Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Agora

Film yorumculuğu aşağı doğru indikçe büyüyen bir çığ gibi anlamsızlaşıyor gözümde. Bunu sadece ekşi sözlük’te karşıma çıkan yorumlar için söylemiyorum, en âlâ kafaların film yorumları bile benzer ölçüde, örtülü bir yozlaşmanın esiri olabildiği için böyle. Durum benim için öyle bir noktaya vardı ki, Zizek’in zorlama Avatar yorumunu okuduğumdan beri ekşi’deki “olmamış” yorumlarını itekleyen dürtüyü daha iyi anlar oldum. İnsan seyrettiği filmi algı kapasitesine göre yoz bir yorumla süsleyebilir. Bu bir zorunlulukmuş gibi düşünülüyor: “Filmi izledin, hadi şimdi analizine geç” diye biri adamımızı havuza atıyormuş gibi hissediyoruz. Niye çoğul konuştuğumu bilmiyorum, hissediyorum.

Filmin alt-metnini ve içerdiği metaforları okuyacağım diye canım çıkıyor, can çıkınca beden kalıyor kaldığı yerde biliyorsunuz. Her neyse bu konuda düşündüğüm çok şey var da, bu yazıyı heder etmeyeyim, sadece bir yerde yapılan “güzel film diyemeyeceğimiz, seyirciyi yer yer sıkan konuya bağlayamayan film” gibi bir yorumu görünce öfkeyle hareket eden çığ bir neticeye varsın istedim. Eğer bu filmde de konu bir sonuca bağlanmıyorsa, bu sinema denilen naneyi icat eden adamı bulup tepelemeli. Şimdilik geçiyorum bunu, çığ çığlanmasın daha fazla. Bunun yerine zorlama bir yazı da ben yazayım istiyorum.

Agora sağlam bir film. Evvelinde beklemediğim ölçüde üzerinde düşünülmüş ve emek harcanmış. Oyuncular deseniz inandırıcı olmakla birlikte, sadece konuştukları İngilizceden kaybediyorlar. Zaten harcanan emeği yüz katına çıkarıp bir de oyuncuları dönemin dil(ler)iyle konuşturabilselermiş, akademi’nin dikkatini çekebilirlermiş. Bu tarz dönem filmlerindeki İngilizce sadece bana mı batıyor bilmiyorum, batıyor en nihayetinde. Özenerek tarihî bilgiler ışığında pagan, Hıristiyan ve Yahudi üçgeninde kıyafetler bir ayırma ölçütü olarak görülüyor. Buna dikkat etmişler, face hairy yani yüz tüyleri iyi ayarlanmış. Yahudi din adamlarını sakallarından, küçük kızlarını örgülerinden ayırt edebiliyoruz. Hıristiyanların siyah kıyafeti ve yine saç, sakal kesimi temiz yüz paganlara karşın, kötücül bir imaj katıyor. En nihayetinde İ.S. 3-4. yy. olmasına rağmen, Roma Roma’dır, İskenderiye paganlarını da temiz yüz kılan biraz da o şatafat ve erkeklerdeki kadınsı görüntüye meyildir. Sonuç itibariyle dönem filminin bir gereği olarak, dönemin insanlarının görünüm bakımından iyi yansıtıldığını düşünüyorum bu aynadan. Dediğim gibi, İngilizce “gülün dikeni”, o ayrı.

 

Filmin klâsik dinler-arası çatışmanın sebep olduğu sıkıntılar ve dramları dert edindiği aşikâr. Dinler-arası hoşgörü mesajını verebilmek için de güzel bir dönem ve tema seçmişler. Filmin dönemi olan İ.S. 3-4. yy.’larda, Hıristiyanlığa geçen imparator Theodosius’un da etkisiyle paganizm açıktan açığa darbe yemiş ve Hıristiyanlık daha güçlü bir şekilde kitleler arasında yayılmıştır. Filmde anlatıldığı gibi İskenderiye Kütüphanesi’nin çevresinde yaşananlar da, bu değişimin müthiş bir göstergesidir. Buna göre Hıristiyanlar palazlanıp güçlendikçe yöre halkının  paganist inanç yapılarına karşı daha hoşgörüsüz olmaya başlarlar. Boynuzun kulağı geçmesi gibi, zaman içinde Hıristiyanlar paganları kalabalık nüfuslarıyla köşeye sıkıştırırlar. Zaten imparator da Hıristiyan olduğundan işleri kolaylaşır. Paganların ve onların yüzyıllar boyunca biriktirdiği felsefî ve bilimsel bilginin sembolü olan İskenderiye kütüphanesinin yakılması, bir nevi Hıristiyanlığın yücelmesi, sadece yörede değil tüm imperium sınırlarında erk sahibi olması anlamına gelir. Film, anlatımını İskenderiye’yle sınırlıyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hıristiyanların nasıl olup da bu kadar kısa süre içinde bu kadar güçlenebilmiş olduğudur. Nitekim paganlar kütüphaneye sığındıklarında, içlerinden biri “Hıristiyanlar ne zaman bu kadar çok kalabalık oldu?” diyerek şaşkınlığını dile getirir. Hıristiyanlık, paganlar için beklenmedik bir yıkım anlamını taşır. Yukarıda boynuz-kulak analozisine bu yüzden sığındım.

