>Mundus!
>
Mundus hem evrendir hem dünya, ancak yeryüzü değildir. Bu yüzden Copernicus metni üzerinde dururken “quod mundus sit sphaericus“u “evrenin küre şeklinde olması üzerine“, “quod terra quoque sphaerica est“i de “dünyanın da küre şeklinde olması üzerine” şeklinde düşünmüştüm. Zira hem mundus, hem de terra kullanıldığına göre ve ikinci ifadede “quoque” (bizdeki “de, da, dahi” anlamında) bulunduğuna göre, yazının içindeki mantalitenin de işaret ettiği üzere mundus evren olmalıdır. Ancak başka metinlerde mundus karşımıza dünya olarak da çıkar.

Gâvurlar buna
world (eski İngilizcede
woruld, eski Almancada
weralt) deyip işin içinden sıyrılıyor (veya Fransızcada
monde). Çünkü
world, bağlama göre hem bizdeki dünyaya hem de evrene denk gelir. Dünya derken kast ettiğim de, hem içinde yaşadığımız yeryüzü, hem de evrenin kendisidir. Yani aslında Türkçede de
“dünya” ismi hem yeryuvarlağını hem de âlemi gösterir. Örneğin “
dünya–
dışı” dendiğinde kast edilen, yeryuvarlağının dışındaki uzay âlemine aitlikken; başka bir kullanımda “
dünya–
dışı” “
âlem–
dışı” ya da “
evren–
dışı” gibi de düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında İngilizcedeki
world ile Türkçedeki dünya isimlerini birbirine benzer buluyorum. Biz de sıkıştığımız noktada (“
evren mi, yeryuvarlağı mı” diye yani) dünya deyip işin içinden sıyrılabiliriz. Bir yerde “
world“ü görünce utanmadan, sıkılmadan “
dünya” diye çevirin. Bağlama hâkimseniz ve özü iyi kavramışsanız, yerine göre
âlem,
evren,
yeryüzü,
glob,
ünivers gibi birtakım seçenekleriniz de var. Ama riski göze almak istemiyorsanız, dediğim gibi, “
dünya” deyip kaçın.
Şunu da söyleyip tekrar mundus‘a döneceğim: world‘ün eski İngilizcede (12. yy.) woruld, eski Almancada weralt‘tan geldiğini söylemiştim yukarıdaki bir parantez-içinde. Eski Almancadaki weralt da aslında, daha eski İngilizcedeki wer–eald bileşiminden meydana gelmiştir. Wer “insan“, eald ise “eski” anlamında olup wereald da “eski insan/çağ” anlamını taşır(mış). Buradan hareketle world‘ün temelinde “eski insanlardan/çağlardan bize kalan” anlamını aramamız gerekiyor. O örülü saçlarıyla eski Britanyalılar (köken bakımından İngiliz) ve Galyalılar (köken bakımından Fransız) Roma kültüründen ardı-ardına şamar yemezden ve kültürleri, dilleri “universitas/europa” adı altında bir potada eritilmeden (yani sisteme çekilmeden, barbarlıktan kurtulmadan) önce, şu an tahayyül ettiğimizden çok daha barbar belki ama bir o kadar sui generis (kendine has) bir yapı içinde seyrettiklerini unutmamalıyız. Bazen düşünüyorum bunu, Kartaca yok edilmeseydi, Roma bu kadar serpilemeyecek ve daha sonradan avrupalılık bilinci içinde kaynayıp giden bu kültürler “caput mundi” olan Roma’nın buyruğuna girmeyecek, kendilerine has dilleri, yaşam tarzlarını koruyabileceklerdi. Daha sonraki kültürde ve dilde millileşme hareket ve tarzlarının tümüyle Roma süzgecinin el-verdiği ölçüde olduğunu unutmamak gerek. Millî ama ne kadar millî? Sınırlı millî. Daha barbar ama daha renkli çağlara tanıklık edebilirmişiz diye düşünüyorum ahmakça. Elbette yersiz faraziye.
Tekrar
mundus‘a dönelim.
mundus, aslında bir sıfat olmakla birlikte eski Sanskritçedeki (yenisindeki durumu bilmiyorum)
mund kelimesinden gelir.
Charlton T. Lewis’in sözlüğünde “
clean, cleanly, nice, neat, elegant” yani “
temiz, düzgün, zarif, nazik” anlamları verilir. Bu “
temizlik” durumu, bu sıfattan türeyen her kelimeye “haliyle” sirayet etmiştir:
munditia: temizlik, düzgünlük, zerafet
munditer: temiz bir şekilde
munde: temiz bir şekilde
vb.
Daha sonradan Kilise Latincesinde
mundus, özündeki
temizlik anlamından hareketle “
günahtan arınmışlık, saflık, ahlâken temizlik” gibi düşünülmüştür. Örneğin Matta İncili 5.8’de şöyle deniyor: “
Beati mundo corde, quoniam ipsi deum videbunt.” yani “
Kalben temiz olan o kişiler Tanrı’yı görecekleri için bahtiyarlar!“
Bunun yanında yine mundus‘un “kadınların kullandığı takılar, süs, süs eşyası” anlamları da vardır. Bunun “temizlik” anlamıyla bir ilgisinin olduğunu sanmıyorum, sözlüklerde birlikte işlenmiyorlar. Yani “süslü” ile “ince, temiz” eşitlenmiyor. Hemen gidip süs falan takmayın oranıza buranıza.
