Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Francis Bacon, Sermones Fideles 13’te şöyle diyor:
“Biri düşman veya yabancı ayrımı yapmadan herkese pek insanca davranıyorsa ve [böylece] bir dünya vatandaşı olduğunu kanıtlıyorsa, o halde ondaki yürek, diğer kara parçalarından ayrılmış yalnız bir ada değil, bilakis onları birbirine bağlayan bir kıta gibidir.”
“Si quis se erga hospites et peregrinos benignum humanumque praebeat, arguit se mundi civem, sibique cor esse non instar insulae caeteris terris avulsae, sed continentis quae illis coniungitur.“
Mundi civis “dünya vatandaşı” olarak çevrilebilir. Bacon’ın bağlamda dünya vatandaşlığını Hıristiyanca bir evrensellik ülküsü olarak gördüğünü düşünüyorum, zira bu ifadenin birkaç cümle öncesinde Matta 5.45’ten hareketle (ut sitis filii Patris vestri, qui in caelis est, quia solem suum oriri facit super malos et bonos et pluit super iustos et iniustos) “Tanrı adil olanları ve olmayanları, eşit şekilde yağmuruyla ıslatır, Güneş’iyle aydınlatır.” (Ille pluvia sua rigat, sole suo irradiat iustos iuxta ac iniustos) der. Tanrı’nın iyiler ve kötüler olarak değerlendirebileceğimiz iki karşıt gruba da eşit muamele yapıyor olması, bağlamdan anlaşılıyor ki, Bacon’a göre haksızlık değildir.
Buradaki mundi civis’lik / dünya vatandaşlığı düşüncesi Rönesans hümanizmine özgüdür. Bu hümanist yaklaşım, kendisini İngilizcede “literary life” (Edebî yaşam) ya da “literary world” (Edebî camia) olarak bilinen dünyanın mensupları arasında göstermiştir.
Hümanist edebiyatçılar grubu (literatorum cohors, le Monde litteraire, il Mondo letterato, vb.) kendilerine has bir devlet yaratmış gibidir Rönesans’ın on yedinci yüzyılında, “yetişmiş / eğitilmiş insanların dünyasıdır” (the learned world, le monde savant, die Schriftstellerwelt) onlarınkisi. Madame de Stael’in “Almanya’daki edebiyatçılar birlikte bir devlette (en republiqe) yaşıyor” demesi bundandır (De la Litterature, 1. ch.17).
Adrian Marino’nun bildirdiği gibi, hümanistlerin bu edebiyat dünyası ulusal olsun, dil olsun tüm sınırları aşar, evrenselcidir, kozmopolittir. Bu devletin ilk prototipi de, memleketi tüm dünya olan Stoa bilgeliğidir (A. Marino, “Literature and Ideology in the Republic of Letters”, Aesthetics and the Literature of Ideas: Essays in Honor of A. Owen Aldridge, Ed. by F. Jost – M. H. Friedman, University of Delaware Press, 1990, s.217). Eskiçağ ile Rönesans arasında köprü oluşturan “dünya vatandaşlığı” bağı, doğaldır ki, Avupa’yı derin bir şekilde etkisi altına alan Hıristiyanlıktır, nitekim kutsal kitaptaki (yukarıda da örneklediğimiz) “herkesi, ayrım gözetmeksizin kapsayan Tanrı” imgesini düşünürsek, batıda Rönesans’la birlikte ışıldayan hümanizmin dinî bir yönünün olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Sloganı “Ego mundi civis esse cupio” yani “Ben dünya vatandaşı olmak istiyorum” olan hümanistlerin, Erasmus’un mesela, Giordano Bruno’nun, Leibniz’in, Goldsmith’in, Addison’ın ya da Steele’nin Bacon’dan bir farkı yoktur o halde. Ya da Lessing kendisini kozmopolit ve tüm dünya için çalışan bir araştırmacı olarak görürken, Bacon’dan hiç farklı düşünmüyor olmalıdır.
Ancak mundi civis‘in tüm saydığımız bu isimler için ziyadesiyle “Avrupa-merkezci” ya da “eski kıtacı” bir dünya vatandaşlığı olduğu da unutulmamalı (A. Marino, A.e.). Voltaire Avrupa’nın tüm edebiyatçılarını aynı ziyafette bulunan, iyi yetişmiş insanlar olarak görüyor ya da D’Alembert kendisini edebî Avrupa’nın bir vatandaşı sayıyordu. O halde, hümanizmin pınarından beslenenler için öyle bir Avrupa olmalı ki, Hıristiyan doktrininden beslensin, yağmuru da Güneş’i de aynı kaynaktan alsın, çeşitlilik kaybolmadan, tek-biçimlilik kendisini korusun. Vardığımız bu sonucu Bacon aynı eserinde, kilisenin birliğinden bahsederken daha açıkça dile getirir: Kıyafette çeşitlilik olsun da, yırtık olmasın. Avrupa ( ya da “dünya”) için hümanist ve spiritüalist bir slogan olarak düşünelim bunu.
bacon in “dunya vatandasligi”ndan anladigini hiristiyanlikla degil de “tanriya inanmakla” acikliyorum ben. bacon tanriya inanmasi ve hatta iyi bir Anglikan olarak bilinmesine ragmen kendisi hakkinda aslinda sadece zamanin sartlarindan dolayi Hiristiyan olarak gozuktugu, ama aslinda sadece tek bir tanriya inanan inancli biri oldugu yonunde hatiri sayilir kadar yazi var. tabi Francis Bacon aslinda malesef en az deger verilen filozoflardan biri oldugu icin bu dunya vatandasligini ben de pek cok kisi gibi bu blog sayesinde ogreniyorum. Kendisi New Atlantis i ile her gun anilmasi gereken buyuk bir ustattir. Utopik bir eser olarak degerlendirilen bu kitap aslinda ABD ile utopya olmaktan cikmistir.
Teistten ziyade deist olarak görme eğilimindesin sanırım. Ancak senin de dediğin gibi, metinsel bazda Bacon’ın unitas ecclesiae (kilisenin birliği) derdinde olduğunu düşünürsek, onu klasik anlamda “öze dönüş”çü bir Hıristiyan idealisti gibi yorumlayabiliriz. Ardında teosofist bir geleneğin bulunduğu bilimsel araştırma ve gelişim maksatlı okült taraflarını da göz-ardı etmemek gerekir elbette, misal Nova Atlantis’teki Süleyman tapınağını bir tür Kıble gibi algılamak gerek, Bacon’ın pusulası bilimler akademisini (Royal Academy) Kıble gibi görmeye teşnedir. Advancement of Learning ya da Great Instauration başlıklı çalışmaları da bu minvalde novus ordo’yu yani yeni (dünyanın) düzenini muştular, kimine göre orası ABD’dir, kimine göreyse hayalden ibarettir.