 

İnançlarına ve tapımlarına sürekli küfreden Hıristiyanların bu saldırganlıklarına daha fazla dayanamayan paganlar sonunda onlara saldırırlar. Ancak unuttukları bir şey vardır. Hıristiyanlar eskisinden farklı olarak, artık paganlardan daha kalabalıklardır. Bu yüzden paganların saldırısı, zaten bir karışıklık çıksa da İskenderiye’yi tümden Hıristiyanlaştırsak diye düşünen Hıristiyanların ekmeğine yağ sürer. Böylecesaldırıya daha büyük bir saldırıyla yanıt verirler. Hıristiyanların yayılmacı saldırganlığının bir neticesi olarak kütüphaneye sığınan paganlar, imparator tarafından can güvenlikleri sağlanmış olmasına rağmen, erklerini yitirirler; zira aynı imparator Hıristiyanlara kütüphaneyi yağmalama ve şehirde egemen olma hakkını tanır. Böylece barbar Hıristiyanlar kütüphaneye girerek içerideki muazzam parşömenleri, savaş galibiyetini, düşmanın kadınlarına tecavüz ederek kutlayan askerler gibi yakarlar. Bu egemenliğin el değiştirdiği ve yeni bir dönemin başladığı anlamına gelir. Peki, kütüphanenin yanıp kül olmasıyla klâsik dönem niçin son bulmuş oluyor; içerideki bilgi birikimi aynı zamanda klâsik dünyanın memoria’sı yani belleği anlamına mı geliyor? Gerçekten öyle. Belleğini yitirmiş bir insan için nasıl ki geçmiş ve buna bağlı olarak sui generis “benlik” diye bir şey olmazsa, kütüphanesini yani biriktirdiği bilgilerini yitiren klâsik çağ paganizminin son temsilcileri de benliklerinden olurlar. Kütüphanenin yanıp kül olması, aynı zamanda pagan dünyası için kıyamet anlamını taşır. Film bu hususta tarihî verilere sadık kalmış görünüyor. İsterseniz bu kontada büyük tarihçi Edward Gibbon muazzam eseri Decline and Fail of the Roman Empire adlı eserinden ilgili bölümleri beraber okuyalım:

“…En hafif bir neden, gürültülü İskenderiye kentinde bir iç savaşın patlamasına yeterli olurdu Hasımlarına oranla sayı ve güç bakımından daha aşağı olan Serapis’e tapanlar filozof Olimpius’un de kışkırtmalarıyle silaha sarıldılar. Olimpius, kendi tanrıları uğrunda ölmeleri gerektiğini onlara aşılıyordu. Bu bağnaz zındıklar Serapis tapınağında güçlendiler, çıkışlar ve sert savunmalar yaparak kuşatıcıları geri püskürttüler ve umutsuzluk içerisinde son kez öç almak için ellerinde tuttukları hıristiyan tutsaklara her tür işkenceyi uyguladılar. Majistraların çabalarıyle silah bırakışması yapıldı ve Serapis’in yazg:sı Teodosius’ün buyruğuna sunuldu Hıristiyanlarla payenler, silahsız olarak, kentin büyük alanında toplandılar. Hepsinin önünde imparatorun buyruğu yüksek sesle okundu İskenderiye put tanrılarının yıkılmasıyle ilgili bölüm okunurken hıristiyanların şiddetli alkış sesleri yükseldi. Payenler ise, iç yıkıntısına uğrayarak, düşmanlarının saldırısından korunmak için ivecenlikle çekilip uzaklaştılar. Teofilus, malzemenin ağırlığı ve sağlamlığından başka hiçbir güçlükle karşılaşmadan tapınağın yıkımını gerçekleştirdi. Bu güçlük ateşli arşöveki, yapının temellerini olduğu gibi bırakmaya zorladı ve geniş bir alana yayılan yıkıntılar öylece yığılıp kaldı. Daha sonra bir bölümü temizlenerek oraya, aziz şehitler onuruna bir kilise kuruldu. Çok değerli İskenderiye kitaplığı yağma edilp yıkıldı. Ondan yirmi yıl sonra, henüz dinsel bağnazlığın sağduyularını bütün bütün karartmadığı anlaşılan seyirciler boş rafları görerek üzüntü ve tiksinti duymuşlardı.

