Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
KLÂSİK FİLOLOJİNİN ÖNEMİ VE TÜRKİYE’DE KURULUŞU [1]
Müzehher Erim
Türkiye’de klâsik filolojinin kuruluşunu anlatmaya başlamadan önce söylenmesi gereken şeyler, yanıtlanması gereken sorular vardır. Bu soruları yıllar önce A. W. F. Blunt’tan çevirdiğim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klâsik Filoloji Bölümü’nün temel kitaplarından biri olarak yayımlanan, Batı Uygarlığının Temelleri[2] adlı eserin “önsöz”ünde sorup yanıtlamaya çalışmıştım. Burada onlara tekrar bir göz atmakta yarar var sanıyorum.
Klâsik filoloji öğretiminin amacı nedir? Yalnız eski Yunan ve Roma’nın tarih ve edebiyatlarını da kapsayan ve az çok diğer “filoloji”lere benzeyen, daha geniş, daha çok yönlü bir bilgi alanının incelenmesi mi? Dil, tarih, edebiyat; hatta felsefe, sanat… Bunların hepsi de klâsik filoloji eğitimine giren konulardır. Ama hiçbiri de klâsik eğitimin asıl amacı değildir. Asıl amaç çok daha geniş ve derindir. Bugünkü Batı uygarlığı; düşüncesi, biçimi, sanatı, bütün sosyal, politik ve hukuksal kurumlarıyla her şeyini eski Yunan ve Roma uygarlıklarına borçludur (gerçi eski Yunan uygarlığı da yoktan var olmamış; eski Mısır, Fenike, Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının etkileriyle oluşup gelişmiştir). Batı’da Eski Yunanca ve Lâtince öğretimi işte bu nedenle eğitimin bel kemiğini oluşturmuştur; bundan dolayı klâsik eğitim o derece büyük ve yaygın bir önem taşımakta, eski Yunan ve Roma’ya karşı bu yüzden sonsuz bir sevgi ve saygı, derin bir hayranlık beslenmektedir.
Ülkemizin Tanzimat’tan beri süregelen batılılaşma çabaları ne yazık ki uzun süre ancak Batı’nın son aldığı biçimi hedeflemiştir. Oysa Batı’yı bugünkü Batı yapan, eski Yunan ve Roma’da temeli atılmış kök prensiplerin Rönesans’la yeniden ortaya çıkarak ele alınması ve ileri adımların o prensiplere göre atılması olmuştur. Doğu neden geri kalmıştır? Batı nasıl ilerlemiş ve bugünkü uygarlık düzeyine ulaşmıştır? İşte biz de çağdaş uygarlığa erişmek istiyorsak, bu neden ve nasıl sorularını kökten araştırmalıyız. Batı uygarlığını dıştan görüldüğü gibi almak -örneğin yalnızca köprü, baraj, yol, gökdelen olarak; sadece otomobil, uçak ya da televizyon vb. şeyler olarak görmek, bunlara sahip olunca uygar olduğumuzu sanmak- boş bir hayalden başka bir şey değildir. Yalnızca taklit etmekten ve yüzeyde kalmaya mahkûm, boşuna birtakım çabalar olmaktan ileri gidemez. İşte klâsik eğitimin amacı bu, Batı’yı Batı yapan temel prensipleri inceleyip öğretmektir. Çağdaş uygarlığı anlayabilmek için bunları iyice öğrenmemiz gerek.
