek bir sesle haykırıyorlar (“exclamaverunt voce magna”) “O bizleri yarattı” (“ipse fecit nos”).
Peki, bu satırları Müslüman veya Yahudi bir din adamından işitmiş olsaydınız tuhaf karşılar mıydınız? Hiç sanmıyorum. Açımlayayım.
Ben evvela kavramlara bakarım. Metin incelemelerinde metnin tamamından önce, içindeki baskın karakterli terimler sanki ısrarla bana sesleniyormuş, illa ki gözüme girmek istiyormuş gibi hissederim. Örneğin Augustinus’un yukarıdaki metnine baktığımda evvela “interrogare” yani “soruşturma” arzusunu görüyorum. Peki, Aziz bunu nerede kullanıyor? Başka terimlerde: “terra” (dünya-yeryüzü-kara), “mare” (deniz), “abyssum” (derinlik), “aura flebilis” (esen yel), “universus aer” (her yerdeki hava) vb. bunların hiçbiri bir Deus etmiyor; aziz bu sonuca varıyor; hatta yazıyı kaleme alırken bu arzusuyla, büyük ihtimal, yanıp tutuşuyor. Ancak bir kerede, dini bir kesip atmayla -dogmatik bir çıkarımla- arzusunu dindirmeyi değil aksine Tanrı’yı yanlış yerde arayarak, arayışın bizzat kendisini yani “interrogare”nin, soruşturmanın, araştırmanın kendisini anlamlandırmış oluyor.
Bana kalırsa Anaximenes’in yanılmış olduğunu araya bilinçli olarak sıkıştırıyor, çünkü burada temelde arayış biçimleri ve amacı farklıdır. Augustinus “tanrı nedir?” arayışını anlamlı kılarken, Anaximenes physis‘in (doğanın) karakterini deşifre etme telaşındadır. Cicero’nun De Natura Deorum 1.26’da bildirdiği gibi (“post anaximenes aera deum statuit, eumque gigni esseque inmensum et infinitum et semper in motu”) Anaximenes havanın tanrı olduğunu söylüyordu. Burada “tanrı nedir?” sorusunun cevabı önem kazanıyor, oysa Hıristiyan azizi için arayışın kendisi anlamlıdır, zira o bu arayışı kendisinden başlatmıştır, oysa Anaximenes için böyle bir kaygı yoktur, onun temel çıkış kaynağı bizatihi çevreleyen doğanın kendisidir.
Augustinus kendisinden hareketlendiği için “tanrı nedir” arayışı anlamlıdır, diyorum ya, bunun sağlaması yine aynı metinde, yukarıdaki kısımdan hemen sonra gelen cümlelerdir. Burada Augustinus “tanrı’nın ne olmadığını” anladıktan sonra, arayışının boyutunu değiştiriyor: Bu sefer, kendi içine dönerek, kendine “ya sen kimsin?” (“et direxi me ad me et dixi mihi, ‘tu quis es?'”) diye soruyor. Bu müthiş bir geçiştir:
“Tu quis es?”
Heidegger, Eugen Fink’le gerçekleştirmiş olduğu o meşhur Herakleitos çözümlemelerinin bir yerinde (Yunancadaki dasein‘den hareketle) bilinçliliğin nesnellik açısından bir değere sahip olduğunu söyler; hemen aklıma gelen bu oldu. Burada yönelinen Tanrı’dan tekrar dönerek bilincin sahibi kimse, onun kendisine varılıyor. Bir nevi, bir şeye yönelik bilincin sahibi olan kişi o şeye yöneldiği ölçüde (ben bunu “soru sormak”, “ciddiyetle araştırmak” olarak da düşünebilirim) onun sahibidir, onu içinde kapsayabilir, “tanrı nedir?” sorusuna en nihayetinde “soruyu soran olarak, tanrı benden çıkar” cevabının verilmesinde olduğu gibi. burada üç husustan oluşan tuhaf bir durum oluşuyor:
a) Augustinus (interrogans/soran)
b) Dünya, deniz, hava gibi kendilerine soru sorulanlar (interrogatus / sorulan)
c) Tanrı (qui interrogatus / sorulan, araştırılan)
Burada yapılan kişileştirilme sonucunda kendisine tanrı olup olmadığı sorulan her dünyevi nesnenin de 3. noktadaki araştırılan tanrı bilincine sahip olduğu anlaşılır. Bilincin kendisi ölçüsünde Tanrı’yı var kılarsak (“soruyu soran olarak, tanrı benden çıkar”), her şey ama her şey bir olur, bir yerde toplanır. İşte bunun adı tanrı olabilir (tek tek organlardan ziyade, bedeni Tanrı görmek gibi), adlandırma meselesi kişiye kalmış.