Ama, yenik düşmanına sataşmak ve onu gülünç duruma düşürmek için çaba harcadığı zaman bu ruha güvenmemek gerekir. Düşünmelidir ki, bir hileyi uzun süre başarıyla yürütmeye oranla utanç verici bir masal uydurmak çok daha kolaydır. Serapis’in çok büyük heykeli tapınağın ve dinin yıkıntıları arasına gömüldü.  Çeşitli madenlerden olan plaklar hep birden, tapınağın yan duvarlarına değen tanrıçanın görkemli yüzünü oluşturmaktaydı. Serapis, elinde bir asa olduğu halde oturmuş durumdaydı ve bu görünüşüyle Jüpiter’in olağan simgelerine çok benziyordu; şu ayrımla ki, onun başında bir sepet ya da kürk bulunuyor, sağ elinde bir canavar simgesi tutuyordu. Başı ve vücudu üç kuyrukla uzanan bir yılanın kuyruklarından biri bir köpek, öbürü bir aslan, ve üçüncüsüyse bir kurt kafasıyla son buluyordu. İnanarak savunuluyordu ki, bir ölümlü bu dehşetli yüce tanrıya saygısızlıkta bulunursa gök ve yer yüzü o anda birbirine karışacaktır. Baltalı bir asker merdivenden çıktı. O sırada hıristiyanlar bile bu girişimin sonucundan kaygı duyuyorlardı. Asker, Serapis’in yanağına baltayla sert biçimde vurdu. Yüzü yere düştü. Ama gök gürlemedi, gökler ve yeryüzü düzenlerini ve dinginliklerini korudular. Utkuyu kazanan asker vurmalarını sürdürdü. Koskocaman put tanrı param parça oldu. Ayak takımından olan insanlar onun kol ve bacaklannı İskenderiye sokaklannda sürüyerek dolaştırdılar. Amfiteatr’da gövdesi ateşe verildi. Çok sayıda yurttaş, hıristiyanlığa geçmek için koruyucu tanrılarının güçsüzlüğünü görerek karar verdiler.”

(E. Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi, cilt 3, Çev. Asım Baltacıgil, Bilim/Felsefe/Sanat Yayınları, 1988, s.15-17)

 

Filmi izleyip de bu yazıyı okuyanlar, filmde anlatılan barbar Hıristiyanlık görüntülerinin, Gibbon’ın tasvirlerinden farklı olmadığını teyit edecektir. Hatta imparator buyruğunun okunuşu sırasında Hıristiyanlardan yükselen alkış sesi de filmde es geçilmemiş. En nihayetinde erki ele geçiren Hıristiyanlar, ilkin açıktan açığa dinî ritüellerini uygulamalarında karışmadıkları başka bir “rakip” inanç grubuna saldırmaya başlar. Yeni rakipleri Yahudiler olur. Filmde Hıristiyanların, Sabbath’ı amfitiyatr’da şenliklerle kutlayan Yahudilere saldırdığı görülüyor. Bu da tarihî verilere uygundur; nitekim Hıristiyanlar erk’i ele geçirince, bölgede bu tarz yüksek sesli yani açıktan açığa dinî ritüellere birtakım yasaklamalar getirmiştir. Bununla ilgili filmdeki ilk ima, henüz paganlarla Hıristiyanlar ın arası açılmadan önce Hypatia‘nın dersliğinde verilir. Hıristiyan öğrencilerden biri, diğer inanç yapılarına ve hatta inançsızlığa olan tahammülsüzlüğünü (Orestes’e karşı) şu şekilde dile getirir: “Yaratılışı eleştirirsen,Tanrı’mızı da eleştirmiş olursun. Bu da bizi küçük düşürür.” İnançsız görünen öğrenciyle, Hıristiyan öğrencinin tartışmaya tutulduğunu gören filozof hoca Hypatia da Euclides’in ilk kuralını hatırlatır: “İki şeyden her biri üçüncüye eşitse, üçü de eşittir.” Sonra şöyle der: “(Buradaki hiç kimse bana benzemiyor) Bizi birleştiren şeyler, ayıranlardan daha fazla.” Oysa yukarıda da bahsettiğimiz gibi, tarih bu dönemde hangi oyunu sahneye koyacağına çoktan karar vermiştir. Buna göre kafalar, birleştiren değil ayıran unsurları önemseyecektir. Ve müsamahakâr olamayan farklı inanç yapıları, birbirini boğazlamaya girişir.