Hümanizm bütün Batı kültürünün bel kemiğini oluşturur. Hümanizm bir yaşam görüşü; yaşamı ve her şeyi insan açısından değerlendiren, insanı her şeyin merkezi ve ölçütü yapan bir inançtır. İ.Ö. V. yüzyılda yaşayan Yunan Filozofu Protagoras bunu şu sözlerle özetlemiştir: Ânthropos metron pânton = İnsan her şeyin ölçüsüdür. İnsanoğluna ve onun yaşamının her yönüne verilen bu önemi bütün Eski Yunan ve Lâtin edebiyatlarında gördüğümüz gibi, bu edebiyatların incelenmesiyle ortaya çıkan Rönesans’la birlikte oluşan bugünkü Batı kültüründe de görüyoruz. Bireye saygı, yani özgürlük fikri; bireyin düşüncesine saygı, yani düşünce özgürlüğü; bireyin hem kendini hem de içinde yaşadığı toplumu yönetmesine dayalı siyasal sistem, yani demokrasi Atina’da doğmuştur. İnsan düşüncesi ve ruhuyla ilgili birçok şey de orada gelişmiştir. Felsefenin doruğa ulaştığı yer orasıdır. Mimar, ressam, heykelci ve yazarları bugün bile örnek alınan eserler yaratmışlardır; onların koydukları kurallar hâlâ geçerlidir.
Roma’ya gelince: Felsefe ve edebiyatta Yunan etkisi altında kalan Roma, kendine özgü eserler vermiştir. Sonraki Batı’yı doğrudan doğruya etkileyen, Roma eserleri olmuştur. Pratik insanlar olan Romalıların gündelik yaşamla ilgili ilkeleri ve idealleri, hükümet ve ordu teşkilâtları hemen hemen, olduğu gibi Batı’ya geçmiştir. Roma mimari eserleri ve yolları da Batı’yı çok etkiledi. Ama sonraki çağlara bıraktıkları en önemli miras, Roma hukukudur. Lâtin diliyse, kısa ve tam ifade olanağı bakımından yüzyıllarca Avrupa’nın ortak bilim dili olarak kalmıştır.
İşte Batı’nın hemen hemen her şeyini borçlu olduğu bu iki uygarlığı ele alan klâsik filolojiyi batılılaşma yoluna giren Türkiye’de de eğitim alanına sokmak gereği anlaşılmıştı. Yaşayan Batı dillerini ve edebiyatlarını daha iyi anlayabilmek, Antikçağ tarihini daha iyi inceleyebilmek, yapılacak arkeolojik çalışmalarda (hele bizim ülkemiz gibi bir ülkede) daha doğru, daha nitelikli sonuçlar ortaya koyabilmek için de, Eski Yunanca ve Lâtince’nin öğretilmesi gerekiyordu. Tıp, eczacılık, dişhekimliği, botanik, zooloji v.b. pozitif bilimlerde ve hukuk eğitiminde bu iki dilden birinin yahut ikisinin birden bilinmesi gerektiği de tartışılmaz. Nitekim, Batı üniversitelerinde modern filolojiler, arkeoloji, felsefe, hukuk ve yukarda saydığımız pozitif bilimlerin eğitimi için Eski Yunanca ve Lâtince bilmek şarttır. Kaldı ki biz bir zamanlar Bizans İmparatorluğu’na ait olan topraklar üzerinde yaşıyoruz. Bizans’la ilgili herhangi bir çalışma yapabilmek için Bizans Grekçesi ve Ortaçağ Lâtincesi bilmek; Bizans Grekçesi ve Ortaçağ Lâtincesini öğrenmek için de, Eski Yunanca ve Klâsik Lâtince bilmek şarttır. Topkapı Sarayı kitaplığında bulunan, bu dillerde yazılmış birçok el yazması, incelenmeyi beklemektedir. Demek ki İlkçağ ve Ortaçağ tarihi okuyanların, sanat tarihi (özellikle, Bizans sanatı tarihi) eğitimi görenlerin mutlaka bu iki eski dili öğrenmeleri gerekiyor; ama ne yazık ki bölümümüze yıllardır bu iki bölümden öğrenci gelmemiştir.
