Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
10 Şubat 2021 tarihinde “Roma’da Stoa Felsefesi” başlıklı konuşmayla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Kulübü Konuşmaları’nın konuğu oldum. Beni bu etkinliğe davet edip kıymetli katılımcılarla buluşmamı sağlayan kulüp yetkililerine teşekkür ederim.
Yaptığım konuşmayı ve soru cevap bölümünü aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.
“Roma’da Stoa Felsefesi” başlıklı konuşmamın taslak metni:
Öncelikle “Roma’da felsefe” ifadesinden ne anlıyoruz? Bunun üzerinde durmak istiyorum.
Zira “Roma’da felsefe” ifadesi ilkin coğrafî olarak felsefenin Roma’daki durumuna odaklanmamız gerektiğini düşündürüyor, ancak sadece coğrafî bir ifadeyle karşı karşıya değiliz, aynı zamanda tarihsel bir döneme de işaret ediyoruz, çünkü Roma’nın sadece bir dönemindeki felsefeye atıfta bulunuyoruz.
Kaçınılmaz olarak hem coğrafî hem de tarihsel bir odaklanma kendi içinde kültürel, politik ve ekonomik unsurlara da odaklanmamız gerektiğini düşündürüyor.
O halde “Roma’da felsefe”yi anlayabilmemiz için çok yönlü bir odaklanmaya ve interdisipliner bir çalışmaya ihtiyacımız var.
Ana çalışma alanı Roma’da siyaset ve felsefe ilişkisi olan bir filolog olarak kaçınılmaz olarak metinlerden hareketle (ki filolojide metin hem madde hem de üründür) felsefe faaliyetlerinin tarihsel seyrine odaklandım.
Bu çalışma alanında karşılaşılabilecek en büyük sorunla ben de karşılaştım. O sorun “Roma’da felsefenin olmadığı” önyargısıydı. Hatta bir toplantıda felsefe profesörü, rahmetli Ömer Naci Soykan hocamız Roma’da şiir ve felsefenin olmadığını söylemişti. Oysa bunun gerçekle bir ilgisi yok, bu Vergilius ile Cicero’yu tümüyle yaşamamış kabul etmekti.
Bu önyargının temelinde Yunan felsefesinin haklı ihtişamı var, Roma’daki felsefe faaliyetleri tıpkı Güneş belirince gökyüzünde silinen yıldızlar gibi, Yunan felsefesiyle kıyaslandığında yokmuş gibi sayılıyor. Evet, Roma’da Herakleitos yoktu, Sokrates yoktu, Platon yoktu, Aristoteles yoktu ama Cicero vardı, Lucretius, Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius ve hatta Roma’yı her yönden eleştiren Aziz Augustinus vardı. Onların katılımı felsefe tarihinde iz bırakmıştır.
“Roma’da felsefe” ifadesinin içini nasıl doldurduğumuz burada önem kazanıyor.
Roma’da felsefe ile sadece Roma dönemindeki felsefe okullarının faaliyetlerini kastetmiyoruz, aynı zamanda Romalıların felsefe tarihinde iz bırakacak ölçüde katkılarına da odaklanmış oluyoruz. Romalı bir filozofu veya Roma’da yaşamış yabancı bir filozofu Yunan dönemlerindeki filozof tiplerinden ayıran belirleyici özellikler nelerdi? Bu özellikleri belirleyen politik ve toplumsal koşullar neydi? Bunlar bugünkü bu toplantımızın konusu olan “Roma’da Stoa felsefesi” için de önemli sorulardır.
Çünkü yaptığım çalışmalarda vardığım en önemli sonuç felsefenin Roma’da görülmeye başladığı Cumhuriyet döneminden İmparatorluk ve Hıristiyanlık dönemlerinde “büyük ölçüde” Roma’nın politik ve tarihsel kodlarının etkisinden sıyrılamadığı yönündedir.
