Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

>Cennet Projesi

>James Hollis’ten taşıp bizleri anne karnına yerleştirmeye çalışan bir proje bu.

Evvelce benzer ifadeler kullanmıştım burada; tasarımlar konusuna eğilmiştim. `In inferno nulla est redemptio`’da da aynısını düşünmüştüm ama James Hollis’in yaklaşımını ve anlatışını bildiğim halde pek bahsetmemiştim. İnsandaki cennet kabulüne dair kısa ve pek düşündürücü bir yaklaşım; paylaşayım, üzerine konuşalım.

“Bütün ilişkiler başlar ve ayrılıkla biter. Annelerimizin damarları aracılığıyla, kosmosun nabzı ve ritmiyle bağlantı kurarak başlarız yaşama. Ve ardından, anne’den koparılıp alınırız; bizi kosmostan ayırırlar, tanrılardan ayırırlar, hem de sonsuza değin. Ve yaşamlarımızdaki bütün ilişkilerimize ölüm adını verdiğimiz ayrılıkla son veririz. Bu sırıtan beti benzi atmış konuk, düğün törenlerinin bile baş köşesindedir, tam o anda birbirlerine sonsuz bağlılık yemini eden çifte, kaçınılmaz olarak, kendilerini bir kayba da adadıklarını hatırlatır. Çok geçmeden içlerinden biri ötekini terk edecektir… Geçmişteki ve bugünkü bütün toplumların, kayıp bir cennet mitolojisine sahip olmaları bir rastlantı değildir. Kimi zaman bu felaketi bir gözden düşüş, bir ayrılma ya da bağlantıyı koparma olarak nitelendirdiler. Kimi zaman nedenin, bir insani günahın sonucu, kimi zaman tanrıların kaprislerine bağlı olduğu söylendi. Şimdiye değin hiç kimse bu kutsanmış yeri kişisel olarak hatırladığını iddia etmedi, ama atalar, kadim olanlar, anasazi hatırlıyordu. Onlar, diye hikaye ediyorlardı, orada, mutluluk veren bahçe’de idiler, ama biz çağdaş insanlar, kendimizi hep dışarıda, yabancılaşmış, kopuk olarak deneyimlemekteyiz.” (`James Hollis`, `Cennet Projesi`: `Büyülü öteki’nin Arayışında` [The Eden Project: In Search of the Magical Other], sf.13-17, Tavanarası Yay. 2002)

Hem buraya aldığım hem de almadığım kısımların bana ilk düşündürdüğü şey neredeyse bütün mitolojilere, dinlere sızmış olan “cennetten düşme/kovulma” ve “altın çağ’ın sona ermesi” temalarının insanın anne karnından ayrılmasıyla ilişkilendirilebileceği oldu. Çünkü Hesiodos’un Theogonia’sında olağanüstü bir şekilde bahsedilen altın çağ hikayesindeki henüz trajik olanla karşılaşmamış olduğundan sevinecoşa bir yaşam süren (henüz kadınla tanışmamış olan; muhtemeldir ki, tek cins – ya da karşı cins olmadığından “cinssiz”) insan tipinin aslında “henüz” insan olmadığı için, “henüz” anne karnından çıkmamış olan (J Hollis’in deyimiyle “anne’den koparılmamış olan”) insanla ilişkilendirilebilmesi mümkündür. Anne karnıyla, altın çağ insanının bulunduğu zemin örtüşebilir. Altın Çağ mitosunun kenar süslerinin İbrahim’in dinindeki cennetten düşme temasındaki kenar süslerine benzemesi de dikkat çekicidir; o halde, sesli düşünelim (ne güzel bir laf bu; ne kadar kullanırsanız o kadar soğutuyor kendinden), cennet anne karnıdır.

Bu süreçte yaşama atılım, bebeğin doğuşu olur. Şimdi ona girmeden evvel, bu temanın bizi yönelttiği evvelki durumlara bakalım. Ama öyle bir bakalım ki, metni (aslında “metinleri” demem gerek; ama konu kapsamında tüm metinleri tek metin gibi okumaya çalışacağım) dekonstruksiyon süzgecinden geçirerek cenneti istediğimiz kalıba sokalım.