Şimdi gelelim kuruluş tarihçesine: Klâsik filoloji, Türkiye üniversitelerinde bir bölüm olarak ilk kez, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde kuruldu[3]. Bu fakülte -ve diğer bazı fakültelerle konservatuvar- Ulu Önder Atatürk’ün emriyle kurulmuştur. Söz konusu fakülte 1935 yılının sonunda, birkaç bölüm olarak kuruluyor. Bu arada, hocamız Hamit Dereli Avrupa’dan dönüyor. Orada öğrenim görürken Lâtince de öğrenmiştir. Gene Atatürk’ün öncülüğünde, Hamit Dereli’nin de teşvikiyle Klâsik Filoloji, Fransız Filolojisi’ne bağlı olarak kuruluyor (yıl 1936). On kadar öğrenci bu bölüme geçiyorlar. Hamit Dereli ve o sıralar İstanbul Üniversitesi’nden Ankara Üniversitesi’ne geçen Prof. Fazıl Nazmi Rükün da, yatılı öğrencilere Lâtince dersleri veriyorlar. 1936-37 ders yılında Alman hoca Prof. Dr. Georg Rohde geliyor ve böylece Yunanca dersleri de başlıyor. İstanbul’da Romanoloji (yani Fransız filolojisi) yapmış olan Azra Erhat 1937-38 ders yılında asistan olarak Dil-Tarih’te görev alıyor. Daha sonra da, Suat ve Samim Sinanoğlu kardeşler Dil-Tarih’ten mezun olduktan sonra asistan oluyorlar (Suat Sinanoğlu Eski Yunanca; Samim Sinanoğlu Lâtince elemanı olarak). 1950’lerde Prof. Rohde Almanya’ya dönüyor. Birkaç yıl sonra Suat Sinanoğlu profesör oluyor. 1959’da da, Samim Sinanoğlu profesörlüğe yükseltiliyor[4]. 1960’ta Ankara’daki Klâsik Filoloji Bölümü ikiye bölünüyor; Yunan Dili ve Edebiyatı, Lâtin Dili ve Edebiyatı olarak. 1982’de YÖK Ankara’yı örnek alarak İstanbul’daki Klâsik Filoloji’yi de ikiye bölmüştür. Dünyanın hiçbir yerinde klâsik filoloji böyle yapay bir şekilde ikiye bölünmüş değildir; ayrılmaz bir bütündür (hatta Amerika’da, California’daki Berkeley Üniversitesi’nde Klâsik arkeoloji, İlkçağ tarihi ve İlkçağ felsefesi de Klâsik Filoloji Bölümü’ne ait dersler olarak programda ve aynı kat üzerinde yer almaktadır).
İstanbul’daki Klâsik Filoloji 1942-43 ders yılında, yalnızca Lâtince olarak başladı. Ben o sırada İngiliz Filolojisi’ne yazılmıştım. Dillere karşı büyük bir sevgim olduğundan Lâtince’yi yardımcı sertifika dersi olarak almaya başladım. Benden başka, Felsefe’den ve İngiliz Filolojisi’nden iki üç kişi daha vardı. Hocamız, Oxford Üniversitesi’nden ünlü Roma tarihçisi (ki sonradan kendisine “Sir” unvanı verildi) Prof. Ronald Syme idi. O sırada savaş olduğu için İngiliz üniversitelerinde pek öğrenci kalmamış, o da ülkemize gelmişti. O yıl ikinci sömestrde (yani 1943 başında) Prof. Syme bana “Burası artık bağımsız bir bölüm oldu. İngiliz Filolojisi’nden kaydını buraya nakletmek istemez misin?” dedi. Arnavutköy’deki Amerikan Koleji’nden gelmiş bir öğrenci olarak o zamanki İngiliz Filolojisi’nin programı beni tatmin etmekten uzaktı. Hocamız Prof. Halide Edib’in karşı çıkmasına ve “sömestr kaybedersin” şeklindeki uyarısına karşın, oradan ayrıldım. Prof. Syme’la dekana gittik ve konuştuk. Hiç sömestr kaybetmeden bu bölüme geçtim ve yeni bölümün ilk öğrencisi ben oldum. Prof. Syme ben dördüncü sınıftayken, 1945 yılı sonunda ayrıldı. 