Bu başlığı açmamdaki temel neden bir Trier ittirmesidir. İttire ittire bir hal oldu. Antichrist’i izledim izleyeli, halden hale şey oldum, hem de hep aklımda tartarak. Uzunca bir süredir böyle bir sembolik beslemeyle karşılaşmamıştım, etkisinin sebebi bu sanırım. Trier benim nezdimde sembolizmin ve soyut düşünebilme yetisinin sinemadaki izdüşümünün son yıllarda “kalmamış” onurunu kurtardı sayılır. Dahası bunu “oluşturamadığım” top on‘umun ilk sırasını kesinlikle kaplayan Last Temptation of Christ’in İsa’sıyla yani Dafoe ile yaptı! Bu da, tuhaf bir husus benim için.
Tuhaf gerçekten, ama içerikçe değil, tuhaflık damarın damar üstüne binmesinde. Aşinayız çünkü böylesine. Banyoda çamaşır makinesi önünde başlayan yasak temas yatakta sonlanırken bebek nick, insanın cennetten düşüşü gibi pencereden düşüverdi. Kadın da şehvetin kurbanı oluşlarının bedelini, ihmalkârlığının bedelini klitoris intiharıyla ödedi (ödetti), hem de nerede? Eden’de. Yani cennet bahçesinde. Trier’e Antichrist’i çektiren düşünsel, dinî itki Avrupa’nın kendi Hıristiyan geçmişinden besleniyor. Cennet, cennetten düşüş, yasak elma, şehvet, bilgi ağacı, kadının “neticede” sorumlu olması ve feminen bedelin / kefaretin patriyarka gömülü insanlığa ödetilmesi vb. temalar Avrupa’nın sanat tarihinin yüzyıllarca kaçınılmazları olmuştur. İteklediği zengin sembolizmiyle, bir girişte Pandora’ya oradan Pers ve Sümer tabletlerine kadar gidebileceğimiz filminden ötürü, bahaneyle, Trier’e ve son sanatın hem Christ’i, hem Anti-christ’i Dafoe’ya selam çakıyorum.
Bu giriş yazısından sonra gelelim başlığımızın konusu olan Foligno’lu Angela’ya. Antichrist’ten sahneleri gözümüzün önüne getirerek düşünelim. Kadının sofulaştıkça kendinden vazgeçişi ve yine kendini hırpalayarak yaşam nefesini çileye dönüştürmesi geleneği, koca Hıristiyanlık teolojisinden alınan ilhamla, farklı bedenlerde bir tür pseudo- Havva’ların ve Meryem’lerin doğmasına sebep olmuştur. Farklı yüzyıllardan farklı din kadınları, rahibeler en azından maskulen muadilleri gibi kiliselere kutsanası modeller olarak adlarını ve kültlerini bırakmıştır.
Bu tarz “model” kadınları sonraki yüzyılların Hıristiyan cemaatleri önünde “model” kılan kendilerinden ne denli vazgeçtiklerine yani cennetten düşmeye neden olan erkeğin kadınla yasak temasına bağlı “bedeli nasıl ödedikleri”ne ilişkin birtakım aktarımlardır. Kimisi kilisenin bahçesine köpek kulübesinden hallice bir tahta yapı yapar içinde senelerce yaşar, kimi bizim bazı İslâm sufilerimizin tek bir zeytinle senelerce oruç tutmasına benzer çileleri midesine yaşatır, kimi kolunu bacağını keser, kimi kusmuk yer, ishal olmuş erkeği diliyle temizler vs. İlahî aşkı damardan alarak açlık duygusunu yenen, yaşam koşullarını zorlaştıran bu azizeler Hıristiyan patriyarkın (hem aile reisi hem de piskopos anlamında “patriarch-“), yukarıda dediğim gibi pseudo- Havva’ları ve Meryem’leri olmuş, böylece, dilimizi ısırarak söyleyelim Tanrı, İsa ve azizlerden sonra bu azizeler kilisenin diğer tapınma objelerine dönüşmüştür. Ödedikleri bedel azizeliğin kapısını açmıştır onlara. Ama o bedelin ödetilmesi gerektiğini öğretenler kurucu kilise-babaları değil miydi? Tercih yok burada, tercihe ittirilme var.