Stoa felsefesinin rağbet görme açısından diğer ekollere nazaran göreli zaferinin arkasında da bu etki vardır, Stoa felsefesi temelde Roma’nın politik ve tarihsel kimliğiyle örtüştüğü ölçüde benimsenmiş ve tarih sahnesinde evrilmiştir.
Buraya dikkat edelim, Roma’nın Stoa felsefesini dönüştürdüğünü söylüyorum. Roma olmasaydı sadece dünya tarihinin değil, felsefenin ama özellikle de Stoa felsefesinin nasıl süreceğini kestirmek zordur. Uzunca bir dönem Roma’nın felsefe tarihindeki sadece “aracı” rolüne dikkat çekildi ama son 50 yıldaki çalışmalar, Philosophia Togata ve Roman Reflections gibi adını sayamayacağımız birçok eser artık “Romalı Felsefe”, “Roma Felsefesi” veya “Roma Dönemi Felsefesi” gibi farklı şekillerde çevirebileceğimiz, müstakil bir felsefe yapma tarzından söz edebileceğimizi göstermektedir.
Burada kilit açan anahtar Roma’daki felsefeyi Yunan felsefesiyle kıyaslamadan kendi tarihsel öyküsüyle açıklamaktır.
Bu öykünün başlangıç noktası mitolojiktir ama Yunan felsefesinin başlangıç öyküsünden daha muallak değildir.
Ne demek istiyorum?
Beni yakından takip edenler bilirler, Orpheus ve Musaios’a özgü yarı felsefî, mitolojik, teolojik ve kozmolojik anlatıları bir yana koyarsak Yunan felsefesini Delphoi kehanet merkezi etrafındaki yedi bilgeyle ilgili anlatılan yarı efsanevî anlatılarla başlatma eğilimindeyim. Bu bana felsefenin ve filozofların toplumdaki yerine ilişkin de oldukça makul bir başlangıç zemini oluşturuyor.
Toplumun değer yargılarından ve sanılarından rahatsız olan filozof tipinin ilk örnekleri yedi bilgedir. İlkin yedi bilgede restorasyon ve reform fikrine bağlanabilecek öğütler silsilesiyle karşılaşırız ve yedi bilgenin komutan, devlet adamı ve yasa koyuculardan oluştuğuna dikkat çekmek istiyorum. Felsefe tarihi metinlerinin genelde ilk bölümünde, felsefenin başlangıcıyla ilişkilendirilen Thales de yedi bilgeden biriydi.
Platon ve Aristoteles’in yansıttığının aksine Thales’in sözü dinlenen bir kanaat önderi olduğu açıktır.
Dilimi ısırarak söylersem felsefenin toplumsal yönü reaktiftir. Politik otoritenin veyahut toplumu oluşturan çoğunluğun filozoftan rahatsızlığı buradan kaynaklanır, insanlar yüzlerce, belki binlerce yıl içinde oluşmuş olan değer yargılarının veyahut dinî inanışlarının tartışılmasını, yaşam tarzlarının soruşturulmasını istemiyorlar.
Romalıların tepkisi de böyle olmuştur.
Başından sonuna dek filozofların Roma’yı Roma yapan değer yargılarını tartışmalarını veya tartışabilecek olmalarını potansiyel bir tehdit olarak algılamışlardır.
Kısa bir tarihsel öyküden söz edersek, Romalılar ilkin MÖ 6. yüzyılda felsefeyle karşılaştıklarını mitolojik bir bakış açısıyla kabul etmiştir. Zira felsefenin başlangıç noktalarından sayılan Pythagoras’ın Roma’nın Romulus’tan sonraki kralı olan Romulus’un hocası olmuş olabileceğiyle ilgili bir hikaye uydurmuşlardır.
“Uydurmuşlardır” dememin nedeni, MÖ 1. yüzyılda yaşayan Cicero’nun bile bu hikayenin gerçek olmadığını söylemiş olmasıdır.