1943-44 ders yılı başında İrlandalı Prof. Oliver Davies geldi, onunla Eski Yunanca’ya başladık. 1944’te Cambridge’ten gelen George Ewart Bean, hem Eski Yunanca hem de Lâtince dersler vermeye başladı. Sonradan üniversitemizce “profesör” unvanına lâyık görülen George Bean uzun yıllar bizimle kaldı -70 yaşına kadar. Dünyaca ünlü bir epigrafist idi, Batı ve Güney Anadolu’yu karış karış taradı. Türkçe’yi çok iyi öğrenmişti, derslerini Türkçe verirdi. Emekli olup İngiltere’ye döndükten birkaç yıl sonra, 1977’de vefat etti. Bu arada, 1943’te Faruk Zeki Perek Lâtince hocası olarak; ondan bir yıl kadar sonra da Zafer Taşlıklıoğlu, Eski Yunanca hocası olarak Ankara Dil-Tarih’ten naklen aramıza katılıp ders vermeye başlamışlardı. Taşlıklıoğlu Ankara Dil-Tarih mezunuydu. Perek’se, Londra Üniversitesi King’s College’da Lâtince öğrenimi görmüştü. 1945 yılında öğrenimimi bitirerek daha önceden Prof. Syme’ın önerdiği, fakültemiz dekanının da kabul ettiği gibi, bölümde asistan olarak kaldım. Syme’dan sonra bir süre, aslında Felsefe Bölümü’nde görevli olan, antik felsefe ve Eski Yunan filolojisi uzmanı Prof. Dr. Walther Kranz bölümümüzün başkanlığını yaptı[5]. 1955’te Belçikalı Prof. Paul Moraux beş yıl için bölümümüze geldi. Gerek öğretim gerekse diğer etkinlikler onun zamanında yeni bir canlılık kazandı[6]. Prof. Perek ve Prof. Dr. Taşlıklıoğlu epeydir emekli olmuş bulunuyorlar. [7]Artık benim emekliliğim de yaklaşmakta[8].
1969’a kadar Ankara’daki Klâsik Filoloji Bölümü’nde Lâtince öğrenimi Batı Dilleri öğrencileri için zorunlu yardımcı dersken, o sırada çeşitli nedenlerle ayaklanan öğrencilerin isteği üzerine zorunlu olmaktan çıkarılmış ve seçmeli ders olmuştur. Gene de Arkeoloji ve Batı Dilleri hocalarının teşvikiyle bu derse hatırı sayılır sayıda öğrenci devam etmektedir. İstanbul’daysa, gerek Eski Yunanca gerek Lâtince’ye, zorunlu dersler olmadıkları dönemlerde bile epeyce yardımcı öğrenci gelmiştir. Özellikle Felsefe ve Arkeoloji bölümlerinden zorunlu olarak gelenler için kimi zaman özel sınıflar açılmıştır. Batı Dilleri’nden gelenler olmakla birlikte, bunların sayısı hiç de beklenildiği kadar olmamıştır. Oysa bilim dallarının niteliği dolayısıyla buradan daha çok öğrencinin gelmesi; hatta, adı geçen bölüm öğrencileri için bu derslerin zorunlu olması gerekirdi.