Foligno’lu Angela da bu azizelerden biri. O da cadı avının doruk noktasına ulaşmasına ramak kala, “belki de” başka çaresi olmadığı için, isevî tutkunluğu kendine yol olarak seçip, patriyarkın bedel ödeyen azizelerinden olmuştur. 1248 – 1309 yılları arasında İtalya’da, Assisi yakınındaki foligno’da doğmuş olan angela kendi payına düşen bedeli, bugünün ilahî tutkudan kopuk, dünyevî, bedelsiz ve en üst düzeyde konforla yaşamını süren insanlarına (ama daha rahat empati kurabilsinler diye “kadınlarına” diyebiliriz) abartılı gelecek birtakım “azizelik davranışlarıyla” ödemiştir (yukarıda biraz çıtlatmıştım). Çile çekmeye yönelimi kabullenmiş olması bile başlı başına abartılı bir tavır, bir de yaptıklarını düşünün. Bir insan neden bu duruma düşer? Hele bakın, neler yapmış.
“Sofu kadınların çoğu, kendini edilgin bir biçimde Tanrı’ya teslim etmekle yetinmez: ben’lerini hiçleştirme işine, bedenlerini hırpalayıp yıkarak, etkin olarak girişirler… Kadının etini hiçe sayması, zaman zaman çok garip biçimlere bürünür.” diyen Simone de Beauvoir’ın aktarımıyla [*] okuyalım, Foligno’lu Angela anlatıyor:
“Bu iksir [cüzzamlıların ellerini ayaklarını yıkadığı su] içimizde öyle tatlı bir duygu uyandırdı ki, sevinç ardımıza takılıp da eve dek bizimle birlikte geldi. O güne dek, böyle tatlı bir su içmemiştim. Cüzzamlıların yaralarından çıkan bir parça takılmıştı boğazıma. Çıkarıp atacak yerde, yutabilmek için büyük bir çaba harcadım ve sonunda başardım. Tanrı’nın varlığına katılmış gibi hissettim kendimi. İçimi dolduran tatlı duyguları anlatabilmem olanaksız.”

Ağır hastalarla yakın temas, yeni ahit’te ölüleri dirilttiği söylenen İsa’nın, peşindne giden tutkunlarına mirası. Zira “hastalara gidelim, yoksullara gidelim, İsa onların arasında” diye düşünme Hıristiyan teolojisine pek yabancı değil [**]. Ancak sadece bununla da açıklayamayız kadının durumunu, zira İsa bulma umuduyla hastaneye yapılan yolculuk erkek için de geçerli. Beauvoir ilahi aşkın karşısındaki Angela’nın, yukarıda alıntıladığım, abartılı “gösteri”sini şöyle açımlıyor:
“Kadın acı çektirme ve aşağılama aracılığıyla yüceltir onu [vücudunu]. Bir sevgilinin önüne zevk aracı olarak bırakıldığı an, bu vücut, bir tapınak, bir put haline gelmektedir; doğum sancılarından sonra yeryüzüne yeni kahramanlar getirmektedir. Sofu kadın, sonradan ona sahip olmayı hak edebilmek için, kıyasıya eziyet edecektir vücuduna; onu iğrenç duruma düşürmekle aslında ruhunun kurtuluşunu sağlayacak araç haline getirip yüceltmektedir.” [***]
Angela, patriyarkın önünde bu gibi dinî taşkınlıklarını sergilerken beri yandan notlar tutturur. Mistik deneyimlerinden bahsettiği bu notlarında kutsal iradeyle birebir söyleştiğini söyler ama bildirdiğine göre “kendisine söylenen yüce sözler yazılsın istemez.” Buradaki “istemez” önemli, yani “yazamama” durumu söz konusu değil onda. O, ilahî iradeyle temasa geçtiğine inanmakla birlikte kontrolü ele aldığını ve söz konusu kutsallıktan tam anlamıyla beslendiğini göstermek ister. Bu durumu yorumlayan Cristina Mazzoni, Angela’nın retorik bir tercihle kutsalını dışarıya aktarmadığını söyler [****].
“Sen ve ben, ben ve sen” diye seslendiği Tanrı’sıyla kurduğu bu irtibat bir kadının bir erkekle kurabileceği irtibat gibidir. Öylesine bir karmaşa içindedir ki Angela aslında, ancak bir erkek karşısında bu duruma düşebilir. Çünkü “zaten” düştüğü yer burasıdır, patriyarkın Tanrı’sıyla ancak onun belirlediği bir teolojik sınırlar kapsamında bedel öder ya da ödediğini düşünür. Bu açıdan bakarsanız, kadının “buldum” dediği aşkı bile sentetiktir, biraz geçmişten, biraz bugünden ama tümüyle patriyarktan, asla kendisinden değil. Kadın geleneğin kafesine kapatılmış bir hayvan gibi yemlenir.