Gerçek olup olmaması önemli değil, önemli olan Romalılar gibi pratik çıkarımları önemseyen bir topluluğun niçin böyle bir hikaye uydurduğudur.
Kimilerine göre Pythagoras’ın İtalya’daki şöhreti bunda etkindir.
Nitekim Pythagorasçı öğretinin özellikle de ruh göçüyle ilgili kısmı Latin edebiyatının başında Ennius’un metinlerinde karşımıza çıkar.
Pythagoras gibi karizmatik bir filozofu, ki kendisi sadece kapalı bir cemaatin lideri değil, aynı zamanda sözü dinlenen bir kanaat önderiydi. Toplumu yıkım sonrasında rehabilite edebilen bir figürdü, bu yönde anlatılar var.
Böyle bir filozofu Roma’nın birçok dinî ve politik kurumunun temelini atan Kral Numa’yla ilişkilendirmek Roma’nın yüzyıllara dayanan kurumsal ve politik başarısını bir filozofun öğretisine dayandırmak anlamına geliyordu, MÖ 1. yüzyılda bu fikir Cicero’yu rahatsız ediyordu. Hayır, Romalıların başarısı bir adama ama özellikle de “Romalı olmayan bir adama” dayanamazdı, Romalıların başarısı Roma tarihindeki birçok Romalı önderin ortak başarısıydı.
Cicero’nun bu yaklaşımını önemsiyorum.
Çünkü bu yaklaşım Romalıların felsefeye bakış açısına dair bir fikir veriyor.
Cicero gibi Yunan edebiyatına ve Yunan felsefesine düşkün bir adam bile son kertede felsefenin Roma geleneğinden daha üstün bir mertebede olamayacağını, Romalı gelenekleriyle bağdaşan bir felsefî yaklaşıma ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.
İşte Romalılar Romalı gelenekleriyle bağdaşan felsefî yaklaşımı Stoacılıkta bulmuştur.
Yunan kültürü ve edebiyatının Roma’da daha fazla görülmeye başlandığı MÖ 2. yüzyıldan itibaren ünlü Romalı devlet adamı Scipio Aemilianus’un kendi adıyla anılan “Scipio Çevresi”nde diğer Yunansever Romalılara yol gösteren Stoacı bir filozof vardır. Bu filozofun adı Panaetius’tur. Yine aynı çevredeki tarihçi Polybius’un da Stoacılığı andıran birtakım görüşleri vardır ama odak noktamız o dönemde Stoa okulunun başında bulunan Panaetius’tur.
Panaetius’u önemli kılan, daha önce efsanevî Numa-Pythagoras ilişkisi hariç, Roma’da hiç görülmemiş olan devlet adamı-filozof ilişkisinin ilk örneği olmasıdır. Bununla birlikte siyasetin felsefeyi doğrudan etkilediğini de ilkin bu ilişkide görüyoruz, zira Panaetius Roma’nın görkemli bölgesel hakimiyetini felsefî görüşleriyle ve Stoacı ilkeler bağlamında onaylamıştır. Cicero Devlet Üzerine adlı eserinde bu konuyu inceler. Hem Panaetius’un Stoacı erdem idealini hem de Polybius’un siyasî rejimler döngüsü fikrini kullanarak Roma’nın devlet modelinin başarısının analizini yapar.
Yine dilimi ısırarak söyleyeyim, Panaetius adeta bir devlet filozofu gibidir, karizmatik devlet adamı Scipio Aemilianus ile savaş meydanlarına bile gitmiştir, onun yanında, adeta bir danışman gibidir. Scipio’nun karakteri ve düşünceleri üzerinde muhakkak etkisi vardır, nitekim Scipio’nun Kartaca’nın yıkılışına ağladığı yönündeki öyküyü Panaetius’un onun üzerindeki etkisine yoranlar da vardır. Ancak asıl etkiyi Roma, Panaetius aracılığıyla Stoa felsefesi üzerinde yapmıştır.
