Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
>
Takva
Cengiz Çevik
Daha önce Kurtlar Vadisi Irak hususunda da aynı ikileme düşmüştü bizim millet, hatta daha az bütçeyle daha fazla ses getiren kimi yerli dizilerle ilgili de. Kabul edelim şu noktada filmin çekim tekniği, ışığın profesyonelce kullanılmış olup olmadığı, senaryodaki akıcılık neredeyse kimsenin umrunda değil, bu yazının içeriğini de ilgilendirmeyecek! Alışığız buna, alıştırılmış durumdayız. Hacı adındaki bir dizinin başrolü doğal olarak bir hacıydı ve o karakteri canlandırması için profesyonel oyunculuğuna güvenilen Tuncel Kurtiz’in özel yaşamındaki alkol sevdasından ötürü bu rolü nasıl üstlenmiş olduğu ya da görevlendirilmiş olduğu (!) tartışılmıştı. (http://www.haberdefteri.com/haberbak.php?id=1456) Gözümüze batıyor! Batmıyorsa batsın istiyoruz, bu bir nevi zorlamacılık oyunu. Kim daha çok sınırları zorlayacak, olaya olması gerektiğinden daha farklı açıdan bakmaya çalışacak savaşı gibi. H. Albayrak ‘ın Yeni Şafak’ta “Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle “ başlıklı yazısında muzdarip olduğu bir hastalık türü bu! Şöyle diyordu H. Albayrak: “Frenkleri Çanakkale’den geçirmemek için 250 bin şehit ver, sonra da Frenk tarzı bir saygıyla an şehitlerini!” ( http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=9893&y=HakanAlbayrak ) Anıt-mezar kavramından yoksun bırakılmış bir kafadan çıktığı açık sözler bütünü! Olaya farklı bir bakış getirmek uğruna olayın kendisine yabancılaşma durumu! Öyle bir yabancılaşma ki, olayın özünü ideolojik hesaplaşmalara meze yaparak belki de o hususta daha iyisinin yapılmamasının da elbirliğiyle teminatı oluyor bu kritikler.Bunun en öz tabiri şu: Farklılaşma ve yozlaştırma! Eh haliyle bu koşullarda, böyle düşünen insanların Demokles’liğe büründüğü bir coğrafyada, kritik edilmemek uğruna Hacı dizisinde alkol seven bir adamın hacıyı oynaması, Kurtlar Vadisi Irak’ta Türk Rambo’nun siyasi bir krizimizi (çuval geçirme olayı) çözüyor olması tartışma konusu olur. Hiç yoktan milli kaygılar, milliyetçilik, din, bayrak gibi temalar günlerce gündemimizi oluşturur. İnsanlar gruplaşır, gruplaştıkça da alt gruplara ayrılır. Olayın özü kaçar.
Takva’da da ülkedeki tarikatçıların rahatsız edilmemesi uğruna –ben öyle düşünüyorum- şeyhin ve çevresindekilerin yaşamına objektif bakılıyormuş hissini uyandıran, ancak çoğu kere abartılmış olan tarikat değerlerinin muhtemel eleştirilere göre şekillendirilmiş olduğunu düşünüyorum. Benzer duyguya Kurtlar Vadisi Irak’taki çevrelerinde mezalim gören müslümanlara bilgelik akıtan şeyh ve takımının zikir sahneleri yüzünden de kapılmıştım. Sanki belli mesajlar veriliyor gibiydi, sinema zevki bir yanda dursun, “90 dakikada tarikat” dersine gelmiş gibiydik. Tepelerine bombalar yağarken, düğünleri Amerikan askerleriyle basılıp, çoluk çocuk demeden kanları dökülürken, insanlarımıza dua etmelerinin, zikre katılmalarının yeterli olduğu aşılanıyordu. Ne zaman ve niçin bir anda bittiğini anlamadığımız Takva’da da başından sonuna nur yüzlü bir şeyhin ve çevresinin ne kadar ulvi amaçlarla hareket ettiğini öğrenmek durumunda kalıyoruz. Kocası yatalak bilmemkaç çocuklu bir kadından kira parası alamayacağı için üzgün olan tarikat tahsildarının yaşadığı ikilemde aslında sadece dini eğitimin verildiği (Güya şeyhe göre her şey geçicidir, ilim kalıcıdır!) tarikat okulundan(!) bir öğrencinin ayrılabileceği, bunun da tahsildarın o kira parasını toplamamış olmasına bağlanmasıyla açıklanabileceği vicdansızlığı yatmaktadır. Bu vicdansızlık durumu sadece bununla da kalsa iyi! Tahsildarımız bilmemkaç gece boyunca rüyasında paralarla ve şeyhin ortanca kızı olduğunu sandığımız bir hatunla çatır çatır sevişip, bundan dolayı tövbeler çekecek ve kendisinin salt tarikat bağlantısını kullanarak “çuval alma bahanesiyle” kendisinin ve arkadaşlarının işlerini –kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığıyla- bilmem ne kadar fazla bir mevla ile yoluna koymayı planlayan cin bir girişimcinin (!) elinden rüşvetçi maskara gömleğini giydiği için pişmanlıklar yaşayacak bunun sonucunda yağmurun altında, Kapalıçarşı’da, benim için pek tanıdık olan (ah şu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ah!) muhitlerde düşecek kalkacak, ağlayacak, sonra film hiçbir sorgu mekanizması geliştirmeden olduğu gibi bitecek!
