Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
>
Gerçi, kimine sorsan kötürüm olmaktansa ölmeyi tercih eder. Deprem zamanı böyle insanlar türemişti, dönemi hatırlayanlarınız vardır. Yanında düdük, el-feneri taşıyanlar hatta kefenini çantasına sığıştıranlar vardı. Bütün bunlar ne için? “Öleceksem de acı çekmeyeyim” anlayışının tetiklediği maddî acı korkusunu bastırmak için. Mortuus olmak çözüm mü? Elbette değil ama o an geliyor işte, mortuus olmak var mortuus olmak var. Henüz zoolojinin adlandıramadığı küçük bir böcek ısırığıyla ölen şortlu çakılı Afrika gezgini olmak da var şu dünyada, avcılarda göçük altında kalmak da.
Kimisi de “mortuus olacaksam, şanlı bir iş için olayım” der, 90’ların modası “bir ölüm hakkım olsa askeriyeye yazılırım apo’yu bulur onu da kendimi de öldürürdüm” idi, şanlı bir işle ölmek, şehit olmak, mortuus öncesi acıyı dindirme telâşına bir kardeş kazandırıyor: mortuus olduktan sonra namı yürütme telâşı. İnsanoğlunda mortuus öncesi ve sonrası kutsanmış birtakım ritüellere gebe bırakılmıştır (insanın kendini edilgen dile mecbur hissetmesi). Zira iki türlü ölüm okuması da insanın içini kıpraştırır, acılı olsun acısız (adana-urfa), fark etmez bir şekilde ahşap dekorla fırında pişmişliği buram buram hissettiren, et niyetine aslında yanıklığı, kömürleşmenin belki de ilk aşamasını yani pişmeyi çivi gibi zihne çakan kebabcı mekânına girmişse insan, acılı olsun acısız, fark etmez. İçi kıpı kıpı (aziz yardımlı’ya selam köşesi) kıpraşır.
Bu sebeptendir ki Mircea Eliade’ın Forgerons et Alchimistes‘e de aldığı Rosarium Philosophorum‘dan (Frankfurt, 1550) bir imaj bize insanın salt “ruh/nefes çekilmesi” neticesinde mortuus olduğunu anımsatır, böylece acıyı geride bırakarak ne kadar acılı olursa olsun, hemeroidi ne kadar azdırırsa azdırsın kırmızı biberi, hiç fark etmez, onu orada olduğu gibi bırakarak henüz mortuus olmayanı yani vivus‘u (hayattaki insan) teselliye boğmak ister, çünkü o hâlâ işlevseldir. Susuzluk hiçbir şeydir, işlevsellik her şey. İmaj şu:
Ölü, yani bitkin. Evet, evet bu anlamda da kullanmışlar mortuus‘u eski roma’da klâsik Latincede ve Renaissance’ta yeni Latincede. Bizim Türkemizde de vardır, işi bitik olana “ölü” deriz. “Aa o mu, o öldü ya” deriz çalışmayan hoparlörden bahsederken, hatta maddî bir görüngü bile olmasına gerek yok, tıkladığımız link bizi hedeflediğimiz istikamete ulaştıramadığında “link ölmüş dostum tazele” (dostum link çalışmıyor bir el atıver) deriz. Bu kullanıma Baumgarten’da rastladım ama yukarıda da dediğim gibi klâsik çağda da kullanılmış (örneğin “cum tu, quod tibi succederetur, exsanguis et mortuus concidisti“, Cicero, Pis. 36, 88.) Baumgarten tanrı vergisi yeteneği olup da bunun üzerinde çalışmayanlardan bahsederken şöyle bir cümle kuruyor: “colatur ingenium mortuis ac inertibus exercitiis,… negecta prorsus indole...” Türkçesiyle “doğal yeteneğini ölü ve yararsız talimlerle geliştirenlerde tam anlamıyla yetenek ihmâli göze çarpar...” Peki, burada ölü olan ne? Talim mi? Talim ölebilen hayvan mıdır? Hoparlör ölebiliyorsa, talim de ölebilir. Burada işlevsellik yitimi ölümle eşitlenir.
Ölüsü (evet yakını ölene “ölüsü var” deniyor, Latince ibraz edelim: qui mortuum suum habet) ardından ağıt yakanlar aslında sevgiliyse sevgili, komşuysa komşu, babaysa baba, anneyse anne, kediyse kedi bir şekilde işlevselliğin yitimine ağlıyorlar. Farkında olmadıkları şey ise söz konusu işlevselliğe ilişkin farkındalığı edindikleri o meşûm andan evvel karanlıkta el yordamıyla yürüyen bir kör olmalarıdır. Aynen öyle. Belki çocukken, belki çimlere uzanmışken (çakmak isteyen), belki yeni eve taşınmışken, belki kavgayla başlamış bir aşktan önce kavganın ortasında, belki aşkla başlamış bir kavgada fark etmez bir şekilde arada kurulan, derecelendirme bakımından henüz adını koyamadığımız bir basamakta bizzatihi işlevselliğinden ötürü “kurulan” (bakın bu da korkutucu bir edilgenlik barındırıyor içinde, yazar edilgen bir dil kullanmak zorunda olduğunu hissettiği müddetçe dili samimî olmayacaktır) bir ilişkinin sona erdiğinde hissedilen kayıp duygusunun yaşamda türlü değişikliklere neden olacağı düşüncesi değil midir, insana bir mortuus’un ardından gözyaşı döktüren? Pisi hoparlörü bozulunca bile gece gözüne uyku girmeyen insanlar tanıdım. İşlevsellik canlılık anlamına geliyor, “nefes alsın-versin yeter, o kalmayınca ben de kalmam hacı” demeye getiriyor insanoğlu. Çiğ süt emmiş ya, mortuus’u bile unutabiliyor. Biz de burada ölü talimden bahsedelim. Talimin salimi makbul!1
Tanrı’nın insana kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceği inancı da buradan ediniyor payandasını. Bakın yine edilgen, yine verili bir yükten bahsediyoruz. Oysa etken bir dil kullanarak, ben neden bu kadar dayanıklıyım diye insanın kendisine sorması gerekir. Başta dökülen saçlarımız, tüylerimiz, uzayan tırnaklarımız, göbeğimizde biriken pamuklar vs. Hepsi bizim etrafımızın mortuus’larla dolu olduğunu gösteriyor. Biz yaşayan mortuus’uz farkında değiliz, sadece işlevselliğimize ilişkin önceliklerimiz değişiyor. Önemli olan ölü yani işlevselliğini yitirmiş olanın yerine yeni bir işlevsellik koyabilip koyamamamız meselesidir. Ha adam ol, işte böyle etken bir dil kullan, canımı ye. İşlevsel kalabilenler, kalamayanların ardından darmadağın olmamalılar. En azından jin’in hayatta kalması gerekiyor evladı var çünkü, henüz işlevselliğini yitirmiş değil.
Bir Ts’an t’ung c’i şiiri döşeyerek kapatıyorum entiriyi
Simyacı yediklerine altın katarsaÖmrü sonsuzca artar