Başka deyişle Roma döneminde Stoa felsefesi, Roma’nın siyasî başarısını tartışmaya açmadan, hatta doğal hukuk teorisiyle onun meşruiyetinin zeminini oluşturarak ve onun geleneğiyle bağdaşarak dönüşmüş, daha konforlu bir yaşam felsefesine evrilmiştir.
Bunu anlamak için Stoa felsefesinin başlangıcıyla Roma dönemi arasındaki farka bakmak lazımdır.
Stoa felsefesi Kinik felsefenin çocuğudur. Hem antik literatürde sık tekrarlanan filozoflar silsilesi hem de öğretinin devamlılığı açısından bu böyledir. Stoa felsefesinin kurucusu olan Kitionlu Zenon Kinik Krates’in öğrencisiydi. Eserleri günümüze ulaşmamıştır.
Sonraki yüzyıllarda kaleme alınan eserlerden anladığımız kadarıyla Kinikler kadar olmasa da mevcut toplum düzenine alternatif, marjinal bir yaşam tarzını benimsemiş ve Platon gibi Politeia adında bir eser yazmıştı.
Onun ardından okulun başına geçen Kleanthes ve Khrysippos gibi filozoflar da onun izinden giderek daha soft bir felsefî öğretiyi savunmuştur.
Bu öğretinin temelinde, Kinik felsefede de gördüğümüz gibi, doğayı örnek alma fikri vardır.
Buna göre doğa akıllı ve canlıdır, kendisinden daha iyi hiçbir şeyin olmadığı dünyadaki düzenin adıdır. O halde doğaya uygun yaşamak insanın ereğidir. İnsan doğaya uygun yaşarsa en yüce iyiye yani erdeme uygun yaşamış, yani akla uygun düşünmüş ve davranmış olur, iyi şeylere yaklaşır, kötü şeylerden uzaklaşır, bu da ona hiçbir engelle karşılaşmadığı bir yaşam yani gerçek bir mutluluk sunar.
Bu çok tehlikeli bir görüştür, politik otoriteler ve toplumlar bundan ürker.
Niye?
Çünkü “doğaya uygun yaşamak”, toplumun idare edilmesi için konmuş olan yasaları değil, onunla çatışabilen doğanın yasalarını kabul etmek demektir.
Bir ülkeyi yönetiyorsunuz, yasalarınız var ama erken dönem Stoa filozofu, örneğin Zenon diyor ki, “hayır, ben sizin yasalarınızı tanımıyorum, doğanın yasalarına göre yaşıyorum ve yaşanması gerektiğini düşünüyorum.” Şimdi, bu adamın görüşlerini özgürce toplum içinde yaşamasına izin verilir mi? Zenon karşılaştığı Yunan toplumlarında görüşlerini özgürce savunabilme imkanı bulmuştur ama Roma dönemine gelindiğinde “doğaya uygun yaşama” fikrinin “Roma’nın gelenekleriyle uyumlu olduğu ölçüde doğaya uygun yaşama” fikrine dönüştüğünü görüyoruz.
Bu dönüşümün zorlu olmadığını biliyoruz, diğer felsefe ekolleri, örneğin Pythagorasçılık veya Epikurosçuluk Roma’da tehlikeli bulunurken Stoacılık hiçbir zaman tehlikeli bulunmamıştır.
Orta Stoacılık olarak da bilinen az önce bahsettiğim Panaetius ve öğrencisi Posidonius’un Roma döneminde öğretiyi Roma geleneklerine uygun hale getirmede zorluk yaşamadığını biliyoruz. Bunda öğretinin bu dönüşüme müsait olması da etkilidir.
Bu müsait olma halini özellikle de bir kavram üzerinden açıklamak istiyorum.
O kavram “erdem”dir, yani Latincesiyle virtus.
Bu kavram Stoa felsefesi ile Roma geleneğini birbirine yapıştıran tutkaldır.
Her iki düşünce tarzı da erdemli yaşamanın gereği üzerinde durmuş, insanları erdemli bir yaşam sürmeye davet etmiştir.