Oysa film boyunca şimdi adamımız isyan edecek, tarikatmış, şeyhmiş, Rauf’muş dinlemeyecek dağıtacak ortalığı ya da en azından Travis Bickle misali sıyırmışlığını altın vuruşla taçlandıracak sanıyoruz, yanılıyoruz. Hiçbir şey olmuyor. Aklımızda şeyhin bize öğütledikleri kalıyor. Öyle ya bir bedel vardır, bu bedeli Ankara plakalı siyah makam araçlarıyla gelip, şeyhten zikir dilenen aynı zamanda para babası da olan güçlü kişiler ödemez. Bu bedeli saf duygularıyla tahsildar öder. Ama film hiçbir şey anlatmaz şeyhin ve çevresindekilerin anlattıklarından başka. Her şeye cevapları vardır. Çünkü her şeyleri uhrevi hayata bağlıymış gibi duran maddi dünyanın metasını ele geçirmek, geçirdikten sonra da bunu kendi ideolojik saplantılarına göre daha fazla genç bireye ulaşabilmek adına kullanmaktan geçiyor. Vakit gazetesi okuyan patron profili de aynı mesajı içermekte. Küçük bir devletin din algılayışı gibi duruyor ama bağlantılar, gelirler tümüyle devletin büyüklüğüne işaret ediyor. Oysa film bu durumu sağlayan koşullara hiç değinmiyor, Ankara plakalı arabalarla gelen yeşil kodamanların yüzünü göremiyoruz. Film tek taraflı bir hesaplaşma içindeymiş gibi hissettiriyor izleyiciye. Sanki bizebilmemkaç senedir (Cumhuriyet’in yaşına denk gelir bu!) yanlış tanıtılmış olan bir sistemin aslında ne olduğuna dair bilgi aktarımı var gibi. Bizler oturmuşuz da “90 dakikada tarikat” dersine bir kez daha maruz kalmışız sanki! Tabi burada asıl kastettiğim özellikle de şeyhin dünyevi ve uhrevi hayata yönelik çıkarımları veya öngörülerinin sorgulanmadan bırakılmış olması değildir. Asıl üzerinde durduğum husus film boyunca bize hissettirilen tahsildarın iç çöküntüsünün havada kalmasıdır. İşittiklerinin, gördüklerinin, hissettiklerinin bedeli ödenmiyor. İki karşıt ifadenin de doğru olması gibi bir şey bu. Hem o hem de bu doğru kabul ediliyor. Şeyhin ve çevresinin yaşama algılayışı eğer bize ve tahsildara belli mesajları iletiyor ve bu sorgulanmadan söz konusu kişiler tarafından kabul ediliyorsa, -izleyiciyi geçtik- tahsildardan bir tepki beklemek durumunda kalıyoruz. Tahsildar şeyhi veya tarikat mantığını günah keçisi ilan etmiyor ama yine de içindeki pişmanlıklardan ötürü hastalanabiliyor. Yani hasta olabilecek kadar çelişki ve tutarsızlık virüsüne maruz kalmış olmasına rağmen, ne filmin ne de tahsildarın gözünde şeyh ve öğretileri yargılanmış olmuyor. Film tam bu anda, yani beklenti içinde “hesaplaşma” aradığımız bir noktada bitiyor. Bu açıdan baktığımız zaman göreceğiz ki “ortada iletilmek istenen bir mesaj var tarikatlarla ilgili ve bu mesaj gerekli yerlere gitmiştir, o halde hemen filmi bitirelim” mantığı egemen olmuş!