“Başlangıçta tanrı göğü ve yeri yarattı.”
Eski Ahit, Yaratılış 1.1

“Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.”
Yaratılış 1.2

“Tanrı, ‘işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu.”
Yaratılış 1.3

“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.”
Yaratılış 1.27

“Tanrı, Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece adem yaşayan varlık oldu.”
Yaratılış 2.7

“Tanrı doğuda, Aden’de (cennette; bkz. `eden`) bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu.”
Yaratılış 2.8

“Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu.”
Yaratılış 2.15

Buraya kadarki kısımla ilgili olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Eski Ahit’in Yaratılış yani Genesis bölümü anne karnıyla özdeşleştirebileceğimiz bir cennet tasarımı sunmuyor. Ancak 2.17’deki “…iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” ifadesi buradaki tasarımımızda ölmeyi doğmak olarak düşünmemizi gerektiriyor. Çünkü insanoğlu “iyiyle kötüyü bilme ağacı”ndan yemiş ve ölmüştür (cennetten atılmıştır) ya da doğmuştur! Havva’nın bu ağaçtan meyve koparıp Adem’e vermesiyle birlikte çıplaklık bilinci de doğmuş olur; nasıl ki cinslilik bilincinin oluşabilmesi için en az iki cins gerekliyse, çıplaklık bilincinin oluşabilmesi için de aynı şekilde karşı cinsin olması ve çıplaklığın farkına varması gerekir. Eski Ahit’in aynı yerinde bu bilinç uyanışı şöyle gerçekleşir:

” (Havva) ama Tanrı, ‘bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi.”
Yaratılış 3.3

“Yılan, ‘kesinlikle ölmezsiniz’ dedi.”
Yaratılış 3.4

“Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.”
Yaratılış 3.5

“Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi.”
Yaratılış 3.6

“İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar.”
Yaratılış 3.7

Görüldüğü gibi tercih hakkı, tıpkı Hesiodos’un Theogonia’sında geçtiği üzere Epimetheus’un Pandora ile olan ilişkisindeki gibi Altın Çağı’nı ya da cennetteki yaşamı sonlandıracak ölçüde kullanılmıştır.

“Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler.”
Yaratılış 3.8

“Tanrı Adem’e, ‘neredesin?’ diye seslendi.”
Yaratılış 3.9

“Adem, ‘bahçede sesini duyunca korktum. çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim’ dedi.”
Yaratılış 3.10

“Tanrı, ‘çıplak olduğunu sana kim söyledi?’ diye sordu, ‘Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?'”
Yaratılış 3.11

Bunun üzerine Tanrı; yılanı (sürüngenlikle), Havva’yı (hamilelik sıkıntısıyla) ve Adem’i (onu, yaşayabilmesi için emek sarf etmek zorunda bırakarak) cezalandırır.

“Tanrı ‘Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu’ dedi; ‘artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.'”

Yaratılış 3.22

“Böylece rab Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Adem’i aden bahçesinden çıkardı.”
Yaratılış 3.23

Şimdi penceremizi günümüze açalım. papa ii. john paul, #16227934 no’lu entiride işlediğim eserinde aydınlanmayı insanın yalnız kalması ve kötülüklere neden olması olarak görüyor: “İnsan, Tanrı olmadan neyin iyi neyin kötü olduğuna kendi başına karar verebilirse, bir grup insanın yok edilmesine de karar verebilir demektir. Örneğin III. Reich döneminde demokratik araçlarla iktidara gelenler tarafından ırkçı ilkelere dayanan nasyonal sosyalist ideolojinin kötü ruhlu programlarını hayata geçirmek amacıyla yalnızca kendi güçlerini kötüye kullanacak şekilde bu tür kararlar alınmıştı. Sovyetler Birliği’nde ve Marksist ideolojiye tabi olan diğer ülkelerde komünist parti tarafından da benzer kararlar alınmıştı… Bütün bunlar niçin oluyor? Bu aydınlanma sonrası ideolojilerin kökü ne? Yanıt basit: Tanrı yaradan olarak, sonra da neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleme kaynağı olarak reddedildiği için oluyor. Nihayetinde bizi insan yapan şey, yani ‘verilmiş bir gerçeklik’ olarak insan doğası fikri reddedildiği için oluyor; onun yerini özgürce oluşturulmuş ve koşullara göre özgürce değiştirilebilen bir ‘düşünce ürünü’ almış durumda.” (Bellek ve Kimlik, sf.21-22, Neden Kitap, 2005) Dahası Adem’in meyveyi yemesi yani “neyi yapabilip neyi yapamayacağının farkına varması” onu zalim kılmışsa, bu tasarımı destekleyen bir yaklaşım da Kuran’dan gelir: Araf Suresi 19’da şöyle deniyor: “Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de `zalim`lerden olursunuz.” Yahudi, Hıristiyan ve İslam söylemini birleştirdiğimizde “iyiyi ve kötüyü bilme meyvesini yemek” insanı hem “Tanrı gibi” hem de “zalim” kılmıştır. Cennetten kovulan diğer varlık şeytanın zalimliğini düşünürsek; insanın da zalim olarak görülmesi şaşırtıcı değildir. Yaşama atılmak (cennetten kovulmak) öylesine yük ki, zalimlik de kaçınılmaz belki de.

