Hippocratesçi yazarların (önemli bir kısmının hekim olduğunu belirtmeye gerek yok herhalde) kadın orgazmının doğasından bihaber olduğunu, elimizdeki metinlerden öğrenebiliyoruz. Örneğin bir yazar Tohum Üzerine 4’te diyor ki, “İlişki başladığında, kadın tüm süreyi keyiflenerek (hafif keyif) geçiriyor, ta ki erkek boşalana kadar.” Yazara göre, erkek tohumu, dölyatağına vardığında sıcaklık yayıyor, başka deyişle tohum dölyatağını gevşetiyor,[*] bu noktada kadın hazzın doruğuna varıyor ve doruğuna varmış her başarının kaderinde olduğu gibi, artık bu ilişkiden haz duymamaya başlıyor. Başka deyişle, kadının orgazmını sağlayan erkek tohumudur. Tohumu bedenen emen kadının hamile kalması ile doruk noktada haz duyması, bu mantığa göre, eşitleniyor (Kadın Hastalıkları Üzerine 1.24).
Buna karşılık Aristoteles kadınların haz duymadan hamile kalabileceğini ve hamile kalmadan haz duyabileceğini söyleyerek (Canlıların Doğuşu 727b) bu yaklaşımı tersler, zira ona göre kadının bedenini tohumu oluşturabilecek kadar kendiliğinden sıcaktır.[**]
Devam edelim: Her iki görüş de, yunan erkeklerinin, cinsiyet farkının karşılıklı hazzı belirlediğini bildiğini düşündürebilir, içine girip tohumunu dölyatağına alsın ya da almasın, temas halinde olduğu bir erkek olmasa kadın haz duyamaz, erkek açısından bakılırsa, zaten kadın olmasa haz duyamaz, nitekim eşcinsel ilişkileri irdeleyen Xenophon, ilişki esnasında bir erkeğin bir erkeğe asla bir kadın gibi zevk veremeyeceğini söyler (Symposium 8.21).[***]
Hippocrates, kadının haz aldığı “tohumu alma” anına ilişkin şöyle diyor:
“Kadın tohumu aldığını anlarsa, erkeğinden hemen uzaklaşmalı ve sakince uzanmalıdır. Erkek boşaldığını söyledi ama kadın, kuruluğundan ötürü, bunun farkına varmadı diyelim, kadın tohumu içine aldığını bilsin yeter. Dölyatağı tohumu aynı gün içinde çıkarırsa, kadın zaten ıslanmış olacak ve ıslanınca da, tohumu alana değin erkeğiyle ilişki halinde olsun.” (Hippocrates, Steril. 220,8,424.16-21; Carn. 19,8,610.10-16.1)[****]
Görüldüğü gibi, Hippocratesçi tıp anlayışında kadının ıslanmasını sağlayan erkek olmakla birlikte, kadının ıslanmaması ve haz duymaması / tohumu aldığını idrak edememesi durumunda, yine de tohum kendini salar ve bu kadının ıslanmasını sağlayarak erkeğin yeniden tohumunu bırakabilmesini sağlar. Erkek egemen zihniyetin heteroseksüel ilişkileri (sadece cinsel değil) yorumlama tarzına güzel bir örnek bu; itham için ithamın kavramlaşmış olması gerektiğinden kadını ötekileştirdiklerini düşünemeyiz, bu olsa olsa erkeğin kadını bilgisi ve görgüsü dahilinde anlamlandırmasıdır. Neticede çağının ve çoğunluğun anlamlandırışını aşabilen adamlar da olabiliyor, belki Aristoteles’i onlardan sayarsınız bilemiyorum, ben kararsızım; hissiyatım, “kadınlar ayrı sevmeli Aristoteles’i” yönünde sadece. Ama yine de hislerimi ciddiye almayın, bazen olur öyle.
Sonra efendim, yüzyıllar geçer, Augustinus Tanrı Devleti Üzerine‘yi (De Civitate Dei) yazar ve eserin bir yerinde (1.19) şöyle diyerek farklı bir açıdan baktığını gösterir, naif ama düşüncelidir:
“Mulier oppressa concumbenti nulla voluntate consenserit.“
“Yattığı adamın baskısı altındaki kadın hiç istemez [onunla] bir olmayı.”
Con-sentire fiilini, nedense “bir olmak” diye çeviresim geldi, bu da benim yanılabilir hissiyatımı yansıtıyor, keza fiil bünyesindeki sentire ile co-‘dan ötürü “birlikte-hissetmek” anlamındadır. Aslında bu açıdan bakarsak, erkeğin tohumunu içinde hissedince ancak haz duyan kadın modeline pek de yabancı bir şey değil bu Augustinusçu consentire kullanımı, zira yine kadının hissederek farkına varmasına anlam yüklenmiş oluyor, anlam ise, açık ki, istemedikçe bünyeyi kaptırmayacağıdır. Fazla zorlarsak, bunun da, Aristotelesçi bir kabul (hatta başkaldırı) olduğunu söyleyebiliriz, “ben zaten, kendiliğimden sıcağım, sana ihtiyacım yok” demeye getiriyor. Tabi her başkaldırı, ancak başkaldırılan, bundan acı çekmeye (bedel ödemeye) başlamışsa anlamlıdır, başkaldırılan erkek tohumunu saçma (tüfeği patlatma analojisi keyif vermiyor a dostlar) amacındaysa ve bu amacına ulaşmışsa, kadının zihince teslimiyete direnen asi kimliğini önemsemez, zira onun için o an consentire (birlikte hissetmek, bir olmak) değil, başlı başına tek kişilik sentire (hissetmek) yeterlidir, zaten con-cumbare (birlikte yatmak, sevişmek, cinsel ilişkiye girmek) değil, cubare (tek başına uzanmak, yatmak) geçerlidir; bu tıynetin, kimisi bildik, kimisi bilinmedik sebeplerden ötürü yalnız kalmış erkekler için şişme kadınlar yarattığını düşünürsek, yatağa sürterek ya da el yordamıyla boşalmış erkeğin durumunun farkı yoktur baskısı altındaki kadının (mulier oppressa) voluntas‘sız (arzu) teslimiyetinden gam yükü edinmeyen erkeğin durumundan.
İşte bu yüzden göynünde, Aristoteles’e ayrı, Augustinus’a ayrı yer açmalı kadın. Filosof da olsa, (yine de) özünde erkek olan biri tarafından okunmuş, sahip çıkılmış, anlaşılmış olmak kimi kadınlar için ayrı gam yükü olabilirse de, konuyu uzatmamak adına burada kesmek durumundayım. Aksi halde sabaha kadar Aristoteles’ten ve Augustinus’tan bahsetmek zorunda kalacağım. Siz en iyisi şu ucube sanat eserini izlerken, ben kendime poşet Earl Grey yapayım:
Yıldızlar
* J. E. Salisbury, Women in the Ancient World, Abc-clio, 2001, s.144.
** J. E. Salisbury, A.e.
*** Sue Blundell, Women in Ancient Greece, Harvard University Press, 1995, s.101.
**** Ann Ellis Hanson, “The Medical Writers’ Woman”, Before Sexuality: The Construction of Erotic Experience in the Ancient Greek, Ed. by D. M. Halperin – J. J. Winkler – F. I. Zeitlin, Princeton University Press, 1990, s.316.
Share |