
Al Pacino “Ben bu filmi yapmak istememiştim, kariyerimdeki en üzüntü verici deneyim. Tam anlamıyla düşüncesizlik örneği. Okuduğum en iyi senaryoya sahipti. Garry Michael White yazmıştı. Gerçekten acayip insanlar vardı içinde. İnsanlar bütçeyi düşürmek isteyince, filmi kurban ettik. Kimi sahneler silindi.” dese de [*] silinmemiş olanlarla bile birçok zihni başka türlü yerlere çekip götürdüğünü, en azından bu güce sahip olmasıyla övgüyü hak ettiğini düşünebiliriz. Misal, ben filmi erkekleşmenin ve erkekleşememenin hikâyesi olarak bile izleyebildim (okuyabildim ya da). Uzlaşıdan ziyade uzlaşmazlığa, kaba kuvvete ve filmin başında dile getirdiği üzere misantropiye meyilli Max, katatoni teşhisi konan Lion’dan film boyunca sanki filmde sunulan ideale (artık o neyse) yakın bir insaniyet dersi alarak erkekliğini törpülüyor. Medenîleşme, komik olma, şebeklik yapma, insanlara güvenmeymiş gibi (humanitas‘ın önemli bir kısmı, yeri geldiğinde komiklik yapmaya ilişkindir, bazen yatakta bile arzulanan bu oluyor, oysa yatakta insancıllığa gerek yok, uyursun öküz gibi, sevişirsin ya da her ne halt yersen onu hayvan gibi yapsan da olur).
Buna karşılık sonunda erkek babası kimliğiyle erkekliğini vurgulamayı bekleyen Lion’un yıllar evvel boktan bir mahalleye terk ettiği hamile karısını yeniden arayıp da yıllar evvel doğmuş olduğunu umduğu çocuğunun aslında hiç doğmadığını yani vaftiz edilemeden öldüğünü (böylece cennete de gidemediğini) öğrenince içine düştüğü erkeklik yitiminden ve film boyunca peşinde koştuğu idealin güdüklüğünden dem vurmak benim için hiç de sakıncalı görünmüyor. Zira dikkatinizi çekerse, film boyunca sevişen hep Max oluyor, Lion ise ana kuzusu kalıyor. Hatta bir ara kısa süreli olarak mapus damına düştüklerinde herifin biri Lion’u becermeye çalışıp (hey dostum senin derdin ne!) onu oral sekse bile zorluyor. Bu bile bana Lion’daki erkeksizliğe kanıt olarak gösterilebilir. Erkek dediğin biraz hoyrat olur, sert olur ve az konuşur, değil mi? Hatta hamile karısını terk etmez.
Kadın telefonda söz konusu fikrimi biraz iteledi arkadan. “Korkaksın sen, sen dünyaları gezerken gemilerle, beni bu boktan mahalleye bıraktın” falan dedi. Anlıyoruz ki, bir erkeğin, bireysel ve toplumsal anlamda üstlenmesi gereken her rolü elinin tersiyle itme gibi bir hakkı yok (erkeğe dönük negatif ayrımcılığın övülmesi medeniyetin yumuşak karnını oluşturuyor, aklıma bir Kemal Sunal filminde dillenen bir replik geliyor: “baban da mı masada yerdi züppe“). Böyle bir durumda sonu depresso-mani ve katatoniye varan bir sinir sertleşmesi ortaya çıkıyor. Oysa filmin başından beri misantropinin sınırlarında gezinen hayvan Max, filmin sonunu arkadaş canlısı biri olarak getiriyor. Hatta Judith Crist bir espri yapıyor, ya da canlı espriye ortak oluyor, diyor ki, “…artık parasını Lion’un beyin-yıkaması için harcayacak”[**] Car-wash ile brain-wash arasında kelime komikliği yapıyor anlayacağınız.
Sonra yine filmde kat kat giyinen Max sürekli üşüdüğünü söylüyor. “İnsanlara olan güvensizliği mi yoksa onu üşüten?” diye sorardım ama sormak içimden gelmiyor (insanın komüniteyle ilişkisindeki gam yükü canımı sıkabiliyor muntazaman). Yine de sordurtan unsurlar var diye, sormuşum gibi davranayım. Mesela filmin sonuna doğru, barda tam kavga edecekken Lion’a kendini kanıtlamak istercesine, striptiz gösterisi sunması da gösteriyor ki, Max üzerindeki giysileri çıkardıkça aslında güven bunalımını da aşıyordu. Ama sonra yine benzer bir güvensizliği hastanede doktorlara karşı sergilediğinden, tam iyileşmediğini de düşünebiliriz. Başta dedim ya zihinleri başka yerlere alıp götürüyor diye, alın kanıtı, düşündükçe bir şey çıkarıyorum, daha neler var aklımda ama yazmıyorum hepsini.

Sadece bir iki şeyden bahsedip kaybolayım. J. Crist’in sözünü ettiğim 73 tarihli yazısında “maalesef Al Pacino kötü bir izlenim bıraktı, oynadığı kimi rollerden ötürü, ikinci Dustin Hoffman olarak anıldı. İşte, bu filmde çok daha Dustin Hoffman gibi. Bunu kötülemek için söylemiyorum, sadece rolünü tümüyle kendisi gibi oynuyor” minvalinde bir şeyler diyor. Ben de diyorum filmi izlerken, “Al pacino’nun türlü şebeklikleri ve en katı suratlı adamı bile güldürecek olan sevimli halleri içimdeki çağrışım manyağını uyandırıyor, hayırdır inşallah“, meğerse hoffmanish edayla süzülüyormuş bizim müthiş Pacino ağabey. Sonra efendim, Texas Monthly’nin Ağustos 1973 tarihli sayısında filmle resmen alay edilmiş:
“Scarecrow is a rambling, derivative, maudlin movie (bound to appeal to European kulcher snobs) that serves only as a vehicle for excellent, albeit freehand and bravura, performances by Al Pacino and Gene Hackman.”
Kültürü kulcher diye okuma (şeklinde yaşama) züppeliğini gösteren Avrupalılardan olmadığımıza göre filmi gönül rahatlığıyla beğenebilir ve Lion’un plancı Max’a anımsattığı şu değişim hakikatiyle entirimizi şenlendirebiliriz:
“Just because the world goes on changing, you know. It changes, there’s nothing you can do about it. Rahatla, gevşe“
Bunca laftan sonra “ben de izlemek istiyorum” diyenler için bir bukle (Leon’un ölmüş çocuğu yerine başkasının çocuğunu şelaleli havuzda vaftize kalkıştığı sahne), klasik olduğu üzere ziyadesiyle Al Pacino sahnesini önceki post’ta paylaşmıştım.
Yıldızlara bakma onlar sana baksın:
* Al Pacino in Conversation with Lawrence Grobel, Simon and Schuster, 2006, s.75.
** J. Crist, “This Crow ain’t Fit for Eatin'”, New York Magazine, 23 Apr. 1973, s.72.
Share |