Klâsik dönem Latincesinden sonra “
donanım, teçhizat ve zor işlerde kullanılan araç” anlamlarını da kazanmış olan
mundus‘un asıl burada bahsetmemiz gereken anlamı, en başta bahsettiğim “
evren-dünya” anlamıdır. Bu da, Yunancadaki
kosmos‘un Latincedeki tam karşılığıdır. İngilizcede buna “
the universe” diyenler de var ancak “
the world” kullanımı, en başta bahsettiğim sakıncalardan ötürü risk sevmeyenlerin hoşuna gidecek türden. tabi burada,
Charlton T. Lewis’in sözlüğünde de geçtiği gibi, göksel cisimler ve şeyler de
mundus‘a dâhildir, eğer yeryuvarlağı kast edilse bile. Bu, iki boyutlu evren algısının bir neticesidir. Nitekim hatırlanacağı gibi, Yunan mitolojisinde yer ile gök her şeyin yaratımında Eros tutkalının yapıştırıcılığı eşliğinde (evet Eros en eski figürlerden biridir bu tasarıma göre, yani yaratımda yapıştırıcı niteliğiyle “sevgi” kaçınılmazdır) hem ayrı hem de bitişik düşünülmüştür.
“
O clarissima mundi lumina!” diyor Vergilius (Georgica 1.5) “
Ey evrenin en parlak ışığı!” Cicero da
De Natura Deorum ii.62’de “
Est enim mundus quasi communis deorum atque hominum domus” yani “
evren, tanrıların ve insanların ortak evi” diyor. Stoa düşüncesine uygun olan bu anlayış, Eskiçağ materyalizmine farklı bir dinamizm katan Epicurusçu
inter-mundia (dünyalar arası) anlayışı ise tanrıların
domus‘unu yani evini, insanların
domus‘undan ayırıyordu. Tanrılar o maddeci zihne göre dünyalar arasında bir yerde konumlanmış, kendileriyle mutlu mesut yaşayıp giden kaygısız tiplerdi. Oysa Stoa düşüncesinde insanın da bir parçası olduğu doğanın
necessitas‘ına yani zorunluluğuna bağlıydı tanrı(lar), böylece
mundus hem insanlara hem de tanrılara temel mekân olabiliyordu. Daha da ilginci yine
mundus‘un “ölüler diyarı” yani Pluto’nun mekânı anlamında da kullanılmış olmasıdır.

Bütün bunlar Hurley’in rüyası olmasa bile, en azından adadakilerin “dünya, yaşadığımız yer” dediği yerin aslında “ölüler diyarı” olabileceği göz-ardı edilmemeli. Ölümle böylesine! Çevrili olan canlıların yaşadıkları yerin canlılığına ilişkin böyle bir ikilem yaratmış olması şaşırtıcı olmasa gerek. Aklın yolu bir.
“
Ego pro eis rogo; non pro mundo rogo, sed pro his, quos dedisti mihi, quia tui sunt. 10 Et mea omnia tua sunt et tua mea; et clarificatus sum in eis.“
Yuhanna 17.9-10
“Ben onlar için (onları) istiyorum, bu dünya için (dünyayı) istemiyorum, senin bana, sana ait olduğu için, verdiklerini istiyorum! 10. Benim olan her şey senin, senin olan her şey de benimdir; ben onlarda arındım!“
Buradaki işaretli mundus ise bu dünyanın ne kadar küçümsenmesi gereken bir şey olduğunu gösterir. Zaten Yuhanna’nın ilgili bölümünde hep bu “rogo” (“el açıp yalvarıyorum“) ve “non rogo” vurgusu tekrarlanır. Ne için dua ediyorum, ne için etmiyorum, temel mesele bu. Hepsinin özünde de dünyayı küçümseme var. Küçümseyeceksin kardeşim mundus‘u, hem dünya anlamında, hem kadınların süsü anlamında, hem teçhizat anlamında, hem ölüler diyarı anlamında. Mundus’u gördüğün an yüz kaslarına donukluk gelecek, serin bakacaksın. Aksi hâlde tersten görürsün.
—
-Her ne kadar sizinle tartışmaya girmeye cesaretim olmasa da, gene de dünyada esrarı çözülememiş çok şey var, diyeceğim.
+İnanın, bir tek şey bile yok.
…
Anton Çehov’un “Nişanlı Kız” öyküsünden —
(A. Çehov, Köpeğiyle Dolaşan Kadın. Otuz Yedi Seçme Öykü, Çev. E. Altay, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2. baskı, 2010, s.663)
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
>Zihnine sağlık.Ekşi sözlükte bu entiri sonunda bir video vardı,bir türk filminden kısacık bir bölüm.Zülfü Livaneli-Leylim Ley çalıyordu,Sabahattin Ali şiirinden onu buraya ekleyebilirdik ben sözlerini yazacağım:Döndüm daldan kopan kuru yaprağaSeher yeli dağıt beni, kır beniGötür tozlarımı burdan uzağaYarın çıplak ayağına sür beniAyın şavkı vurur sazım üstüneSöz söyleyen yoktur sözüm üstüneGel ey hilal kaşlım dizim üstüneAy bir yandan sen bir yandan sar beniYedi yıldır uğramadım yurdumaDert ortağı aramadım derdimeGeleceksen bir gün düşüp ardımaKula değil, yüreğine sor beniSabahattin ALİ