Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Merhaba değerli dostlar, bugün “Klasiklerden kurtulmalı mıyız?” başlıklı yeni bir yayınla karşınızdayım.
Başlık rahatsız edici, farkındayım ama bilinçli bir şekilde tercih ettim.
Son dönemde batıda hem antikçağ hem de antikçağ sonrasındaki klasikler içeriklerinden ötürü tartışılıyor.
Belki de Nietzsche’nin tabiriyle “değerlerin yeniden değerlendirildiği” bir çağdayız.
Ancak değerlerin yeniden değerlendirilmediği bir çağ oldu mu geçmişte? Bence olmadı, değerler birey ve toplumun gelişimiyle birlikte zaten her zaman yeniden değerlendirilmiştir.
Değerlendirme ile kastettiğim geçmişte anlamlı veya anlamsız bulunan kültürel unsurların tersine çevrilebilecek ölçüde tartışmaya açılmasıdır.
Yeni bir değerlendirmeyle geçmişte değerli bulunanlar değersiz, değersiz bulunanlar değerli görülebilir.
Bu durum klasikler için de geçerlidir.
Öncelikle “Klasikler” tabiriyle neyi kastediyoruz?
Kubbealtı sözlüğünde “klasik” maddesinde ilk anlam olarak şu yazıyor:
“Kendi türünde en yüksek seviyede olan, en güzel örnek kabul edilen, üzerinden çok zaman geçtiği halde değerini kaybetmeyen (eser vb.)”
Bu anlamı göz önünde tutarsak “klasik” olan, kendi doğası gereği zaman içinde değer kaybetmeyen bir şeydir.
Örneğin Homeros destanları birer klasiktir. Bu ilk anlama göre zaman içinde değerlerini yitirmemiş olmaları gerekir. Bunlar Calvino’nun “Klasikleri Niçin Okumalıyız?” kitabında söylediği gibi, “okuyorum değil, yeniden okuyorum” diyebileceğimiz kitaplardır. Tekrar tekrar okunabiliyor olması bir eseri klasik yapar.
Bugün burada Calvino’nun veya başkalarının üzerinde durduğu klasik edebiyat eserlerinden “kurtulma” konusunu ele almayacağım.
Sizi Klasik teriminin aynı Kubbealtı Lugatı’ndaki ikinci anlamına yönlendirmek istiyorum.
Buna göre “klasik” sözcüğü “Eski Yunan ve Roma ile yâhut XVII. yüzyıl Fransız dili, sanatı ve yazarlarıyla ilgili olan” anlamında da kullanılır.
Öncelikli konum Yunan ve Roma dili ve yazarlarıyla ilgilidir.
Nitekim son dönemde, uzun vadede birkaç on yıl ama özellikle de son birkaç yıl içinde batıda birçok tartışma yapıldı.
Bazılarına göre Yunanca ve Latince yazılmış eserlerde dile gelen fikirler bugünkü birçok insanlık suçunun nedeni olarak görülen batı hegemonyasının kaynakları olmuştur.
Veya Bernal gibi bazı akademisyenlere göre, 19. yüzyılda, Avrupa’da milliyetçilik ve sömürgeciliğin yanı sıra, ırkçılığın ve anti-Semitizm’in yükselişi ile birlikte, tarihçiler Mısırlıları ve Fenikelileri tarihin dışında bırakmıştır. Oysa antik dünyada Yunanlar bile Yunan mucizesinin tarihsel olarak doğulu bir kökene dayandığını iddia ediyordu.
Başka deyişle 19. yüzyılın Avrupalı ırkçılığı Yunan’dan çok Yunan olma heveslisiydi.
Ancak durum bu kadar basit değildir. Daha da karmaşıktır.
Nitekim Düşünbil dergisinin bir sayısında çıkan “Auerbach ve Nazi Faşizmine Karşı Filolojik Mimesis” başlıklı kısa bir makalemde işlediğim bir konu var. O da şu: Naziler, dilin ve kültürün kökenine dair alternatif bir açıklama arayışına girdiklerinde, kaynağın Yahudi-Hıristiyan geleneğinde değil, doğuda olduğunu varsaymıştır ve bu varsayımdan hareketle Nazilerin Aryan filolojisi de politik imha sürecinin kültürel ve edebî izdüşümü olmuştur. İşte Auerbach Mimesis adlı eserinde buna karşı çıkar ve hem Yunan-Roma geleneğinden hem de Yahudi-Hıristiyan geleneğinden aldığı benzer metinleri karşılaştırmıştır.
Örneğin Homeros’un Odysseia’sından aldığı bir parçayla Tevrat’taki kurban anlatısını karşılaştırmış, böylece antik Yunan geleneği ile Yahudi-Hıristiyan geleneği arasında bir koşutluk kurmuştur.
Auerbach’ın yaptığı, yok sayılmak istenen bir geleneğe ait bir kurban anlatısını Homerosçu bir temanın karşısına çıkararak bir nevi Tevrat’ın edebî varlığını değerli kılmaktır. Ona göre bu iki metin batı edebiyat geleneğinin temelinde birlikte yer alabilirdi.
Batı edebiyatlarının kökeninde tek bir kültür, ırk, din veya ideolojinin bulunması gerekmiyordu. Paralel olarak farklı kültürel unsurlar bugüne dek edebiyat veya düşünce tarihimizi şekillendirmiş olabilirdi. Oysa ırkçılar, belli bir dinin mutlak üstünlüğünü diğerlerine dayatanlar veyahut kendi ideolojisini dayatıp kapalı toplum düzenini öngörenler bu çeşitliliği kabul edemez. Etmemişlerdir de.