Augustinus’ta bizatihi bu arayışın anlamlı olduğunu söylemiştim. “Ben kimim?” sorusuna “ben insanım” (“homo sum”) diye cevap verdikten sonra evrendeki her şeyin “biz tanrı değiliz” açıklamasını düşünüp, Tanrı’nın ne veya kim olduğunu araştırmanın sadece kendisine (insana) özgü olduğunu da beller. Bedenin ötesinde arayışın ruhanî boyutu vardır, söz konusu bölümü şu sözlerle kapatır:
“Deus autem tuus etiam tibi vitae vita est”
yani
“(Ey ruhum) Tanrın, senin için yaşamın yaşamıdır.”
Bu da en nihayetinde Tanrı’ya dair, Tanrı’lık bilincini gösteren bir final cümlesi kabul edilebilir, o derece fiyakalı. Yaşamın yaşamını düşününüz; bizde yaşamsal olan hiçbir şey Tanrı’yı göstermez. Augustinus, aynı kitapta bir sonraki bölümde Tanrı’yı duyular aracılığıyla bulamayacağımızı söylerken de buna temas eder:
Yaşamsallıkta bedensellik vardır, Augustinus diyor ki, “quis est ille super caput animae meae?” yani “ruhumun zirvesine hakim olan bu şey nedir?” Cevap belli: “Tanrı”. Peki, “Tanrı nedir?” Eğer gözler ve kulaklar (yaşamsal ve bedensel) sağlamken Tanrı’yı görebilseydi, insanlar gibi hayvanlar da onun farkına varabilirdi. “Bu enerjiyle (bedensel faaliyet) Tanrı’yı bulamam, öyle olabilseydi akıldan yoksun atlar ve katırlar da onu bulurdu, zira onları da yaratan aynı kudrettir.” (“non ea vi reperio deum meum, nam reperiret et equus et mulus, quibus non est intellectus, et est eadem vis qua vivunt etiam eorum corpora.”)
İnsanın Tanrı karşısında kendisini değerli görmesi gerekliliği, bizzat Tanrı arayışının kendisinden kaynaklanmaktadır. Aksi durumda sıradan bir physis araştırması bile yerilmiyor (ki eserin diğer bölümlerinde bu da var) doğrudan hayvan (aklı olmayan) ile insan (aklı olan) arasında karşılaştırma yapılıp, “ruh” bir zorunluluk olarak inanca monte edilmiş oluyor. Alın size bilincin Tanrı’yı insanda kudretli kıldığına dair bir çıkarım daha; Tanrı arayışının kendisini anlamlı kılarken, kendisindeki ruhu ayırt edici görüyor ve yaşamın yaşamını ruhuna görkemli bir tepside sunuyor.
Bana kalırsa “Tanrı nedir?” sorusunun, arayışının kendisi, işte bu nedenlerden ötürü, “insan”ın kendisini arayışına dönüşmektedir. Bu arayışa olan tutkunluğu sürdüğü müddetçe de Tanrı düşüncesinden vazgeçemez. En şiirsel şekilde kapanışı Simone Weil yapsın:
“Aşkımın aldatıcı olmadığından tamamen emin olmam anlamında bir tanrı’nın var olduğundan tamamen eminim… Tanrı deneyimi olmayan iki insan arasında, belki de onu reddeden ona en yakın olandır.”