>Dil-ci, ama niçin?
>
İlkin dilci teriminin kapsadığı alanı düşünmek gerek, çember sınırlayan ise ve dilci de bir çember ise o halde dilci neyi sınırlıyor? TDK’ya sorarsanız dilci “Dil bilimci” ve “Dille ilgili araştırmalar yapan kimse” şeklinde tanımlanıyor. O halde ‘dilci, dil üzerine yoğunlaşan kişidir‘ şeklinde bir tanıma ulaşabiliriz. Gerçekten öyle mi? Gerçekten de dilci dil üzerine mi yoğunlaşır? Peki, dil üzerine yoğunlaşılabilir bir şey midir? Peki, etrafımızda duyduğumuz ‘dilin iyi kullanılması’, ‘dil bilmek’, ‘dile önem vermek’, ‘anadili yüceltmek’, ‘bir dil bir insan’ gibi çoğaltılabilir ifadelerin de farklı şekillerde işaret ettiği gibi, dilin herhangi bir kullanımının belli ölçütlerce analizi ve kategorileştirilişi mümkündür. Çok dil bilenler, dilini iyi kullananlar, anadilini yüceltenler vs. bunlar birer kategorileştiriliş örnekleridir. Bunların tam tersi de mümkündür, yine aynı ölçütlere göre. O halde şöyle bir soru akla gelmez mi, bütün bunlar yani anadili iyi bilme, yeni bir dil öğrenme, -ana veya yeni fark etmez- dili düzeltme, dili geliştirme, dili zenginleştirme vs. bütün bu ideallerin temel amacı nedir? Bütün bunlar niçin var?
Bunların temel yaşam gereksinimi olmadığını, belli ölçütlere göre örneğin “dilini iyi kullanan” gibi “dilini iyi kullanmayan” insanların, belki de belli bir ‘dil özeni yükümlülüğü ve sıkıntısı‘ duymaksızın yaşamlarını sürdürebiliyor oluşlarından da anlayabiliriz. Herkesin dilini iyi kullandığı ya da çok dil bilerek belli statülere eriştiği söylenemediğine göre ve toplumda her katmandan, herkeste birtakım dil sıkıntıları ve buna mukabil üstün dil becerileri gözlemlenebildiğine göre (yani dilsel sıkıntıların sınıfsal boyutu önemli değildir) dile ilişkin benimsenen ideallerin, yüklenilen ‘özen‘ sorumluluklarının aslında yaşamsal olduğunu düşünemeyiz. Zaten dile özen göstermeden de mevki sahibi olabiliyor ya da en basit tabirle kendimizi sıkıntı içinde hissetmeyebiliyoruz, ortalama bir dil becerisi ile üstün bir dil becerisi arasındaki fark ikincisinin sağladığı statünün kimi kere ilkinin söküp aldığı bir şey yani ”mühim” bir şey olduğunu düşünebilir miyiz?
Bana kalırsa bu sorunun cevabı olumlu da olsa olumsuz da, dilci tarafından önemsenmez. Çünkü dilci, dile özen gösterilmesini veyahut bu sayede insanların statü sahibi olmasını (veyahut bireysel anlamda başka bir yarar sağlamasını) umursamaz. Çünkü dilci, her şeyden önce bu gibi dış gerekçelere, hedeflere, amaçlara karşı stoical yani “kayıtsız” kalmaya mecburdur. Çünkü dilci sistematiğin yani dildeki matematiğin esiridir. Çünkü dilci yoğunlaştığı dile (böylece dilin üzerinde yoğunlaşılabilir bir şey olduğunu da kabul etmiş oluyoruz) ilişkin analizlerini, her şeyden önce ‘dil daha iyi kullanılsın‘ veyahut ‘dil-bilgisi sağlam olan insanların kültüre ve medeniyete katkıları da aynı oranda sağlam olur‘ gibi birtakım hedeflerden ve tespitlerden sıyırır. Dil felsefe için bile, salt araçsal obje değildir. Çünkü dilcinin yoğunlaştığı şey araçsal dil değildir, dilci bizzatihi kendisi bir amaç olan dile yoğunlaşır. Çünkü dilci böyle bir yoğunlaşma içinde olmasaydı, dilin kendisine yan-disiplinin bir metası gözüyle bakmak durumunda kalırdı, böyle bir durumda da dilci aslî unsur olarak dile yoğunlaşan değil, başka bir aslî unsura (örneğin toplumun kültürünü yükseltmek) yoğunlaşabilmek için onu da aradan çıkartması gereken bir araştırmacı olurdu. Oysa dilci, dilin sistematiğine yönelmiş bir ütopyacı ya da ideolog olabilirse de, özünde iyi işleyen bir dil analizcisi olmak durumundadır. Kendisindeki ütopyacılığın ya da ideolojikliğin, onu dilci kılan bir nitelik olmadığını bilmek durumundadır.
