Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Ayıp denince, utanılacak durumlar, davranışlar gelir akla. Sözlükler de böyle tanımlıyorlar zaten ayıbı. Eskiden, yani kırk elli yıl önceleri, kesin çizgilerle ayrılmıştı ayıp olanla olmayan. Ama, ayıbın öylesine geniş bir kapsamı vardı ki, ayıp olmayana nefes alacak yer kalmıyor gibiydi nerdeyse. Üç beş kişilik bir topluluk içinde, insan ne yapacağını, elini kolunu nereye koyacağını bilemezdi. Hele, büyüklerin yanında, değil sigara, kahve bile içilemezdi. Tatsız, saçmasapan konuşmalar karşısında esnemeniz gelse, dudaklarınız arasında boğmanız, içten tepen geğirtileri boğazınızda düğümlemeniz, değil kahkaha atma, gülme gülümseme zorlamalarını bile, döşemeye, tavana, elinize tırnağınıza bakıp, ayıp korkusuyle batırmanız gerekirdi. Bir ayıplar dünyasıydı dünyamız. Paris’te, öğrencilik yıllarımda, bir Fransız aileyle tanışmıştım. Bir akşam yemeğinden sonra, kırk beşlik baba, onyedilik oğlunun sigarasını yaktığında, neye uğradığımı bilememiştim. Bir eski dünya, bütün köhne ahlâk kuralları, ayıp kavramı, görüş duyuşuyle sanki tepeme yıkılmıştı. Bu on yedilik delikanlı, ne saygısızlıklar yapamazdı artık anasına babasına! Değil mi ki, sigara içiyordu büyüklerinin önünde, tepelerine çıkabilir, sözlerini hiçe sayabilir, ne bileyim, (bağışlayın) iplemezdi onları. Ama ahbaplığımız süresince gördüm ki, oğul, ana babaya karşı çok saygılıydı. Eski/yeni kuşak çatışmalarında karşılıklı saygı ağır basıyordu. Su küçüğün, söz büyüğün değil, su da söz de hem büyüğün hem küçüğündü, ortaklaşa.
Yıl 1952. Harvard Üniversitesinde, üç dört ay, bir dinleyici olarak izlediğim, ünlü Amerikan tarihçisi Schiesinger’in ilk dersinde, bir başka şaşkınlığa düştüğümü anımsıyorum. Otuz kırk kişilik bir sınıftaydık. Mevsim kıştı. Dışarısı karla kaplıydı. Isı sıfırın çok altında olmalıydı. Kaloriferler fayrap etmişti. Kırk dereceyi buluyordu içeride ısı. Ama, pencereler ardına kadar açıktı. Bir sağlık sorunu olmalıydı bu. Temiz havayla sarmaş dolaş olmanın çaresi böylesi bir yoldan geçiyor olmalıydı. Öğrenciler, sıralarda yerlerini almışlardı. Çoğu, kısa kollu atlet fanilalıydı. Ayaklarını sıraların üzerine, sere serpe uzatmışlardı. Zil çaldı. Profesörün içeriye girmesini bekliyor, profesör gelince, herkes toparlanır diye düşünüyordum. Hiç de öyle olmadı. Hoca kürsüye geldi, kimsede bir kımıldama olmadı. Derse başladı hoca, normal bir sınıf karşısındaymış gibi. Ama baktım, hoca ders anlatırken, herkes kulak kesilmişti. Dersinin sonuna doğru, öğrenciler soru sormaya başladılar. Öylesine akıllı, öylesine ciddî sorular soruyorlardı ki, şaşırdım kaldım. Birden kendimi, bir bilim tapınağında buldum. Saygının, kılık kıyafet, eğri büğrü oturuşta değil, yürekte, içte, kafada olduğunu anladım. …
Vedat Günyol, Orman Işırsa, Sf.43-45, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1979.
>Dreamers’ı izlerken(Bertolucci)bende aynen böyle şaşırmıştım.Nasıl yani,ayıp değil mi anne baba yanında sigara falan?Birkaç on yıl geriden geliyoruz desek çok mu abartılı olur?