Roma geleneği açısından bakarsak ideal Romalı tipi savaş döneminde asker (miles), barış döneminde çiftçidir (agricola), buna agricola-miles ideali deniyor. Bu tipin en önemli özelliği ailesine, toprağına, dinine ve devletine “sadık” olmasıdır, burada sadık anlamında kullandığım kelime “pius”tur. Pius aynı zamanda Vergilius’un Aeneis destanında kurucu baba Aeneas’ın sıfatıdır. Bazıları bunu “dindar” olarak çeviriyor ama ben daha büyük bir Romalılık ideali çerçevesinde “sadık” diyorum.
Romalılar farklı dönemlerde hep bozulmadan şikayet etmiştir, eskisi gibi olmamaktan. Özellikle de imparatorluk döneminde, sınırların genişlemesine ve Roma vatandaşlığının dağıtımındaki cömertliğe bağlı olarak ahlakî yozlaşmadan şikayet edilmiştir. İronik bir şekilde Roma’nın yükselmesine neden olan “azla yetinen erdemli insan” tipi çok eskide kalmıştır.
Artık Romalılar lükse düşkün, aşırılıklarıyla bedenen ve ruhen bozulmuş insan tipini örnekler. Böylece özellikle de ilk imparator Augustus’un eski Romalılık idealini canlandırmayı hedefleyen kültür reformlarının da etkisiyle ailesine, toprağına, dinine ve devletine “sadık” olan eski Romalı tipini öne çıkaracak, hedef yapacak düşünce tarzına ihtiyaç duyulmuştur.
İşte Stoacılık bu düşünce tarzına sahiptir.
Neticede o da erdemli yaşam idealini savunmakta, insanları azla yetinmeye davet etmektedir. Bu yüzden geleneksel değerlere düşkün olan muhafazakar bir Romalının doğa yasalarını toplumsal yasaların önüne koymadığı ölçüde Stoacılıktan rahatsız olması beklenemezdi. Bunu gören Romalı Stoacılar, öğretilerini Yunan örnekler yerine Romalı örneklerle savunmuşlardır.
Örneğin kendisine hiçbir zaman Stoacı dememiş olan, hatta Yunan düşmanlığıyla tanınan yaşlı Cato erdem, adalet ve sade yaşam temelli anlayışıyla tam bir Stoacı gibi görünür. Keza genç Cato da iç savaş sırasındaki cesaretiyle Seneca tarafından yüceltilmiştir. Roma tarihinden felsefeyle tarihsel açıdan hiçbir ilgisi olmamış birçok kahraman Stoa felsefesinin yücelttiği adalet, cesaret, ölçülülük gibi erdemlerin örnekleri olarak sunulmuştur.
Bu yüzden özellikle de imparatorluk dönemi Stoa felsefesine Roma felsefesi demek iddialı olacaktır ama siyaset ve felsefe arasındaki bu yakınlaşma iyi bir laboratuvardır. Öğretinin toplumla çatışan yönü törpülenmiştir, toplum yaşamında ulaşılması imkansız olan ve erdemleriyle kusursuz olan bilge ideali terk edilmiş, bilgelik yolunda ilerleme yeterli görülmüştür. Başka deyişle öğretini başlangıcında topluma karşı olan bilge, Roma döneminde toplum içinde ahlakî sorumluluklarının bilincinde olan, makbul vatandaş tipine evrilmiştir. Neticede makbul vatandaşın erdemli olması toplum düzenini sarsmamaktadır, aksine o vatandaş toplumun harcıdır. Bu harç kökenini ister Stoa felsefesinden alsın, ister Roma’nın devlet geleneğinden, ne fark eder? İdeal bilge örneği ister Sokrates olsun, ister Romalı Cato, ne fark eder? Kumarhane deyişiyle söylersek, “günün sonunda kazanan masadır”, burada da kazanan Roma’nın tarihsel kimliğidir.