Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Merhaba değerli dostlar, Edebifikir sitesinin benimle okuma ve felsefe üzerine yaptığı söyleşiyi buradan okuyabilirsiniz.
Fârâbî, Aristo’nun Fizik’ini 40, Kitâbü’n-Nefs kitabını ise 200 kere okuduğunu söylüyor. Sizin kitaplarla ilişkiniz nasıl? Okumak sadece kitapları mı okumaktır? Peki ya insanı okumak? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce kitap ile insan arasındaki ideal denge nasıl olmalıdır?
Uzmanlık alanımla ilgili yayınları destekleyecek fiziksel ve dijital formatta çok kitap okuyorum. Benim son 10 yıldaki kitap okuma alışkanlığım daha çok “teknik kitap okuma alışkanlığı”na dönüştü. Bu yüzden başka hiçbir şeyle övünmem ama zaman içinde övünebileceğim bir yeteneğim oldu: Akademik amaçla okumaya başladığım teknik bir kitapta, istediğim bir şeyi bulup bulamayacağımı çok kolay ve hızlı bir şekilde seziyorum. Bu zaman kazandırdığı için hoşuma gidiyor. Bunun dışında Edward Said’in “yavaş okuma” olarak adlandırdığı bir alanda, yani filolojideki ihtiyaçlar beni ister istemez meşgul olduğum antik metinleri “yavaş” ve sürekli analiz ederek okumaya mecbur bırakıyor. Filoloji, gerçekten de arkeolojik kazıyı andıran bir okuma faaliyetini gerektiriyor. Dahası bir metin için bir metin okumamanız, aynı metnin farklı edisyonlarını edinip okumanız, hakkında yapılan yorumları, içeriğe ve zaman içinde kaybolmuş kısımlara ilişkin ortaya konmuş fikirleri okuyarak öğrenmeniz gerekiyor. Örneğin Cicero’nun bir eserini okumak, o eser üzerine üretilen düşünceler yığınından haberdar olmanızı gerekli kılıyor. Bu benim filolojik öykümün bir özeti. Bunun dışında farkında olalım veya olmayalım, bir kitabı, dünyaya dair bir şey söylediğini varsayarak okuduğumuzu söyleyebiliriz. Philip K. Dick’in bir bilim-kurgu kitabını okurken de böyle, Cicero’nun Philippicae söylevlerini okurken de. Dünyaya dair bir şey söylenmesi niçin umrumuzda? Buna yanıt vermek zor, belki okuma bir yaşama tutunma tarzıdır, nitekim aynı varsayımla dizi-film izliyoruz, tiyatroya gidiyoruz ve belki sosyal medyada dolaşıyoruz. Ben sahafa gitmenin heyecanını yaşamış biriyim, çoğunlukla aramadığım kitaplarla eve döndüğümde daha mutlu olmuşumdur, böyle kitapların her biri bilinmeyen bir adaya yelken açmak gibi bir deneyim yaşatıyor. Dolayısıyla kitap, günümüzde sosyal medyada “kendinde” bir fetişmiş gibi sunulan bir şey olmaktan ziyade bu dünyaya dair tanık olmadığım bir deneyime açılan bir pencere gibidir. Ancak kitapla diyalogda tek seslilik vardır, konuşan kitaptır, sen de dinleyen. Bu yüzden diyaloğa imkân tanımaz, tarihte veya günümüzde “insanlardan uzaklaşarak kendimi kitaplara verdim” diyen birini gördüğümde, herhangi bir nedenden ötürü insanlarla diyalog kuramadığı için canlılığını kaybetmiş birini görmüş gibi olurum, böyle birini kuruyup kalan bir bitkiye benzetebiliriz. Yaşam akarken yaşam unsurlarıyla birlikte olmak gerektiğini, her şeye rağmen insanın çaresinin başka bir insan olduğunu düşünüyorum. Belki de kitaplar bizi başka insanlara götürme aracıdır. Çok insana da, çok kitaba da gitmemek gerekir diye de düşünüyorum, aklıma Seneca’nın bir mektubunda söylediği bir söz geliyor, çok kitap okunmasını eleştirirken şöyle diyor: “Birçok yemeğin tadına bakmak mızmız bir mideye göredir… birçok ilaç denendi mi yara kabuk tutmaz.”
Devamı için tıklayınız.