>Giz
>
Türkiye’de felsefe-bilim camiasına bir şekilde yolu düşmüş ya da kapaklanmış (TDK “ayağı takılıp yüzüstü düşmek” diyor
kapaklanmak için, “felsefe-bilim’e düşmek” diyorum ben de o hâlde) kişilerde Türklük, Akdenizlilik ya da şarklılık, Jacques Derrida gibi merkezî-Avrupa adamlarının (her Cezayir’de doğanı Akdenizli mi sanırsın?) kibirlenme anlamındaki cüretkârlıklarına tezat teşkil ediyor. Onların sistemli çilesi ile bizim şarklılığa özgü, savruk çileliğimiz ayrışıyor. Kurnazlığımız kimi kere şeyleri ya bütün olarak ya da birbirini destekleyecek ölçüde görmemize engel oluyor. Böyle, yani bu türden bir savrukluk örneği sergileyerek şunu dillendirmek istiyorum:
“Derrida, erken öldün hacım, bir maruzatım vardı, daha giz’i konuşacaktık. Herkesle giz konuşulmaz a!”
“
Kitapları var” demeyin, kitaplık insanlığın yerini tutabilseydi, üzerimize üzerimize gelen şu büyük raflarla olan münaseb

etimiz daha seviyeli ve daha vice versa olurdu; oysa biz kitaplardan sadece alırız, onlar bizim onlardan almak istediklerimizle sınırlı. Onlar mı güdük, yoksa onlardan ancak kapasitesi gereğince, kendi istediğini alabilen biz mi? Derrida’yla konuşup dertleşmek, jestler, mimikler, elini tutmalar, kaave ısmarlamalar hep onun kitaplarıyla baş başa kalmalardan daha sıcak olacaktır. Aksini düşünen varsa, dünyada en sevdiği insanla sadece mektuplaşsın ya da msn’de yazışarak sevişsin; belki dediğimi anlayacaktır. Yazarlar, ne yazdıkları kitaplardır ne de onlarla anlaşılabilir. İnsan insandır, kitap yazarlığı da kitap yazarlığıdır. Geçiyorum
giz meselesine.
Derrida şöyle diyor: “
Giz vardır. Ancak kendini gizlemez. Saklı olanla, karanlıkla, gecesel olanla, görünmezle, gizlenebilirle, hatta genel olarak tezahür olmamışla heterojendir; örtüsü açılabilir bir şey değildir. Açınlandığına inanıldığı an bile dokunulmamış bir şekilde kalır. Şifresi çözülemez bir kod içinde ya da mutlak bir örtünün ardında saklandığı için değil, basitçe örtme/örtüsünü açma, gizleme/gökyüzü, vb. oyununu aştığı içindir bu. Dolayısıyla, ne gerçeğe ne hemoiosis ya da uygunluk olarak gerçeğe, ne bellek olarak (mnemosyne, aletheia) gerçeğe, ne verili gerçeğe, ne vaat edilmiş gerçeğe ne de ulaşılamaz gerçeğe aittir. Onun görüngüsel-olmamasının görüngüsellikle hiçbir ilişkisi yoktur, hatta olumsuz bir ilişkisi bile yoktur.”
(J. derrida, Çile, sf.57-58, Kabalcı Yay. 2008, çev. Melih Başaran:
git)
Seneca ise Derrida’dan yaklaşık 1900 sene önce, şöyle diyor(du): “Tüm dünya (
omnis mundus) kendisinde araştırılası bir şey taşımıyorsa (
nisi in illo quod quaerat), ne değersiz bir dünyadır o (
pusilla res mundus est)! Bazı kutsallar (
quaedam sacra), bir kereliğine sunulmaz a! (
non semel… traduntur)
Eleusis kendisini, yeniden ziyarete gelenlere göstermek üzere saklardı. Nesnelerin doğası da (
rerum natura) kutsallarını (
sacra sua) bir kerede sunmaz (
non simul tradit). Henüz başlangıçta olduğumuza inanıp (
initiatos nos credimus), doğanın girişinde kalıyoruz (
in vestibulo eius haeremus). Bu
gizler (
illa arcana) ne gelişigüzeldir (
non promiscue), ne de herkese açıktır (
nec omnibus patent); onlar ıssızlaşmış (
reducta) ve daha içlerdeki kutsal bir mekâna kapanmıştır (
in interiore sacrario clausa sunt).”