Dilci için dil, onu ilmî araştırma düzleminde o eden sistemli bir şeydir. Aksi halde dilci dilin ‘olmayan‘ sistematiği üzerinde araştırma yapamaz ve bu yüzden dilci de olamazdı. Dilci, örneğin Chomsky’nin ‘insanlar dil yetilerini genel olarak doğuştan getirirler‘ veyahut Locke’un ‘dil de dahil olmak üzere becerilerimizi asla doğuştan getirmeyiz, her yetimiz deneyimle sağlanır‘ tespitini analize tabi tutarken, insandaki dilin (ki burada kast edilen dil tam anlamıyla insan dili olmaya mahkûmdur) sistemli bir bütünlük arz ettiğini kabul etmek zorundadır. Chomsky veya Locke tespitinde haklı olsa da olmasa da, bu tespiti inceleyen dilci için dil en başından en sonuna kadar sistemli hareket eden bir yapıdır. Olmuş olanı, belki de edinilmiş olanı inceler dilci, bu yüzden filolog olsun veyahut dil-bilimci fark etmez, uğraş alanı temelde dilin sistematik yönüdür Ulvî amaçlılığı bizzatihi dilin kendisiyle ilgili birtakım yapısal niteliklerden kaynaklanabilir.

Doğuştan ya da sonradan deneyimle edinilmiş veyahut desteklenmiş olsun, dil dilcinin araştırma konusu olduğu andan itibaren belli bir sisteme ve kendi içinde tutarlılığa sahiptir. Dilin kendi içinde en azından bir noktada tutarlı olduğunu gösteremezsek, dil araştırmalarında belirlenen ölçütleri de araştırmalarımıza yediremeyiz, böylece yaptığımız dil araştırması, ‘yaptığımız dil araştırması’ndan öteye gitmez. Dil araştırmasının ilmî boyutu, dildeki söz konusu sistemlilik için belirlenmiş tutarlı görünen yönlerin kategorileştirilebilirliğiyle alâkalıdır. Farklı ekollerin farklı şekillerde kategorileştirme çabaları olabilir, ancak bu farklılıklar da en nihayetinde hedefi dil olan araştırmaların farklı yönlerini açık eder, yani araştırma alanı olarak dil çemberlenmiş, kuşatılmış olur. B. L. Tomaszczyk’nin de bildirdiği gibi, tam anlamıyla bir dil teorisi, mutlaka dilin kendisine ilişkin, onu hedefleyerek hipotez sunar. Örneğin aklî epistemolojiye dayanan mantıksal deneyimcilik (logical empiricism based on ration epistemology) dil farklılığını (language heterogeneity) yadsıyarak bütün dillerde müşterek belirleyicilik arar (“Language universals, linguistic theory, and Philosophy”, Linguistics Across Historical and Geographical Boundaries, ed. by D. Kastovsky – A. Szwedek, s.77). Bir dil teorisyeni ya da kritikçisi için bu yadsıyışı yadsıyabilmesi için, söz konusu sınırların dışına çıkmaması elzemse (çünkü söz konusu yadsıma da kendi başına sınırlar dahilindedir) o halde dil incelemesini belli ölçütlerde ve hedeflerde, söz konusu sınırlar içinde değerlendirmek zorundayız. Dil incelemesinden tıbbî verilere, bu verilerden yine dil incelemesine, sonra oradan felsefî çıkarımlara, sonra tekrar tıbba, sonra yine dil incelemesine ve sonra yine ve yine… Bu geçişlerin sık ve bir çırpıda olduğu her analiz baştan kaybetmeye mahkûmdur, çünkü Aristoteles’in Kategoriai‘ından bu yana, batıda ilmî sahaların kategorizasyonu işte tam da bu yüzden, inceleme materyallerindeki ölçütlere ilişkin türlü güdüklüklerin ortadan kaldırılması için gerekli görülmüştür. Bu tarz geçişlerin sık ve yalap-şalap olduğu analizlerde her cümlede yığınla hata bulmak mümkündür. Oysa sınırlardaki yasakçılığın yararlı olduğu, “bu gibi” durumlar da vardır. Disiplinler-arası temaslar, consensus ise ancak kendi disiplinindeki ölçütlere uyabilmiş, yani taşıdığı sorumluluğu lâyıkıyla yüklenebilmiş kafalar arasında oluşabilir. Zaten aklı başında hiçbir consensus‘ta da yalap-şalaplığa rastlanmaz. Consensus, bütün olarak (bir araya geldiklerinde) hiçbir anlam taşımayan çeşitli terimlerin kaynaştırıldığı bir platform değildir. Çünkü o bir aşure kazanı değildir.
Her ilmî sahada olduğu gibi, gerek dil bilimde gerekse filolojide, her şeyden evvel incelenen dilin, varılacak neticelerin hedeflerinden tümüyle sıyrılmış bir şekilde, safkan bir araştırma nesnesi olması gerekir. “Bu zaten böyle değil mi?” demeyin, dil araştırmasını başka büyük görünen (sanılan) kimi tubbî, siyasî, sosyolojik, psikolojik, antropolojik hedeflerin bir yan kolu gibi görme temayülü, tıpkı “dilimizi iyi bilirsek kültürümüzü de yitirmemiş oluruz” sosyal hedefinde olduğu gibi, söz konusu dilsel incelemelerin tümünü her şeyden evvel kafada, başka bir sahanın ölçütlerince “yararlı” ve “yararsız” gibi iki temel ayrıma sürükler, ki böyle bir durumda dilin doğrudan sistematikliğinden değil, belli pragmatist ve oportunist kaygılarla ele alındığınca üzerine basıp zıplanacak, değersiz bir aygıtlığından bahsetmek gerekir. Bir dilci bunu kabullenemez. Dahası dilin doğası da bu düşünüşü yadsır, çünkü o kendi başına insanı insan kılan, belirleyici bir niteliktir salt ‘en az’ iki insanın birbiriyle iletişimini sağlayan aygıt değil.
