Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
>Doğa deyince: ilkin, insandan soyutlanmış yeryüzünün cansız diye nitelenen doğasını; geniş açıdan kendi güneş dizgemizi; dahanın dahası bir açıyla da, tüm cansız evreni tasarlamaya çalışalım. Bilim adamlarına gülünç mü gülünç gelebilecek olan günlük kaba yaklaşımı, azçok işe yarar bir dayanak kılmak amacıyla, uzay-zamana ilişkin akılalmaz ölçüleri, elden geldiğince unutmamak koşuluyla şöyle bir durup düşünelim: Onbinlerce samanyolu uzaklığında, onbinlerce ışık yılı ötelerde patlamalar saçılmalar, salınmalar; binlerce güneş iriliğinde gök cisimlerinin oluşması, çarpışması; yalımlar, rüzgârlar, bu harlaşmalar, yağışlar, sertleşmeler; evrensel açıdan, bu cisimlerden küçücük birinin yeryüzünün milyar boyutunda bir oluşla aşağı yukarı bu günü andıran bir konuma gelmesi; gene milyonlarca yıl içinde gerçekleşen bir değişimle, jeolojik dönemlerin birbirini izlemesi; sonra gene bu ölçülere uygun bir evrimle, «canlı» diye nitelenen birtakım şeylerin, tek-hücrelilerin, hep benzer boyutlar içinde, ilk bitkilerin, böceklerin, hem karada hem suda kımıldanan hayvanların, dev sürüngenlerin ağaçların, kuşların, omurgalıların, sonra memelilerin, ilk maymunlarm ortaya çıkması… Düpedüz sağduyu alanından dışarı çıkmadıkça hiçbirimizin açık-seçik tasarlamaya gücü yetmeyen bütün bu aşamaların herbiri, gerçeküstü sanatçıların bile hayal edemeyeceği birer değişiklik, birer alt-üst-olma, birer devrimdi kuşkusuz. Gene de bunlara birer «bunalım» demeye dilimiz varmaz gibi geliyor bana. İnsanın ataları diyebileceğimiz canlıların ortaya çıkması; yüzbinlerce yüzbinyıl sonra, bugünkü insanın yakınca akrabası türlerin, sonra da ‘homo sapiens’in yeryüzünde görünmesini, bizce bu eşsiz etkili değişikliği bile «bunalım» diye nitelemek pek yerinde kaçmaz.
Bunalım, insan türümüzün, bazıları ne denli ilkel diye nitelerse nitelesin, belli bir uygarlık düzeyine doğru seğirtmesiyle ortaya çıkan köklü değişimlerdir. Dil, iletişim, ısınma, giyinme, yerleşme alanındaki temel buluşlar; araç, gereç, maden işleme, düşünme toplumlaşma, yönetim, hayvan evcilleştirmeleri, yazı, göçler-savaşlar, silahlar, bilim, teknoloji, sanat, din alanlarındaki köklü yenilenmeler; çağımızda şaşırtıcı hızla sürüp giden tümen tümen atılımlar, sözgelimi nükleer elektronik kesimdeki alabildiğine geniş kapsamlı değişiklikler— bunalım deyince anladığımız, işte insan-toplum yaşamını, her türlü gelenek görenekleriyle altüst eden büyük olaylar.
Ancak, bir noktanın altını çizmekte yarar var: Ağırlıklı değişimlerin doğal nedenlerle, ya da doğada ortaya çıkması bunalımın oluşmasına engel değildir. Bunalımı bunalım yapan, bunalımsal değişimlere birey ve toplum olarak insanların yol açması değil, değişimlerin, algılanma ve etkilenme bakımından insan ve topluma yansıması, başka türlü dendikte, her düzeyde insan varoluşunda önemli bir yer tutmasıdır. Böylesi çokkatlı karmaşık koşullardan birtekinin, insan odağının eksik olduğu yerde, bunalım da yoktur. Salt nesnel yapısıyla olay, bunalımı bunalım kılmaz. Bunalım, insan’la, insan’dan dolayı, insan açısından bunalımdır. Tür ya da birey olarak hayvanlar ile bunalım arasında bağ kurmak, bir bakıma, hayvanı insana yaklaştırmak demektir. Nitekim zaman zaman, kurt sürülerinde, ev köpeklerinde bunalımlı durumlardan, bunalımlı davranışlardan söz edilmesi, insanın, kendisiyle hayvan arasında köklü ya da geçici, bir benzerlik varsaydığını gösterir.
Bunalım gerçekliğinde insan varlığını, insan ağırlığını başka yönden bir kez daha vurgulamak amacıyla, bunalıma Tanrı, ya da Tanrı’ya bunalım açısından göz atabiliriz. Bitmez tükenmez bilgi ve inanç tartışmalarını sürükleyen var-mı-yok-mu sorununa hiç dokunmadan, salt mantıksal düzeyde kalıp çok kişinin uzlaştığı bir tanımla Tanrıyı, yetkinliğine hiçbir yönden sınır olmayan bir «varlık» diye benimsediğimizde, açık-seçik bir durum ortada: kesinlikle bağdaşır şey değil Tanrı ile bunalım. Tanrı için bunalımdan söz etmek saçmadır. Tanrısal öz-varlığı gereği, Tanrının bunalıma girmesi, ya da bunalımdan çıkmaya çabalaması türünden olasılıklar öne sürmek, abuk sabuk konuşmaktan başka bir şey değildir.
«Tanrı» ile «bunalımın» birbirine son derece yakınlaştığı bazı konuşma ortamlarında bile, dile getirilen «Tanrının bunalımı» değil, insanın Tanrı bunalımı; daha açık deyimle, insan-Tanrı ilişkisinde insana özgü görüş, duyuş ve düşünüşteki bunalımdır. Tanrının bunalımla kurabileceği ilişkiler, ergeç, insan açısından anlamlı ilişkilerdir. Olsa olsa Tanrı, sonsuz istencine akıl erdiremediğimiz bir girişimle, kafaya iyice dank etsin diye, kendisiyle ilgili bunalımlar sahneleyebilir. Ayrıca, Tanrının şu ya da bu yönden sınama dileğiyle, insanlara bunalımlar yağdıran bir kaynak olduğunu varsaymak, olasıdır kuşkusuz. Ancak bu varsayımda sözü geçen bunalım, ‘Tanrının bunalımı’ anlamına gelmez hiçbir zaman. Tanrıyı, tanımı gereği bunalımlar üstü, bunalım-ötesi bir varlık diye tanımlamaktan vazgeçip, Tanrının bunalımından söz etmek, düpedüz bir çelişmedir çünkü.
Çoktanrıcılık önemli birşey değiştirmez durumda. Bunun en güzel belgesi, çeşitli mitolojilerdeki Tanrıların (pekçok da Yarı-Tanrıların), birbirine hazırladıkları, ya da kendileri yüzünden düştükleri bunalımlardır. Bütün dinsel mitolojiler, dönüp dolaşıp Tanrıları, bazı Tanrısal güçlerine karşın, insanlara özgü eğilimleriyle, sözgelimi sevgi, kıskançlık, tutku gibi duygularla bezer. Buysa, Tanrılar ile Tanrısal güçlü birtakım varlıkları, insanlaştırarak tüm davranışlarıyla açıklamaktan başka bir şey değildir.
Nermi Uygur, Bunalımdan Yaşama Kültürü, Sf.232-235, Ara Yayıncılık, 1. Baskı 1989.