Klâsik filoloji zor bir öğrenim alanıdır. Liseden bu konuda hiçbir bilgiye sahip olmaksızın gelen öğrenci için iki eski dili sınırlı zamanlar içinde öğrenmek oldukça güçtür. Oysa başlangıçta düşünüldüğü gibi klâsik liseler açılsaydı ve öğrenciler Avrupa’da olduğu gibi ilk bilgileri oralardan edinip üniversiteye gelselerdi, durum kuşkusuz bambaşka olurdu. Bu amaçla 1944’lerde Ankara, İstanbul ve İzmir’deki birkaç lisede Lâtince öğretimi başladıysa da, birçok nedenden dolayı bu güzel girişim başarılı olamadı. Gene de bütün zorluklara karşın, az da olsa, çok iyi elemanlar yetiştirmek mümkün oluyor. Burada belirtmek istediğim önemli bir husus, ülkemizde klâsik filoloji alanında özgün eser vermenin olanaksız olduğu şeklindeki bir görüşün varlığıdır. Bu görüşü savunanların öne sürdükleri gerekçelerden biri, Batı’da bu konuda çok fazla eser verilmiş ve dolayısıyla bize konu kalmamış olmasıdır. Fakat ben, gerek kendi eserlerimi gerekse Lâtin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı araştırma görevlileri Bedia Demiriş ile Çiğdem Dürüşken’in[9], danışmanlığını yaptığım tezlerini ortaya koyarak bu görüşe kesinlikle karşı çıkıyorum. Yeni bir bakışla, değişik açılardan yaklaşarak -zor da olsa- her zaman orijinal konular bulunabiliyor. Yeter ki istek ve gayret olsun! Bir de şu var: Batı’da hâlâ orijinal eserler, örneğin doktora tezleri yapılmaktadır; demek ki konu bitmemiş!
Konuşmama son vermeden önce şunu da belirtmek istiyorum: Ankara’da bir bölüm olarak coşkuyla kurulup gelişen klâsik filoloji, İstanbul’da ne yazık ki üvey evlât muamelesi görmüştür. Üniversite topluluğu içinde dahi bu bölümü küçümseyenler, gereksiz bulanlar olmuştur. Hatta ne acıdır ki bölümün hocaları arasında öğrencilere “Türkiye’de bu öğrenime gerek olmadığını, başka bölümlere gitmelerini” (!) söyleyen bir öğretim üyesi bile çıkmıştır. Batı eğitiminde, Batı üniversitelerinde ve hele edebiyat fakültelerinde en başta yer verilen klâsik filolojinin ülkemizde ve üniversitemizde bu duruma düşmesi insanı birçok açıdan derin derin düşünmeye sevkediyor. Özellikle, ülkemizi çağdaş uygarlıktan uzaklaştırıp gerilere, karanlıklara götürmeye uğraşanların meydanları doldurduğu şu günlerde!…
KAYNAK:
Arkeoloji Ve Sanat, Sf.27-30, S.94, Yıl:22, Ocak-Şubat 2000.
[1] 14 Mart 1989’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yapılan “Türkiye’de Eskiçağ Bilimleri’nin Geçmişi – Bugünü – Geleceği, Sorunlar – Çözümler – Öneriler” konulu panelde Prof. Dr. Müzehher Erim tarafından verilen konferansın metni olup, Lâtin Dili Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erendiz Özbayoğlu’ndan sağlanarak Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Güler Çelgin ve Doç. Dr. Ahmet Vedat Çelgin tarafından, bazı küçük değişiklik ve ek notlarla yayına hazırlanmıştır.
[2] 1965 tarihli ilk baskısında Batı Medeniyetinin Temelleri adını taşıyan eser, 1979 ve 1984 tarihlerinde yapılan ikinci ve üçüncü baskılarında Batı Uygarlığının Temelleri adıyla yayımlanmıştır.
[3] Bu kuruluşla ilgili bilgileri Sayın Doç. Dr. Türkân Uzel’den aldım; kendisine burada teşekkür ederim
[4] Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Klâsik Filoloji Bölümü’nün kuruluşunu gerçekleştiren veya bu aşamada katkıları bulunan bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Georg Rohde, Prof. Fazıl Nazmi Rükün, Prof. Hamit Dereli, Prof. Dr. Samim Sinanoğlu, Doç. Dr. Azra Erhat ve son olarak da, 1999 Ağustos’unda Prof. Dr. Suat Sinanoğlu ebediyete intikal etmişlerdir (yay. haz. notu).