Bir sitede şöyle deniyor filmle ilgili: “Allah korkusu üzerine kurulu filmde, ‘eğer yaşamımızı Allah inancı üzerine kurmuşsak ve inançlarımızı sorgulamaya başlamışsak, bu nedenle Allah’ı kaybeder miyiz ya da Allah bizi terk eder mi’ teması vurgulanıyor.” (http://www.sinema.com/makale/1-4358/takva-toronto-da-odul-aldi) Oysa filmde böyle bir şey anlatılmıyor. Allah’ın insanı terk etmesi hikayesi Hiristiyanlıkta da var olan, Latincede “contemptus Dei” yani Tanrı’nın küçümsenmesinden hareketle “amor Dei” ‘in yani Tanrı’nın sevgisinin yitirilmesi manasına gelen “privatio Dei” yani Tanrı’dan yoksunluk durumudur. Burada tabi İslamiyet’te Tanrı-insan anlayışının herhangi bir tarikat üzerinden ele alınışı söz konusu olduğundan bu algılayışı tümüyle İslamiyet’e yedirmek manasız bir kere bunu kabul etmemiz lazım. Zikir ritüeli başta olmak üzere tarikatın neredeyse bütün dünya algılayışına karşı çıkacak milyonlarca müslüman vardır. Yani bunu bütünüyle yorum algılamamız gerekiyor, bu açıdan bakıldığında yukarıdaki sitedeki tanıtım biraz fazla ve içi boş bir genellemeymiş gibi duruyor. Filmde anladığımız kadarıyla Muharrem evvelden beri tarikat anlayışının gediklisi yani tarikat dışından herhangi bir müslümanla aynı Tanrı algılayışı içinde değil. Oysa tanıtımda geçen ifadede “Allah bizi terk eder mi?” sorusuna muhatap olan genel İslami algılayış değil, tarikat İslam algılayışıdır. Benim yukarıda ısrarla altını çizdiğim tutarsızlıklar ve çelişkilere rağmen Muharrem’in hesap soramayışı ya da filmin karşıt olan çift doğruyu bir uzlaşı ortamına çekmesi işte bu noktada da kendisini açıkça göstermektedir. Filme getirilen en büyük övgülerden olan “tarafsızlık” hususuyla alakalı değildir bu söylediklerim. Zira filmi tarafsız göremiyorum. Müşterek konularda uzlaştığımız değerler gereğince Muharrem bir örnek karakteri oluşturuyor. İnancına saygı bile duymayabiliriz, ancak yanlış olduğunu düşündüğü olaylarda verdiği tepkiler insancadır. Bankada kuyrukta bekleyen insanlara saygısızlık yaptığını düşünmesi, fakir bie aileden kira gelirini alamaması vb… Ancak bu insancıllıkta sınırı film koyuyor, Muharrem “ne yapayım tarikat işte, sonuçta içindeyim, bunu kabulleneyim” diyemiyor, bunun yanında “madem tarikat böyle, benim burada şim yok!” da diyemiyor, oysa tanıtımda geçtiği gibi saf bir Allah korkusu olsaydı, ikinciyi yapması gerekirdi. Zira ortada bir çelişkiler yumağı gördüğünden iki açıdan kendisini sıyırması gerekirdi: 1- Bu yumağa daha da karışmamak adına, 2- İçindeki asli etken olan Allah korkusu adına. Oysa bu iki açıyı da es geçiyor Muharrem, hatta film!
