>Wittgenstein’s Copernican Revolution
>
1961 yılında, Türk gençliğinin city takımından bildiği Swansea’da felsefe okutmanlığıyla kariyerine başlayan İlham Dilman’ın en yetkin eserlerinden biri bu. Alt başlığı: The Question of Linguistic Idealism (Palgrave Macmillan UK, 2002).
Eser hocanın Language and Reality: Modern Perspectives on Wittgenstein başlıklı (1998) çalışmasından esinlenerek hazırlanmış görünüyor, ki görünmesi bir yana kendisi de bunu önsözde söylüyor. Eser dilbilimsel realizm ve onunla alâkalı türlü yan beslemeler olmaksızın dil ve realite arasındaki bağın nasıl kavranacağı konusunu kendisine dert edinmiştir. Bunun için ilkin dil ve realite sorununu ele alır. Buna göre dil temelde realiteye dayanır ve söz konusu realite de dilden bağımsız bir şekilde gelişir.
Ardından biz dil dışında bir şeyden bahsederken dili kullanırız.Örneğin yazar Locke’un deneyimciliğine (empiricism) örnek verip ona ilişkin düşündüğümüz ve atıfta bulunduğumuz, düşüncemizden bağımsız bir şekilde bağımsız realiteden kaynaklanan tüm kavramları sunar. Ancak dilin şekli ve formu, kendisinden terimlerle (teminoloji kullanarak) bahsettiğimiz realiteye uygun olması gerekir. Yazar bunun için en genel strüktür neyse, ondan yansıyan gerçeklik de o olmalı diyerek bir neticeye varır.
Dilbilimsel realizm (linguistic realism) bilindiği üzere konuşma ve düşünme imkânını olduğu kadar yargı ve anlama imkânını da sorgular. Bu yüzden realizm kendisini doğal olarak en dipteki kavramsal basamakta bulunan septik dalgaları geri çeken bir ağ gibi düşünür. Yazar bu en dipteki basamak yani zemin için şunu iddia ediyor: Bu zeminde dil ve realite birbirine dokunarak, iletişime geçer. Ama nasıl? İşte kitabın temel derdi bu “nasıl”ı göstermek.
Yazar bu konudaki farklı dilbilimsel yaklaşımlar üzerinde durup en nihayetinde Wittgenstein’ı istasyon kabul ederek metnini onun üzerine kurar.Ve özellikle bu büyük dil filozofunun “Sakın ‘müşterek bir şey vardır aksi hâlde diyemezlerdi/denemezdi, demeyin; bakın görün… eğer onlara/oyunlara bakarsanız, herkes için ortak olan hiçbir şey göremezsiniz, sadece benzerlikler ve ilişkiler vardır…’ deyişini anlamaya çalışarak yine Wittgenstein’ın bir familya formu olan “oyunlar”a ilişkin tümeller tezine karşı çıkışını irdeler.

Yazarın absürt bulduğu dilbilimsel idealizmin en nihayetinde şöyle bir neticeye varmış olmasıdır: “
Dil inşa edilmemiş olup bu şekilde en genel hatlarıyla realiteyi yansıtmaz. Aksine dili mantıklı grameriyle yansıtan bir realite söz konusudur. Dil üretimi ve insan yaratımı bu şekilde mümkün olur.” Dilman bunu birkaç nedenden ötürü absürt bulur. Örneğin ona göre dil insanlık tarihi boyunca gelişmiş, ilkin primitif halkların meydana getirdiği ve uzak geçmişte yankıladığı sesle başlayıp başlangıç düzeyinde diğeriyle bu şekilde (sesle) -hayvanlarda gördüğümüz gibi- iletişime geçen bir insan değildir. Aksine dil yaşayan insanlarla ilişki içindedir, insan yaşamı da insan varlığının niteliğini, karakterini şekillendirir. Dil sadece böyle bir insan yaşamının içinde yer alır, yaşam dille yaşamsallığını kazanır (“yaşayan” kılınır) ve insanlar dil sayesinde bir şey bulur ya da yaratır.

