>Mütedeyyin Bireye İslamî Ortodoksi Eleği
>
Bundan seneler seneler evvel ana rahmine düşer gibi zihin rahmime düşmüş bir düşünceydi, sonra araya zaman girince ara ara varlığını belli eder gibi ağrılar yapmaya başladı, çünkü çok sık karşılaştığımız bir eleştirellik tipi oluverdi. Hem de her yerde, hem de her koşulda. belki bir gizli kamera çekiminde, belki bir sahil meyhanesinde, hiç fark etmez. Göz açıp kapayıncaya değin birçok İslâm karşıtı bünye, bir şekilde hadis ya da ayet bilgini oluverdi, İslâmî ortodoksi eleği bu bilginliğin bir neticesi olarak belirdi.
Nitekim bireyden tutarlı olması en azından yoluna düştüğü ve kendisine hedef bellediği Asrı saadet’in gereklerini yerine getirmesi istendi, oysa söz konusu eleştirinin sahibi olan bünye, Asrı saadet’i de, ona giden her yolu da umursamıyordu, dahası ona giden her yolu Avrupa’nın üniversiteler çapında gelmiş geçmiş en entelektüel dönemlerinden biri olmasına rağmen “Ortaçağ karanlığı!!” etiketiyle lekeliyordu. Hal böyle olunca, mütedeyyin olduğu düşünülen bir bireyin zaten söz konusu yola adım attığı “karanlık” noktadan itibaren “karanlık” bir rota izleyerek “karanlık” bir hedefe varacağı kabul edilmişken, yani eleştirmenin kafasında mütedeyyinin çıkış noktası, izlediği seyir ve varacağı nokta, ona bütünüyle “karanlık” bir devingenlik atfediyorken çıkıp da İslâmî ortodoksi eleğiyle söz konusu çıkış noktasını, seyri ya da varılan veyahut varılacak hedefi düzeltmeyi, yontmayı makul karşılayamıyorum.

Karşılayamıyorum, çünkü mevcut yönelimi başından itibaren yadsıyanlarla baştan itibaren yadsımayıp, seyir halindeyken yan yollara sapanlar arasında bir ayrım gördüğüm gibi, söz konusu “yadsıma” düşkünlerinin tıpkı ikinciler gibi, söz konusu mütedeyyin bünyelerde vuku bulan <İslâmî ortodoksiye göre> anomaliyi sıkıntılı görüp kendilerine Kuran ayetlerini ve peygamber hadislerini elek alarak eleştirmeleri bana tuhaf geliyor. Neticede “başından itibaren yanlış bir seyir halinde gezinen” bünyenin İslâmî ortodoksiden uzaklaşmış olmaları da yadsınacak bir şey olmamalıydı onlar için. “Nasılsa müslüman değil mi, çocuğa da tecavüz eder, yirmi tane karı da alır” deyip geçebilirlerdi ya da “Nasılsa müslüman değil mi, deniz baykal’a kumpas kurup her türlü pisliği yapması doğaldır” diyerek baştan beri takındıkları tavrı, nihaî kertede yadsıma imanıyla tazeleyebilirlerdi. Hadislerin ve ayetlerin ya da geleneğin üstü örtük, yazılı olmayan birtakım “iyiye, doğruya, ideale” dönük kabullerinin nezdinde İslâmî ortodoksinin elek kılınması, saf İslâm arayışına dönüşüyor bu noktada. Müslüman biri bunu yapabilir ama müslüman olmayan biri için mütedeyyin kişinin Kuran’la ya da Hadisle çelişebilirliği mühim bir anomali değildir, çünkü zaten Kuran da, Hadis de onun için ciddiye alınabilir ölçütler değildir. Yok eğer ciddiye alınabilir ölçütler ise, o vakit mütedeyyin kişinin tavrına dönük takınılan eleştirel tutum Christendom’daki Sola Scriptura ekolünün temayülünü andıran bir şekilde saf Kuran, saf ayet, saf Hadis yani sözün özü saf İslâm arayışına döner, ki böyle bir durumda Müslüman olmayanın Müslüman olmama durumu da ortadan kalkar.