Daha tuhafı, bağnaz görünen inanç yapısının, bir yönüyle köleliği kaldırması bakımından kurtarıcı düşünceye dönüşerek, köle Davus’u efendi Hypatia’yla eşitlemesidir. Hâl böyle olunca, köle intikam alırcasına, hoşlandığı sahibesinin dudaklarına yapışır. Hıristiyanlığıyla ondan öcünü alır adeta. Filmde bu müthiş bir dilemmaya dönüşüyor. Davus için Hypatia sahibe olarak mı kalsa iyiydi, yoksa inançlarına ters bir cadı olarak mı? Filmin sonu da zaten bu dilemmanın çözümüne bağlanıyor. Cadı, Davus tarafından yok ediliyor! Yorgan gidiyor, kavga da haliyle bitiyor!

Yazımıza “yorgan” Hypatia’dan devam edelim. Rachel Weisz‘in canlandırdığı Hypatia’dan hoşlandım, gerçek anlamda karakterin hislerini anlayabiliyoruz; ya da ben kendi adıma konuşayım, anlayabildim. Benim için bilhassa çekici olmasının nedeni, filozofluğu ve bağnaz Hıristiyanlara karşı “ben felsefeye inanıyorum” diyebilmesi olabilir. Bunun yanında özellikle ilgi alanı astronomi ve “evrenin merkezi, dünyanın hareketliliği ya da hareketsizliği” olduğundan, kendisiyle günlerce şarap içip hamburger yiyebileceğimi düşündüm; mezemiz de sohbetimiz olur tabi ki (Rachel Weisz’i bundan sonra daha dikkatli takip edeceğim). Filmde anlatılana göre, Hypatia Ptolemaeusçu geocentric düşünceyle tatmin olmuyor. Ancak yüzyıllar sonra Copernicus’la tam anlamıyla sarsılan (tam anlamıyla çökmesi için biraz daha beklenmesi gerekti) bu düşünceye göre dünya evrenin merkezinde, hareketsiz durur. Bu pagan bilgisi Hıristiyanlar tarafından da ilgiyle karşılanmış ve Eski/Yeni Ahit’lerdeki Tanrı’nın insan merkezli yarattığı evren düşüncesine uygun kabul edilmiştir. Hıristiyanlar canılarnın istediğini paganlardan almayı iyi bilmiştir, Mısır’dan kaçan Yahudilerin Mısır/pagan altınlarını da beraberlerinde götürmelerini andırıyor bu. Her neyse. Hypatia evrenin merkezine klâsik görüşten farklı olarak Güneş’i yerleştiren (sonraki modern araştırmacıların “Antikçağ’ın Copernicusu” dediği) Aristarchus’un fikrinden etkilenerek, film boyunca bu fikri kanıtlamaya çalışır. Yardımcısı Aspasius’la birlikte uzun düşün seanslarının ardından dünyanın yuvarlak değil, elips biçiminde olduğunu bulur. Bilindiği gibi (filmde de söyleniyor bu) yüzyıllar sonra yaşamış olan büyük astronom Kepler’e ait olan bu buluş Hypatia’da vaktinden evvel kendini göstermiş olur. Hypatia’nın, çevresinde kopan bunca gürültüye rağmen ısrarla “cevaba daha fazla yaklaşma” adına böyle bir düşün aktivitesi içinde bulunması kayda-değerdir.