Yazarın bir diğer itirazı, realitenin insan dilinin bir ürünü olmadığı fikrine dayanır. Eğer realiteyi farklı şeyleri kapsayan bir unsur olarak görürsek, dille ve terimlerle belirlediğimiz olaylara, ki bunlara adlandırdığımız şeyler de dahildir, atıfta bulunmamız gerekir. Böyle bir durumda her şeyin dilin bir ürünü olduğu ve bu yüzden konuştuğumuz dilden bağımsız hiçbir şey olmadığı fikrine bulaşmış oluruz, ki yazara göre bu, tümüyle absürttür.
Yazarın eserinde işlediği konu kapsamında beni en çok ilgilendiren, Wittgensteincı kesinlik anlayışına ilişkin tespitleri oldu. Zira burada kullanıllan dil için belirlenmiş kuralların (gramer) önerilmiş ifadeler olarak değil de “gramer ifadeleri” olarak değerlendirilmiş olmasıdır. Örneğin yazar Wittgenstein’dan şu alıntıyı yapar başta: “A fizikî bir objedir, bu aynı zamanda birisine salt sunduğumuz yapının bir parçasıdır. O kişi henüz ya A’nın içerdiği anlamı ya da ‘fizikî obje’nin içerdiği anlamı bilmiyordur. O hâlde kelimelerin kullanılışıyla ilgili olmak üzere buna bir yapı denebilir, dahası ‘fizikî obje’ de mantıksal bir mefhumdur (rengi gibi, sayısı gibi). Bu, “fizikî objeler vardır” gibi bir önermenin förmüle edilememesinin nedenini verir bize.Dahası her köşede/dönüşte başarısız atışlarla/girişimlerle karşılaşıyor oluşumuzun da nedenidir.” (Wittgenstein burada felsefî düşünüşteki başarısız önerme girişimlerini kast eder).
Kesinlik ve önerme sunumuyla ilgili yaklaşımlardan sonra eserde yazarın neden Wittgenstein’ı Copernicus devrimiyle birlikte değerlendirdiğini anlamaya başlarız. Zira yazarın da bildirdiği gibi, Wittgenstein dilbilimsel realizme (linguistic realism) sırt çevirmiş bir kafadır, bunu Copernicus’un 1543 öncesi geleneksel astronomi anlayışına yani Ptolemausçu geocentric evren tahayyülüne sırt dönüşüne benzetmek mümkündür, en azından Dilman böyle düşünüyor.
Copernicus ismini bir devrim unsuru olarak almak bilinen bir tavır, ancak Copernicusçu düşüncenin ne derece “devrim” anlamına geldiğini çözümleyebilmek çok da kolay değil. Hatta Thomas S. Kuhn bile o büyük eserine “Copernican Revolution” (copernicus devrimi) adını verirken dilini ısırdığını, tereddüt ettiğini söylemiştir. Makûl bir duraksamadır bu zira Copernicus geleneksel Ptolemaeusçu kabullere karşı çıkarken gökten zembille kavram ve matematik hesapları indirmemiş, başta Aristarchus ve Pythagorasçılar olmak üzere tüm Yunan kaynaklarından, müslüman araplardan ve İspanyollardan yararlanmış, önerdiği sistemi farklı matematiksel bulgulara dayandırmıştır. Ancak yine de yukarıdan bakıldığında belki devrim olarak değerlendirmek mümkündür, nereden bakarsak bakalım evrenin merkezine Güneş’i yerleştirmiştir. Bilim tarihçisi C. G. Fraser’ın da bildirdiği gibi (The Cosmos: A Historical Perspective, Greenwood Press, 2006, s.44) Copernicus ismini türlü sahalardaki devrimlere işaret etmede kullanma eğilimiyle pek çok kez karşılaşıyoruz, örneğin Kant eleştiri felsefesi yönteminin başında, felsefenin Copernicus’u; N. Lobachevsky 19. yy.da Euclidesçi olmayan geometrinin keşfinde, geometrinin Copernicus’u; E. Hubble, 20. yy.’da galaksilerin tespitinde, modern kozmolojinin Copernicus’udur. Dilman’ın eserinde de Wittgenstein dilbilimsel realizmin önünde dil felsefesinin Copernicus’u oluversin, sizi mi kıracağız sayın Dilman.
Toprağın bol olsun üstat.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...