Burada açıkça “insanın gözünü açmış olması” kötüleniyor; ama Papa’nın es geçtiği bir şey varmış gibi duruyor, kendisini incitmek istemem yattığı yerde, ama bunun sadece aydınlanma (sadece 18.yy’a mı yedirebiliriz acaba?) ile ilişkilendirilmesi öylesine tuhaf bir paradoksa bizi sürüklüyor ki, burada cennet tasarımımız da sarsılıyor. Kaldı ki aynı yerde geçen İsa’yla gerçekleşecek olan kurtuluş teması da “cennetten kovuluşumuz” tasarımıyla tutarlı olduğu ölçüde, bunu düşünen beyinlerin “bozulma kompleksi”nden mustarip olduğunu da gösteriyor. “Her gün daha da kötüye giden bir dünya” düşüncesi geçmişten bugüne her daim baskınmış gibi duruyor; Hesiodos’taki çağlar mitosundaki gibi her çağ bir öncekinden daha değersiz bir metalle simgeleniyor sanki: altın -> gümüş -> bronz gibi. İnsanlık dibe çöktüğünde birden yeniden en başa yani altın çağ’a dönecek, bu tasarlanıyordu. İsa’nın getireceği kurtuluş da benzer bir “çöküş’ten yükselme” anlamını taşıyor. Buna göre Tanrı’nın oğlu’nun çarmıhtaki fedakarlıkla, iyilik tarafında sınırsız bir değere sahip kefarete yer verdiğini, böylece iyiliğin daima eninde sonunda hakim geleceğini düşünmek durumundayız (John Paul II, sf.35, 2005). Buradaki en üst iyilik varılacak son hedef cennetin kendisi olur; yani oraya yakışacak ölçüde arınmak. Oraya yakışmak, her yönüyle buraya yabancılaşmak demek. Krş. `contemptus mundi` – `contemptus dei`. O halde dönüş “gözümüzü açmadığımız an”a doğrudur. Yani Adem’in yasak meyve’den yemediği, hatta kadının bile olmadığı, o ilk ana. Peki, o an ulaşılacak en son noktaysa; Hıristiyan söyleminde bütün kefaret İsa’nın nezdinde ödendiyse, o halde İsa’ya “İkinci Adem” diyebilir miyiz? Geleneğe bakarsak dendiğini görüyoruz (Rudolf Steiner, From Jesus to Christ, p.107, Rudolf Steiner Press, 1991).

Özetle Adem cennete kondu; ama kovuldu. Ve ikinci Adem’le yeniden insan cennete yerleştirilecek. en azından tasarlanan bu. Anne karnına geri dönmek! Pandora’nın hiç açılmadığı o ana geri dönmek! Adem’in meyveyi yemediği o ana geri dönmek! Oysa biz anne karnından çıktık, Pandora’yı açtık, Adem’le meyveyi yedik. O halde bizden beklenen bir nevi bilincimizi kaybetmemiz. Kaybedebilir miyiz? Bazen “her şeyi unutalım” ya da “bugünü hiç yaşanmamış sayalım” ya da “keşke seni hiç tanımasaydım” diyoruz; bazen “keşke seninle başka bir yaşamda karşılaşsaydık” diyoruz; hiçbir işe yaramayan laflar bunlar. Acıyı katmerleyen, katmerlenen acıyla daha da ağırlaşan yükler. Kalbin duracak kadar acı çektiğin an ne çok istersin her şeyden sıyrılmayı, bilincini yitirmeyi, değil mi? Bazen annenin karnına dönmek istersin ya, işte cennet o. Tanrı varsa, cenneti de bu olsa gerek.

Cehennem gibi cennet de tek kişiliktir. Benim cennetim, cennetini bulmandır.

One comment on “>Cennet Projesi

  1. Burak Özkan
    01/06/2009

    >ana rahmindenki cennete olan olası inançlar bir yana, kurgusu bile etkiliyeciymiş. anladım ki rahim üstüne henüz yeteri kadar düşünmemişim.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Bilgi

This entry was posted on 31/05/2009 by in Felsefe - bilim, Genel and tagged , , , , .
%d blogcu bunu beğendi: