>İki kitap şeyi, tanıtımı güya!
>
Modernist teorilerin ya da yaklaşımların bir şekilde belleğimizi yitirmemize neden olduğunu düşünüyorsanız, ki neden böyle bir şey düşünesiniz metroda, otobüste o da ayrı bir olay, bu kitabı alın. Çevirisini de (Kemal Atakay) beğeniyorum, haberiniz olsun.
A. Huyssen’in denemelerinden özellikle de Bellek Yitiminden Kaçış başlıklı olana dikkat çekiyorum, ‘müzeye saldırı’ yani “Eski Avrupa’ya saldırı” konusunu, uzunca bir süre adlandırmaya çalıştığım fakat beceremediğim bir durumun başkası tarafından adlandırılabilmiş olmasından duyduğum kıvançla (deli miyim neyim, ne kıvancı bu, biri bana açıklasın) öneriyorum. “Eski Avrupa bizim belleğimiz midir?” diye sormadan önce “Belleğimize kim saldırabilir ki?” diye sormanızı isterim, zira saldırıyı görürseniz, Eski Avrupa’yı da görürsünüz. Madem ki, ölçütlerimiz ve kategorizasyon belirlenimlerimiz bir şekilde Eski Avrupa’dan miras (ithal?) o halde ona dönük bir saldırıyı fenomenal kabul edip, kendi başına tanımlamaya çalışmalıyız. Biz belleğimiz miyiz? Bu da fazladan bir soru olsun, sonra döneceğim bu soruya. Şimdilik kitap tanıtımının sınırları çerçevesinde kalalım.

Bu kitaptan taze haberim oldu, yayınevi sahibi arkadaşımız Alp Ejder Kantoğlu (philosophical soyad, felsefî surname Kant’oğlu) hediye etmeseydi burada tanıtmazdım. Beleş kitaba beleş review. İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı Eski Kürsü Başkanı Prof. Dr. Erendiz Özbayoğlu’nun (padişah ünvanı gibi oldu farkındayım) çevirisiyle, Dionysios Byzantios’un Per Bosporum Navigatio‘su (Yun. Anaplous Bosporou)yani hocanın Türkçesiyle “Deniz Yoluyla Boğaz” TB Yayıncılık’tan çıkmış bulunuyor, kitapçılardan falan edinebilirseniz edinin.
Kitabı inceleme fırsatım olmadı, derinlemesine incelemiş gibi yazmak da istemem sizlere karşı hep samimi oldum ve olacağım, biliyorsunuz sizleri anlamsızca seviyorum, çünkü bana hesap sormuyor ne desem he deyip geçiyorsunuz, yaptığınız tek tük yorumlar dışında, ne yazarsam onayladığınızı belli ediyorsunuz. Benim suyuma giden herkesi severim. Bana padişahmışım ya da yarı-Tanrıymışım, ne söylesem doğruymuş , hakikati yansıtıyormuşum gibi davrandığınız sürece sizi seveceğim. Belki de kayda-değer yazılar yazmadığımı düşünüyorsunuz, okuyup geçerken aynı zamanda beni cezalandırıyorsunuz. Olabilir. Niçe Şopenavır’a nazire yaparak “okunmuyorum, okunmayacağım!” (
Non legor, non legar!) demişti, ben de aynı içi geçmişliğin sarhoşluğundayım. Bu sarhoşluk sizi sevmeme engel değil, sizleri seviyorum çünkü kayda-değer şeyler yazmadığımı düşündüğünüz bir durumda bile, nazik davranıyorsunuz. Sizi seviyorum çünkü beğeninizi aşırı sevgiye, yüz buruşukluğunuzu da öfkeye dönüştürmüyorsunuz. Ölçülüsünüz, okuyup geçiyorsunuz. Bu yüzden sizi takdir ediyorum, takdirim sizleri sevmeme engel değil. Ama sizi bu şekilde seviyor ve takdir ediyor oluşum, yazılarımın kognitif bir felsefî niteliği haiz olduğunu göstermiyor. Zira felsefe, diyaloga (muaraza) felsefeci de diyalogcuya (muarız) muhtaçtır. Hegel’i, yerden yere vurun, dahası bunu da başarın ama dağda bir kulübede yaşayın! Olur mu öyle şey! Fikirlerinizi paylaşmadığınız sürece sizden cacık olmaz. Dağda bir kulübede insandan ırak yaşamak ile İstiklal’de çırılçıplak koşup susmak arasında bir fark yok. İnsan sosyalleşesi gelen bir hayvan, ciddiyim. Sosyal hayvanlık bile kesmez, sosyalleşesi, onda doğal bir itekleyici olmak zorunda. Aksi halde susanların ülkesinde zihniyet devrimleri de sessiz olur, turuncu devrim! Turuncu yazıları sevmiyorum, siyah-kapkara yazın isterim, ben sevmeyi hiç sevmiyorum. Aksine kılıcınızı vurun isterim, yüksek sesle infiale katılın, dağılın, hörgüçlenin istiyorum. Sizleri seviyorum ama seviyor olmam bunu istediğimi göstermez. İnsan istemeden sevebilen hayvandır. Ben bunu sevmiyorum işte.
Bu yüzden sizleri seviyorum ama sadece o kadar, aramızda felsefî bir alış-veriş yok. Blogger’da nasıl olması gerekiyorsa öyle, aramızda hyper nitelikli bir sevgi var. Gece gündüz film indiren bir sanal zihin repidşeyir premiyum hesabını ne kadar çok seviyorsa, ben de sizi en az o kadar seviyorum. Sessizliğinizi seviyorum. Sizleri sevdikçe bir o kadar samimiymişim gibi görünme ihtiyacını duyuyorum. Sizleri sevmeye devam edeceğim, bu yüzden samimi kalacağım. Yalan söylemeyeceğim. Bu kitabı okumadım, öneriyorum çünkü Byzantion’lu (Bizanslı) Dionysios’un bizim meşhur boğazımızda yaptığı deniz boyunca gezintinin Yunancasını ve Latincesini görün istiyorum, dahası yanında Türkçesi de var! Türkçe! İnanabiliyor musunuz, buna! Türkçe, bildiğin Türkçe! Yayınevi sahibi Kant’oğlu bu Yunanca-Latince metnin başka hiçbir dile çevrilmediğini, bu onurun ilkin Türkçeye bahşedildiğini söyledi. Bu sizin için bir anlam ifade ediyorsa, kitabı edinin. Yok etmiyorsa, zaten etmediği için yine sessiz kalın. Sessizler, ben sessizleri seviyorum ama sessizleri sevme durumunu sevmiyorum. Gerisi öyle, sıkıntılı.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...