Bu meselenin bir yönü.
Bir de klasikleri içeriklerinden ötürü bugünün temel insan hakları ve hassasiyetleri açısından yargılayanlar da vardır.
Nitekim son dönemdeki tartışmalar daha çok bu yöndedir.
Örneğin Princeton Üniversitesi’nde, bizdeki Yunan ve Latin Dili ve Edebiyatı bölümlerine denk düşen Classics bölümünde hoca olan Dan-el Padilla Peralta antik Yunan ve Roma tarihi ve edebiyatı üzerine çalışmanın derhal sonlandırılması gerektiğini savundu. Başka deyişle bağlı bulunduğu bölümün dolaylı olarak kapatılması gerektiğini söylemiş oldu. Bir Afro-Amerikan olarak bu antik kültürün temsili olan tüm eserlerin Beyaz Adamın hegemonyasına temel oluşturduğunu iddia etti.
Dolayısıyla antikçağın Klasikler’inden kurtulmamız gerekiyordu. İlk bakışta radikal ve marjinal bir çözüm önerisi gibi görünüyor. Belki bazılarına pire için yorgan yakmak olarak da görünebilir. Ancak biraz düşününce, eğer ırkçılığa veya beyaz adamın hegemonyasına karşı çıkıyorsak, “Black Matters” ile birlikte siyah hareketinin haklı bir davayı savunduğu göz önünde tutulursa, bu ırkçılığın kökten yok edilmesi fikri başta belirttiğimiz değerlerin yeniden değerlendirilmesi açısından anlamlı görünebilir. Nitekim Irkçılığın (ve onun doğal sonucu “beyazlığın” ya da “beyaz üstünlüğünün”) dokunduğu her şeyi kirlettiği varsayılıyor. Bu, ırkçılık karşıtlığının ilk aksiyomudur. İkincisi şudur: Irkçı olan her şey yerle bir edilmeli veya kamusal hayatımızdan silinmelidir.
Bu bakış açısı bir şeyi atlıyor: Klasiklerden kaçabilir miyiz? Klasiklerin temsil ettiği değerlerden veya o değerleri meydana getiren gelenekten kaçmak mümkün mü? Nitekim Gadamer önemli bir tespitte bulunur: “Gelenekten kaçılamaz ve kaçınılamaz.” Kaçmak ve kaçınmak, Türkçemizde güzel ifade edilen bir düşünceye zemin oluşturuyor.
Bu geleneğin olduğu gibi kabul edilmesi anlamına gelmiyor, Gadamer’in bağlamında gelenekten kaçmamak ve kaçınmamak, onun varlığının layıkıyla, doğru dürüst öğrenilmesi ve doğru ya da yanlış bugün bizi biz yapan niteliklerin kavranması gerekliliğiyle birlikte okunmalı. Bugün veya yarın nasıl davranmamız gerektiğini, düne yani geçmişe bakarak yeniden değerlendirmemiz gerekir. Bu bağlamda gelenekten kaçmamak veya kaçınmamak, gerçeklerden kaçmamak veya kaçınmamaktır.
Tarihe bakmak gerek, tarihsel bakış açısına göre bir gelenek okuması yapmamız lazım. Dolayısıyla akademideki Klasikler bölümünü kapatmak veya klasiklerden kurtulmak değil, o bölüm aracılığıyla öğrenilen klasikleri doğru anlayıp çözümleyerek bugün ve yarının düşüncesini oluşturmak zorundayız.
Klasik metinlerin içerdiği bugün bize ırkçı, kadın düşmanı, yabancı düşmanı veya genel olarak ahlaksız görünebilen unsurlar o metinlerin bize aktardığı tarihsel döneme aittir.
Klasiklerden kurtulmak tarihi değiştirmeyecek, klasik kitapları yakmak veya Klasikler bölümlerini kapatmak gerçeğin üzerini örtmeyecek. Gerçek yaşandı, yaşanan gerçekti. Dolayısıyla biz devekuşu gibi gerçeklerden kaçınmak için bir “görmeme” opsiyonunu seçemeyiz.
Zaten klasik gelenek o metinlerin içinde bugün bizi rahatsız edebilecek unsurlardan çok daha fazlasını içeriyor. The Week’te çıkan “Cancel the Classics?” yani “Klasikleri İptal Etmek mi?” başlıklı yazısında Damon Linker de aynı düşünüyor. Klasikler için “medeniyetimizin temellerine açılan çok önemli bir pencere” diyor ve ekliyor “Bu medeniyetin ahlaki açıdan rahatsız edici yönleri var mı? Elbette. (İnsanlık tarihinde hakkında aksini söyleyebileceğimiz bir medeniyet var mıydı?) Ama bunda da güzel şeyler var. Kendimizi, iyi ve kötü ve aradaki her şeyi anlamak istiyorsak, antik Yunan ve Roma, sonunda bize kadar gelen uzun, son derece karmaşık hikayenin başında başlamamız gereken yerdir” diyor. Sonra ekliyor:
“Bizi bu hikâyeden koparmak ya da görüntüyü duvar halısındaki tek bir parçaya indirgemek, bizi kendimiz hakkında cehalete mahkum etmek demektir.”