(Naturales Quaestiones VII. cp. XXXI.2)
Derrida’ya kaave ısmarladığımda hatırlatacağım ilk şey, Seneca’nın
arcanum dediği yani
giz anlamında, “
saklanmış olan” şeyin aslında Derrida’nın söylediğinin aksine, “kendisini
gizleyen” olduğu, olurdu. Çünkü Derrida “kendini
gizlemeyen”
giz‘den bahsederken, Seneca, Eleusis örneğiyle kendini bilinçli bir şekilde
giz‘leyen
giz‘den bahsediyor. Çünkü o, Seneca’ya göre, tanrısal olan’dır. Tanrısal olan
giz‘lerin, ıssızlaşıp (
reducta) daha içlere gömülmesi yani kapanması (
in interiore sacrario clausa) aynı eserde genel bir tema olarak işlendiğince, insanın kendisini betimler. Nitekim Naturales Quaestiones’in muhtelif yerlerinde insanın temel yaşam amacının, zihnî gelişim olduğu söylenir. Bu Stoacı tavrın gerektirdiği bir düşünce tarzıdır. İnsan zihnen gelişerek, bedeninden taşmak durumundadır. Nitekim Nat. 6.32.3’te “
Pusilla res est hominis anima, sed ingens res contemptus animae” diyerek insan yaşamının, tıpkı içinde araştırılası/
giz‘lerinin açığa çıkarılası bir şey bulunmayan evren gibi “
pusilla/um” yani “
değersiz” bir mesele olduğunu söyler (bkz:
#16906722).
Yine Nat. 1.p.4’te “
O quam contemta res est homo, nisi supra humana surrexit!” diyerek, insanın insanlığının üzerine çıkıp, zihnen tanrısal olanla / tanrısal
giz‘le temasa geçmedikçe/bütünleşmedikçe değersiz olduğuna vurgu yapar. Mesele, insanın bedeninden taşması ve ruhî zenginliğe varmasıdır; işte bu yüzden tanrısal olan
giz gizlenmese de (Derrida’nın dediği gibi), umuma açık değildir!

Giz‘in umuma açık olmadığını Seneca şöyle söylüyor: “
Bu gizler ne gelişigüzeldir ne de herkese açıktır.” O hâlde insan, insanlığının da üzerine çıkabilecekken, bunu istemeyerek, hayvan gibi bedensel bir canlı olmakla yetinebilir. İnsanda işte bu potansiyel her daim vardır; bu kendi başına “kötü” veya “iyi” değildir; burada önemli olan insanın,
giz karşısında onu kabullenerek ya da kabullenmeyerek bir tavır takınmış olmasıdır; buna iyi de diyebilirsiniz, kötü de. Ben
gizlenmiş olan tanrısallığı gösteren “
giz” karşısında insanın çaba sarf etmek durumunda kalışını, güdük zihnimle açıklayabilirim; ancak kafama bir darbe aldığımda bile zihnimde kamaşmalar meydana geliyorken, nasıl olur da zihnimi bedenden tümüyle bağımsız bir yükselme aracı olarak görebilirim? Oysa dinsel öğretiler bana,
giz‘e ulaşabileceğimi söylüyor, ben bunu -dinî yasa önünde- yapabildiğim ölçüde “iyi” ya da yapamadığım ölçüde “kötü” oluyorsam, başından beri saklanarak benden kendisine “doğru” adımı atmamı bekleyen o
giz, Seneca’nın deyimiyle
maiestas yani “görkem”, benimle hiçbir zaman eşitlenmeyeceği için, benden her daim uzak kalacaktır (“aynı”laşmak ile “eşit”lenmek arasındaki fark için bkz.
verum ipsum factum/@jimi the kewl ). Evvelce başka bir yazıda da söylediğim gibi, tanrılaşmadığım sürece, Tanrı’nın bana şah damarım kadar yakın olması bile en azından onunla aramda damar kadar mesafe olduğunu gösterir. Oysa mesafenin kendisidir bizi ayıran, ölçüsünün hiçbir önemi yok.