Tabi burada tarikat eleştirileri getirilebilir, getirilmelidir de. Ekşi’de ”İslam dünyası neden geri kaldı?” diye bir başlık açıp konuyu orada tartışırken de -gündelik hayatımızda birçok alanda tartıştığımız gibi- ortaya koyduğumuz bir husustu. Batı terminolojisiyle geri kalmışlıktan söz ediyoruz. İlgili başlıkta şöyle demiştim: “Sığındığımız terminolojiyi kullanarak cevap vermeliyiz. ‘İslam geri kaldı çünkü Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetine felsefe-bilim ve ardından seri üretim demek olan, insanın konforunu sağlayan teknolojiye ayak uyduramadı.’ diyebiliriz” (bkz. #11056557) Ancak verdiğimiz cevap ne olursa olsun dışarıdan verilmiş olacaktır. Yani dışsal faktörler ve değerlendirmeler ölçüsünde karşımızdakini ele almış oluyoruz. Burada Takva’daki “değerlerin sorgulanmamış olması”na dair ifadelerim de aynı niteliğe sahip olabilir. Zira sorgusuz imanın ileri aşaması zaten yaşamı hiçe saymaktır. Ama yukarıdaki tanımda dile getirildiği gibi ‘eğer yaşamımızı Allah inancı üzerine kurmuşsak ve inançlarımızı sorgulamaya başlamışsak…’ gibi bir açıklamayla anlatılabilecek bir durum söz konusu değil filmde. Zira allah inancı üzerine kurulmuş bir yaşam var mı? Evet var. Ancak bunun sorgulandığına şahit oluyor muyuz? Hayır. Zaten problem buradan kaynaklanıyor, belki filmde böyle sahneler vardı, belki de uygun görmediler Türkiye’nin siyasi ve toplumsal iklimine, çıkardılar, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, film rahatsız edici bir şekilde film mesaj heyecanını kaybetmiş durumda. Tabi burada kastettiğim, kör göze parmak şeklinde olması gerektiğini düşündüğüm bir mesaj değildir. Örneğin Taxi Driver’da, A Clockwork Orange’da, Fight Club’da hatta en basitinden 1492 Conquest of Paradise ‘da bir şekilde kendini gösteren dinsel veyahut ahlaki argümanların ele alınışına benzer bir bütünlüğü göremiyoruz filmde. Şeyhin kızıyla seviştiğini kronik bir şekilde rüyalarına meze eden bir müridin sonunda hastalanmış olması bize gerekli olan mesajı sunmuyor. Mesaj meraklısı olup da, kör göze parmak sokulsun demiyorum ama en azından şeyhin yanıldığı veyahut yanılmadığına dair bir bilgi sunumu yapılabilirdi. Buradaki tutarsızlık o kadar rahatsız edici ki bittiğinde filmle alakalı boş duygular içine giriyoruz. “Allah’ın bizi terk etmesi” veyahut “terk eder mi?” gibi bir temanın işlendiğini hissetmiyoruz. Bu açıdan bakıldığında film sahte bir tarafsızlık örtüsü altına girmiş görünüyor, harcanan emeğe, göz dolduran oyunculuklara da yazık oluyor.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, filmlerden, sinema sanatından ne bekliyorsanız bekleyin, bu topraklarda biz hala gündelik sıkıntılarımızdan muzdaripken çağın ötesine seslenen uhrevi hayata yönelik algılayışlarımızın, kabullerimizin üzerine derin ve felsefi filmler yaratamayız. Bu dar dünyamızda ne yaparsak yapalım, ne üretirsek üretelim hep bir yavanlıktan muzdarip oluyor. Yavanlık, işte kelime bu. Diğer insanların kritiklerinin, güç odaklarının ve ideolojik saplantılarımızın kölesi olduğumuz müddetçe de tartışılagelen her konuya dair sanatsal üretimimiz komiklik ölçüsünde eksik ya da yozlaşmış oluyor. Bunu ucuz bir şekilde “Dünya kötü, savaşlar var, o halde Allah yoktur, varsa da kötüdür” mesajını versin diye araya sıkıştırılmış olduğu her halinden belli olan, yani havada duran Kosovalı genç tipinde de görüyoruz. Her şey haplaştırılıyor, radikal saptamalar, hesaplaşmalar bize göre değil, en azından şu anki sistemde bu halkın herhangi bir muhakeme yeteneğinin olduğunu düşünmüyorum. Kitaplar raflarda eskirken, kütüphaneler boşken, internet sadece abuk sabuk şeyler için kullanılırken Deniz Gezmiş’i ve yakın siyasi tarihi dizilerden, tarikatların iç yüzünü filmlerden öğrenmeyi bekleyen ve maalesef öğrendiğini de sanan duygusal insanların ülkesinde, onların önüne konmuş olan mamalar da en az üzerinde uzlaşı ortamını bir yüz yıl daha sağlayamayacakmışız gibi duran konuların kendisi kadar acı oluyor, olmaya da devam edecek.