Bu durum günümüzde de böyledir. Etrafta olağanca çıkar kavgası yaşanır, yüksek volümde gürültü kopar. Herkes birbirinin kellesini ister; her ideolojik yönelim, düşmanını ortadan kaldırıp erk’ini dosta düşmana ilan etmek ister. Arada Hypatia’lar vardır, felsefeye inanan; onlar kaynar, ezilir, sessizliğe boğularak öldürülür. Felsefeye inandığını söyleyince Hypatia, bağnaz Hıristiyan da sarkastik bir şekilde şöyle diyor: “Böyle bir zamanda ihtiyacımız, olan şey de buydu zaten!” Öyle bir an geldi ki, Hypatia gibilerle anlamlanan felsefe-bilim merkezi İskenderiye artık onları yabancılar oldu. Hypatia gibiler, bağnazların, ideolojiden gözü kör olmuşların birer neferi, onların istedikleri mesajları tekrarlayan papağanlar olmadıkları için İskenderiye Kütüphanesi gibi tarihin arka odalarına gömülürler. Bu yıkımla olur, işkenceyle olur, ölümle olur. Nasıl olduğunun bir önemi yok, Hypatia’ların ortadan kaldırılma düşüncesinin akla düşmüş olması bile, başlı başına İskenderiye’deki farklı ırktan, kesimden insanların canlı kıldığı felsefe-bilim ruhunun yok olması için yeterlidir. Oysa bu gibi bilgiye adanmış zihinlerin mutluluğu erk’ten, şundan bundan çok daha basit görünmekle birlikte, çok daha ulvî amaçlara varır. Ayak-takımının gündelik erk çatışmalarındansa Güneş’e varmak, aydınlığa ermek, evrenin merkezine Güneş’i yerleştirmek mutluluk sebebi olabilir mi? Bu uğurda ölmek de önemli değil, Hypatia mutlu bir şekilde taşlanarak ölmüştür!

“…cevaba biraz daha yaklaşsaydım, o zaman mezarıma mutlu bir kadın olarak giderdim.”

9 comments on “Agora

  1. aysegulyuksel
    19/03/2010

    >Evrenin merkezine Güneş'i yerleştirmek mutluluk sebebi olabilir.Karanlıkta kalanlar, karanlıkla beslenenler için için çeşitlemeler şöyle sonuçlanacak diyolla 🙂 jimi :)http://www.superhui.com/animation/animation/bozzetto/bozzetto09.htmlGüneşsiz bilgisiz kalmamaya devam etsek iyi olacak 🙂

  2. Anonymous
    19/03/2010

    >Kimisi Hypatia gibi Güneş'i evrenin merkezine yerleştirmekle mutlu olurken kimisi Güneş'in ayaklarının altından doğup batmasından haz duyuyor(Kommagene'de Kral Antiochus gibi).İnsanoğlu tam bir karmaşa.

  3. pixie
    20/03/2010

    >Belki de önemli olan doğru olanı bulmak değildir sadece doğru yolda ilerlemeye çalışmaktır…nasılsa bir şekilde doğru bilgiye ulaştırır…

  4. Sophie
    20/03/2010

    >Filmle ilgili yorum yapmacağım,aysegulyuksel'in vermiş olduğu linkteki Bruno Bozzotte Life isimli animasyonu izledim,harika buldum.Çok teşekkür ederim. 🙂

  5. aysegulyuksel
    20/03/2010

    >Ben de teşekkür ederim Sophie 🙂

  6. halo
    31/03/2010

    >sırf sonu için bile 2 küsür saat sabredilecek bir filmdi, müziklerinden bahsetmemek de abes olur sanırım.. soundtrack hususunda eğer mazur görürsen beni dayanamayıp link vermek istiyorum.. kimse mahrum kalmamalı bu filmden ve müzikten..http://www.zona-musical.com/modules.php?name=Forums&file=viewtopic&t=159495

  7. jimi the kewl
    31/03/2010

    >Halo doğrusun.Yazıyı yazarken ben de filmin müziklerine dikkat çekecektim ama yazının seyri onu es geçmeme neden oldu. Filmin müziklerini Dario Marianelli yapmış, gerçekten de iyi yapmış. Abartısız albümdeki neredeyse her parçayı beğendiğimi söyleyebilirim. Çok yerinde bir tavsiye seninkisi.Hatrlattığın için teşekkür ederim.

  8. Shaman
    21/11/2010

    >Filmi taze izledim. Açıkçası geç kalmışım. Yazdıklarından farklı olarak bir nokta da dikkat çekici kanımca. "Kamusal erke sahip olanların bir dine olan inancını ilan ettikten sonra yaşadığı açmaz" diye bir not düşmek isterim. Zira gayet güzel bir örneğini görüyoruz bu filmde. Bu da not düşülmeli diye düşündüm.

  9. peyami
    26/11/2011

    adinin ne oldugu farketmez; bir dinin bilime meydan okumasinin ve onu engellemesinin nelere mal olacagini gormek icin ibretlik bir film. Hypatia`nin hikayesinde asgi yukari 1200 yil kaybediyor insanlik.
    Margaret Wertheim soyle diyor :
    “The great era of Greek mathematical science, which began with the birth of a man, finished with the death of a woman.”
    Yanlis anlasilmasin amacim reklam yapmak degil, tamamen amatorce yazdigim bir yazim var film hakkinda :
    http://peyami.wordpress.com/2011/11/08/agora-hypatia/

halo için bir cevap yazın Cevabı iptal et