Dil ciddi incelemeler gerektiren kendi gerekçeleri ve hedefleri olan ve doğal olarak kıstaslarsız edemeyen ilmî teşhislere ihtiyaç duyar. Bu gerekçelere ve hedeflere sonra değinelim.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
>Cok iyimser bir yazi olmus. 'Herkesin dilini iyi kullandığı ya da çok dil bilerek belli statülere eriştiği söylenemediğine göre ve toplumda her katmandan, herkeste birtakım dil sıkıntıları ve buna mukabil üstün dil vecerileri gözlemlenebildiğine göre (yani dilsel sıkıntıların sınıfsal boyutu önemli değildir) dile ilişkin benimsenen ideallerin, yüklenilen 'özen' sorumluluklarının aslında yaşamsal olduğunu düşünemeyiz. 'Bence Yazinin problematigi burada basliyor. Senin yazdigin gibi olmasini dilememe ragmen son 10 yilin gercegi sudur ki kapitalist duzenin kabul ettigi bir dil sinifi mevcut. Turkceyi baz alirsak 'popular culture' etkilerinin otesinde kapitaliz duzenin gerektirdigi dili topluma yayan ve bunu siniflari ayristirici bir arac olarak kullanan `Ideological State Apparatus` vardir. Felsefenin bile tekellesmekten kurtulamadi donemde, felsefede kullanilan dil de entelluktuel sinifin elinde olan ve karmasiklastirilarak. felsefenin anlasilmasi bakimindan amacindan uzaklasmaktadir. (Umarim sacmalamamisimdir. Ellerine saglik demek istiyorum belli ki konu uzerine tutarli bir kafa patlatma surecinden gecmissin.)
>bu kadar kulağım çınlamışken bir şey söylemeden geçemezdim. burada kişisel görüşümü bir iki cümleyle anlatacağım. ilk olarak söylediklerine fazlasıyla katılıyorum ama ekleyeceklerim de var.dilini iyi bilen kültürünü iyi bilir diye bir şey bir mantık hatasından öte bir şey değildir. asıl, kültürünü iyi bilen dilini "bilinçli" kullanır. şöyleki: her kelimenin bir anlamsal yükü var ise (semantic property), biz okudukça, düşündükçe, kavramsal dünyamızı zenginleştirdikçe bu kelimelerin de yükleri artar. ve her dediğimiz daha çok şey anatmış olur (tabi anlayana). bunun dışında herkes aynı dili ve yapıları kullanır aslında. bunu bir filme benzetebiliriz. her filmde bir olay akışı ve yüzeyde işlenen bir konu vardır ve bunu her türlü birikime sahip olan ya da olmayan herkes bi şekilde anlar. Fakat alt metinleri, yönetmenin göndermelerini, filmde anlatılanların filmin izlendiği ya da filmin yapıldığı zamana mekana ve koşullara bağlı olarak okumasını ancak bu konularda birikime sahip kişiler yapabilir. yani, kimisi gördüğünü sadece iki boyutlu algılar, kimisi çok boyutlu.kelimeler ve cümlelerin, içerdikleri önermelerle olan ilişkisi de aynen buna benzer. Bu yüzden yapı olarak dil geişmese de okuyarak ve düşünerek bu yapılara yüklediğimiz ve yapılardan çıkardığımız anlamlar gelişir ve çoğalabilir.nesnel olarak bir dilci herhangi bir dile, şiveye ya da lehçeye taraflı bakmaz, aksine bu tür bir çeşitlilik ona insan dilinin anatomisini çözmekte fayda sağlayacaktır. iletişim dilin varolmasında temel amaçtır (buna kişinin kendi kendiyle sağladığı iletişimi de katıyorum). ve sayesinde iletişim kurabildiğimiz her dil mükemmeldir. dilci edebiyat kitaplarında yazan kontrollü ve standartlaştırılmış dile pek güvenmez. onun asıl malzemesi günlük doğal ortamında yaşadığı şekilde dili incelemektir. Çünkü, pek çok filozofun, dil felsefecisinin, ve dilbilimcinin ulaşmaya çalıştığı cevap, bizimle birlikte soluk alıp veren yapıları incelemkten geçer. bu kişilerin akıllarındaki soru ise insan aklının (ve/veya beyinin)bir reflexi olan ve (bilmeyene) anlamsız gibi görünen seslerden ibaret olan bu yapıların nasıl olup da bu kadar çok şey ifade edebildiğidir.bir iki cümle oldu mu?:)