Belki garip belki doğal olan bir varış bu. Belki semavî dinlerin (Bütün kara parçalarında Yahudilik hariç) neticede vardığı yerdir bu saflık arayışı. Neticede Hıristiyan hümanistler de Yeniçağ Renaissance’ı eşiğinde benzer bir tutum izlemişti. Bakış açınıza göre değişik görünecek ölçüde Kilise’nin kutsal Canon kitapları üzerinde yapılan tartışmalarda hümanistler öyle sert eleştiriler getiriyorlardı ki geleneğe, onları bir tür din-dışı tipler ordusu, anti-Christendom şeklinde değerlendirmek mümkündü. Ama onlar yaptıkları çalışmalarla, ortaya koydukları, Kilise yorumlarından arındırılmış saf Kutsal Kitap metinleriyle, dönemin Hıristiyan akademik-mütedeyyin sınıfını ilga edip saf Hıristiyanlığı humanitas ülküsüne yedirmek istiyorlardı. Örneğin kilise geleneğine düşkün bir Fransisken ya da Dominik rahibi çıkıp da “Roma kilisesini Aziz Petrus kurdu” diyebiliyordu, oysa bir hümanist çıkıp Kutsal metinlerin non-vulgata yani Latince olmayan ilk nüshalarını gösterip “Aziz Petrus Roma’ya hiç gelmedi ki” diye itiraz edebiliyordu. Neticede saf bilgi arayışı her sahada baş-gösterebileceği gibi ya da idealleştirilebileceği gibi, başka hiçbir sahaya nasip olmayacak şekilde çok büyük bir kitleyi ilgilendiren din sahasında da kendini açık edebilir, hem de daha kuvvetli bir şekilde. Zira mütedeyyin olsun olmasın dinle alâkası olan insanların çoğunluğu dini bir araştırma sahası olarak değil, tıpkı philosophia için dendiği gibi, “yaşam sanatı” olarak görür ve onu, farkında olmadan, kendi sanatsal becerisine göre biçimlendirir. Kimi kere yaşamsal kılar, kimi kere de yine eylemlerini etkileyecek ölçüde (günahtır yapmayayım, sevaptır yapayım vb.) aklının bir köşesinde tutar. Bu iki durumdan hangisinde olursa olsun, bir şekilde ayet ya da hadis bilgisi olmadan, geleneğin aktığı havuza akarcasına kendini koyverir ve bayram namazında etrafındaki kişilerin hareketlerine göre namaz kılan çocuk gibi, herkesin inandığı ölçüde inanmaya devam eder. Bu yüzden dine ilişkin “saf bilgi” arayışı onun için önemli olmaz. Nasıl ki Ortaçağ’da mütedeyyin Hıristiyan akademik-teologlar yaptıkları kutsal kelâm yorumlarını savunurken “ex officio” demişlerse, yani “ben görevim gereği bu yorumu yaptım, ben yalan söylemem, daha benim yalan söylemem mümkün değildir, çünkü ben kutsal bir ilhamla, kutsal bir görevi ifa ettim, bana karşı çıkmak, kutsal ilhama karşı çıkmaktır” demeye getirmişlerse, dahası büyük bir Hıristiyan kitle de büyük bir korkuyla ya da imanla, fark etmez, bu “ex officio”nun önünde, tıpkı şövalyenin kılıçla onore edilirken diz çökmesi gibi, diz çökmüşse ; bugünün salt İslâm ifacısı da bir zaman süresince kabul görmüş mezhep imamlarının dedikleri önünde “ex officio” hükmü kendisi için de geçerliymiş gibi diz çöker, çökmese de cemaat tarafından çöktürülür.
Oysa İslâm’ın altın çağında tetkikçiler vardı, onlar da kendi içlerinde ayrılıyorlardı. Bir rasyonalist tetkikçiler, analizciler, bir de salt gelenekle araştırmalarını yürüten ritüellere güdümlü tetkikçiler. Ne oldu, nasıl oldu, bu yazının konusu değil, ama oldu işte ikinci grup birinci grubu alaşağı etti. Bunu yaparken de belki zayıf yaradılışlı, belki tevekküle gerçekten ihtiyacı olan insanın, karşısında “hayır nolamaz” diyemeyeceği bir silahı kullandılar, yani kerameti. Bu keramet algısı, rasyonalist İslâm tetkikçilerini devre-dışı bırakıp, imamları ve şeyhleri peygamberle Allah arasında bir yere çıkarttı ve böylece mütedeyyinler birer figürana dönüştü. Öyle ya şeyh velayet mertebesiyle Allah’a varırken, bu taraftaki küçük mütedeyyin namazını kılsa ne olur kılmasa ne, basit bir insana dönüşüm, Arap zulmeti arasında insana hak ettiği yüceliği vermeye çalışan İslâm’ı da yine başa döndürüp birtakım hiyerarşik skalalarla bezedi.
İslâm ortodoksisi, Sola Scriptura gibi bir ekole ihtiyaç duyduğunu bas bas bağırırken yerini farkında olmadan Gelenek ortodoksisine bıraktı. Böylece basit ve sıradan mütedeyyin, taş çatlasa, gelenekle yargılanabilir hale geldi; mahalle baskısı şeklinde okunabilir mi bilmiyorum ama bu geleneğin eleğe dönüşümü anlamına geliyor. Allah için namazını kılan mütedeyyin için tek yargıcının Allah’ın adeta velayetini üstlenmiş gibi görünen cemaat ve cemaat liderleri olduğu bir ortamda, hem de müslüman olmayan birinin çıkıp “Bak şu ayet, bak şu hadis, bir de senin şu yaptığına bak” şeklinde vuku bulan kritiği bir değer taşımıyor. Çünkü yapılan eylem, çocuğu taciz olsun, bu Allah katında onore edilen bir davranış olduğu için değil ya da Kuran böyle emrettiği için değil, o mütedeyyinin bulunduğu cemaat bunu makul karşıladığı için mevcuttur. Papa’nın Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olması gibi, cemaat ve lider kadro da Tanrısal bir yargıçlığa büründüğü ölçüde hem de müslüman olmayan birinin Kuran’a ya da Hadis’e dayanan İslâmi ortodoksiyi elek kılması kadar manasız bir şey daha olamaz.
O halde neticeye varalım: Müslüman olmayan için Kuran önemsizse, onun mütedeyyin birini Kuran’dan hareketle sınaması da manasızdır. Dahası bulunduğu ortam, cemaat ortalama bir mütedeyyine ortodoksinin geleneğin kendisi olduğunu kabul ettirmişse, Kuran aksini de yazsa, cemaatteki ağbabalar ve imamlar ex officio düsturundan ötürü kesin yargıçlar olarak dilediklerini yaptırmakta özgürler. Çünkü Hocaefendiler duruma göre kimi zaman Allah’la, kimi zaman peygamberle eş olup, kimi zaman öyle eleştirilemez bir mertebeye yükselir ki, bizim kendi halindeki garip mütedeyyinimiz cami önünde ayakkabısını çaldırır. İkisi arasında bir bağ var görebilene.
Bunu aynı zamanda ekşi’ye de yazdım:
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...