Seneca söz konusu insanî yapıdaki güdüklüğü müthiş bir dille aktarıyor: “Belki de bu gizlerin, hem gözlerimizi doyurmasına hem de onlardan kaçmasına ya da yine onlardaki şaşmazlığın (subtilitas), insanî görüş açısının (acies humana) yakalayamayacağı ölçüde oluşuna ya da bu görkemin (maiestas) daha kutsal bir mekânda saklanıp (in sanctiore secessu… delituit) yönettiği (id est, se, regit) krallığa ruhtan aşka hiçbir şeyin girmesine izin vermemesine (nec ulli aditum dat, nisi animo) daha çok şaşarsın (quod magis mireris)” (Nat. 7.31.1)

Buradaki
giz‘in
gizliliğini sağlayan husus, onun ulaşılamazlığı değil, tam tersine ulaşılabilirliğidir. Ulaşılamaz bir
giz olsaydı, (İbrahimî dinleri kast ediyorum burada) tanrısal yasalara gerek kalmazdı. Aksine kıyamet projesinde bile,
giz‘in açığa çıktığını gösteren hayırlı imgeler vardır (bkz:
ekpyrosis). Yeni bir dünyaya geçiş, eskinin öğrenilmesini sağlarmış gibi düşünüyoruz. Sanki ölünce, eskimiş bütün
giz‘ler çözümlenmiş olur (krş. Kuran, Tarık Suresi 9: “
sırların/giz’lerin yoklanıp ortaya çıkarılacağı gün…”; Yeni Ahit, Matta 13.35: “…
dünyanın kuruluşundan beri gizli kalmış sırları/giz’leri dile getireceğim.”).
Dahası da var elbette; öbür âlemde yeni
giz‘lerin ortaya çıkıp çıkmayacağını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz
giz‘lerin de ortaya serilmesi, bohçanın içindekilerin serilmesi gibi, kapalılık söz konusuyken var olan
giz‘in açıklıkla birlikte aslında açılmış olmamasıdır.
Giz‘in, açımlanmasından evvel
giz durumundaki muamması asla çözülemez; nitekim çözülse bile, biz ona “çözülmüş
giz” mi diyeceğiz? Yoksa “eskiden
gizdi, artık değil” mi?
Giz,
gizliğini yitirmeden açımlanabiliyorsa, açımlanana hakikat diyebilir miyiz? Peki, bu hakikat nasıl dile getirilir? (Yeni Ahit, Paulus’tan Korinthoslulara Mektup 1.14.2: “
Bilmediği dilde konuşan, insanlarla değil, Tanrı’yla konuşur. Kimse onu anlamaz. o, ruhuyla gizemleri söyler.”: “…nemo enim audit, spiritu autem loquitur mysteria“)
Hiç ruhuyla gizemleri söyleyebilen bir madde gördünüz mü, göremezsiniz. Ama başınıza aldığınız bir darbeyle kolayca kendinizden geçebildiğiniz bir madde âleminde sizden -bu kırılganlığınıza rağmen- zihnî yükseliş bekleniyor, bunu yapabilir misiniz? Dahası bunu yapmadığınızda, maddî olmayan bir âlemde cezalandırılacağınızı düşünerek, içsel asîliğinizi dindirebilir misiniz? Keşke bizzat kendinizden kaynaklanan her güdüklüğü böyle dindirebilseniz.
Taşı, en fazla dindirebilen atsın.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
>Derrida, tırpanı vurup textlerin belini kıran bahçıvan! Giz'leri açığa çıkarmayı amaçlamaz ama farkındalığımızı zenginleştirir. Biz ister istemez gizemlerimizi çözeriz. Bunun için Derrida'ya müteşekkiriz!
>Çok güzel tanımlamışsın Adsız, var ol!