[5] Felsefe Bölümü’nde Prof. Kranz’ın yardımcılığını Suad Yakup Baydur yapmaktaydı. Almanya’da Heidelberg Üniversite-si’nde klâsik filoloji öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönen ve 1946 yılında Felsefe Bölümü’ne asistan olarak atanan Baydur, 1948’de Klâsik Filoloji Bölümü’ne geçmiş, 1950’de bu bölümde doçentliğe yükselmişti. Kendisi 1953 yılında elim bir kaza sonucunda yaşama veda etmiştir (yay. haz. notu).
[6] Bu arada, 1954 yılında bölüme asistan olarak atanmış olan Oktay Akşit, söz konusu görevini 1958 yılına değin sürdürdükten sonra Tarih Bölümü Eskiçağ Tarihi Kürsüsü’ne geçmiş ve “profesör” unvanıyla 1994 yılında emekli oluncaya kadar akademik kariyerine orada devam etmiştir (yay. haz. notu).
[7] Prof. Kranz’dan sonra Klâsik Filoloji Bölümü uzun yıllar (1977’ye değin) Prof. Faruk Zeki Perek tarafından yönetilmiştir. 1980 yılında emekli olan Prof. Perek, 1999 Nisan’ında aramızdan ayrılmıştır. 1977-1982 yılları arasında Klâsik Filoloji/Klâsik Diller ve Edebiyatları Kürsüsü (1982 Nisan-Eylül arasında Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Klâsik Filoloji Anabilim Dalı; Ekim-Aralık arasında Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı) başkanlığını yapan Prof. Taşlıklıoğlu, 1 Ocak 1983 tarihi itibariyle emekliye ayrılmıştır (yay. haz. notu)
[8] 1982-1992 arasında Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Lâtin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı başkanlığında bulunan Prof. Dr. Müzehher Erim, 1992 yılında emekli olmuş; 1996 Ağustos’unda aramızdan ayrılmıştır. İstanbul’daki Klâsik Filoloji Bölümü’nün kuruluş aşamasında yer almamakla birlikte, en az onun kadar önem taşıyan gelişme aşamasında büyük emeği geçen bir öğretim elemanının, Okutman Dr. M. Sina Kabaağaç’ın da burada özel olarak anılması gerekir. Bölüme, ilk atandığı 1965 yılından itibaren, 1989’da emekli olduktan sonraki mesaisi de dahil, toplam 35 yıl canla başla hizmet eden Dr. Sina Kabaağaç’ı, 1997 Eylül’ünde kaybetmiş bulunuyoruz. Türkiye’de klâsik filolojinin kurulması ve gelişmesine önemli katkılar sağlayan ve artık aramızda bulunmayan tüm değerli hocalarımızın aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliriz (yay. haz. notu).
[9] Her iki öğretim elemanı da, halen “doçent” unvanıyla görevlerini sürdürmektedirler (yay. haz. notu).
>Klasik filolojinin tarihçesini ilk olarak Bedia Demiriş dersinde dinlemiştim,bu yazıyı okuyunca çok daha güzel oldu,özellikle müzehher erim hoca’nın gözlemleriyle filolojinin önemini çok iyi pekiştirmişsin.Blogu ilk kez incelemeye başlayanlar burdan başlasa çok daha iyi olur,nelerden bahsettiğin az da olsa kafalarda şekillenir diye düşünüyorum.
>Ve bu konu Bedia Hoca’dan final sorusu olarak gelir,siz de burayı okumuşsanız bir güzel cevaplarsınız 🙂
>klasik filoloji bölümünden 1982 yılında iki yıl uzatmalı olarak mezun oldum. ebediyete intikal eden hocalarıma rahmet diliyorum. halen çalışmakta olan hocalarımada başarılar diliyorum. faik ahmet akçadoğan 76 girişli öğrencilerden