Trier’in antichrist’ında “kaos yönetir” (chaos reigns) ve “kadın kendini yönetmez, doğa onu yönetir” ifadeleriyle dile gelen kadının akışa teslimi ve klitoris intiharı güzel bir sembol, az ve öz. Aynı sembolik feminen intiharlara, yaşamdan çekilmelere tarihin her anında, belki bir oda kadar uzağınızda rastlayabilirsiniz. Foligno’lu Angela gibi daha nice azizeyi tarihte tüm insanlık adına bedel ödemeye iten şey, ona “doğru bir şekilde” , “doğru bir şeyin” peşinde olduğunu düşündüren, kendisi dışında yazılmış olan patriyark tarihidir. Başka deyişle, kadındaki sofuluk gibi sofu olmama özlemi ve gayreti de aslında, kendisi dışında yazılan patriyarka güdümlü insanlık tarihinin birer parçasıdır. Tek tek kadınlar, farklı sahnelerde farklı rolleri üstlenerek, kimi kere sofulukla kimi kere anti-sofulukla aradığı şey neyse onu bulduğunu ya da bizzat aradığını sanır. Oysa adına Tanrı, kaos, doğa ya da başka bir şey deyin, kadın kendisi dışında bir güç tarafından bir yere konur, rol sahibinin aklı biraz çalışıyorsa, bunu kendisi tercih etmiş gibi kabullenir, kaçınılmazı keyifli kılar, ölümü bile anlamlı bulur; yok, kafası çalışmıyorsa ya da buna alıştırılmışsa, içne düştüğü durumu bizzat kendisinin tercih etmediğini bilmeden “zaten” kabullenir. Neticede kabullenmiş olur, ben de üç dilenciyi bekliyorum, haydi bakalım, siz de Beauvoir’un satırlarına gömülün, sonra dağılın:
“Bütün gökyüzü kendini seyredeceği bir ayna haline geldiği zaman kendine hayran kadının duyabileceği sarhoşluğu kolayca anlıyor insan; tanrısallaşan imgesi, Tanrı’nın kendisi gibi uçsuz bucaksızdır artık, bir daha da hiç silinmeyecektir, o aynı anda cayır cayır yanan, küt küt atan, sevgiye boğulan yüreğinde, tapılası Tanrı baba tarafından ruhunun yeniden yaratıldığını, sevilip şımartıldığını, günahlarının bağışlandığını hissetmektedir…” [*****]
Tamam da, bu tutkunluğu da, patriyark tarafından öğretilmedi mi sofu kadına? Kadın bu bedeli ödemeye inandırılmadı mı?
Yıldızlara Yolculukla
* Simone de Beauvoir, Kadın. Bağımsızlığa Doğru, Payel Yay., 7. Baskı, 1986, s.120.
** C. Mazzoni, Angela of Foligno’s Memorial, Boydell & Brewer, 1999, s.53.
*** Simone de Beauvoir, a.g.e., s.120.
**** C. Mazzoni, Saint Hysteria: Neurosis, Mysticism, and Gender in European Culture, Cornell University, 1996, s.183.
***** Simone de Beauvoir, a.g.e., s.118-119.
Angela hakkında yazılmış ve onun yazdığı metinleri içeren bir eser:
Share |
>Filmde;''adam: beni öldürmeyi mi istiyorsun? kadın:henüz değil üç dilencinin gelmesini bekliyorum,üç dilenci geldiğinde birinin ölmesi gerek.'' deniyor,üç dilenci de (acı-umutsuzluk-yas),kadın klitoris intiharından sonra adamı öldürmeliydi diye düşünüyoruz,adam kadını öldürdü sonunda neden? (kadın katliamı var) bir yandan da kadını yöneten şeyin yine doğa olduğu(kaos olduğu,tanrı olduğu belki erkeği olduğu mesajı-belkisi fazla) bir yandan bu yönetici ilkenin bu kadar yönettiği şeyi yine kendi elleriyle yok etmesi.Tuhaf değil mi?Sembolizm tamam,soyut düşünce soyut da Trier daha farklı şeyler çekse.
Nefis bir yazı. Teşekkür ederim