Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

>"Bana rağmen" – Kalkıp gitsin

>

“Bana rağmen”

Niyeyse, nasılsa, hangi cüretleyse yaşamımızda sürpriz diye bir şey kalmadı sanki. İş, okul, ev gidip gelmeleri; alışverişler; sırf çevremizdeki “doğru kişi” olduğunu sandığımız kişilerle temaslarımız ve rutine bağlansın-bağlanmasın karşılıklı nefes paylaşımlarımız… hepsi kendi içinde sürprizini yitirmiş bir uğuldama halinde kulağımızı esir almış ya da gri bir bulut gibi üzerimize çökmüş durumda. Bu aynı’lık durumunun yarattığı iç sıkıntısının (bu aslında tam anlamıyla bir “sıkıntı” değil; zira adına “sıkıntı” deyip çözüm önerileri bulmak başka, bunun “sıkıntı” olarak görülmemesi gerektiğini düşünüp, buna önlem almak başkadır; be burada ikincisini yeğ tutuyorum) temel besleyicisi ve coşturucusu, her şeyi, sanki elimle koymuşum gibi bulmuşçasına sukunetle karşılıyor olma durumunun kendisi olsa gerek. Ben biliyorum ki en sevdiğim gömleğim olan bordo-beyaz-pembe karelerden oluşan o kumaş parçası hep aynı yerinde; bir gün uyandığımda Kafka’nın Dönüşüm’ündeki gibi kendimi böcek olarak görmeme de gerek yok, o gömlek oradan kalksın gitsin, benim ona karşı duyduğum bağlılığa rağmen, kalksın gitsin. Yani bana rağmen, kalksın gitsin.

Ben “bana rağmen” kalkıp gitmesini istediğim, değişmesi için birçok şeyi feda edebileceğim (insanlardaki “feda etme” içtepisinin, dinsel kökenleri kuvvetlidir; insan herhangi bir şey için feda edebileceklerini kendine itiraf ederken bile, sanki Tanrıların mabedindeymşçesine huşu içindedir) şeylerin esiri olmuşsam, sıkıntı duyarım. Ben “bana rağmen”, zincirlenmemeliyim. Ben biliyorum ki, “ben” için en kudretli, en vahşi cellat, yine “ben”im. O halde ben, “bana rağmen” bile değişecek bir yaşamın iştirakçisi olmakla yetinmek durumundayım.

Dışsallık

Bir süredir buradaki yazılarda bilhassa Stoa felsefesindeki “tutkuları öldürme” telâşının, insanları adı geçen felsefe disiplini önünde bilgeleştireceğinden söz ediyorum. Tutkuyla bağlanan, sıkılan, kederlenen, aşırı mutluluk duyan, şehvetle dolup taşan, toplu taşıma araçlarında karşılaştığı insanlarla, birkaç dakika bile sürse, kendine bile itiraf edemeyeceği fanteziler üreten ya da bir bakışıyla veyahut bacak bacak üstüne atışıyla, dudak ısırışıyla bile başkalarının fantezilerine malzeme olan insanın ne kadar dışsallaştığını düşününüz. Ülkedeki ekonominin dışa bağımlı olması gibi, klışe tabirle üç günlük ömründeki tüm yaşamsal soluğu kendi dışındaki her şeyden alan bir mekanizma olarak düşünün böyle insanı. Yaşayabilmek için ya da salt yaşayabildiğini hissedebilmek için sosyalleşmenin bir zorunluluk olduğunu kabullendiğinin bile farkında olmayan iş-okul arkadaşlarınızın sizler için aslında ne kadar cansız dışsal faktörler olduğunu, ancak kendinize de dışarıdan bakmanızla kavrayabilirsiniz. Temelde Eski Çağ’a özgü felsefî ve bilgece söylemlerin insanı dinginleştirmeyi amaçladığı düşünülürse, Stoacıların tutkulardan (ve yukarıda sayılan dışsal unsurlardan) sıyrılmış adamı bilge sayma mantalitesinin nasıl işlediği de anlaşılır.

İnsan evvela dizlerini karnına çekerek oturur, düşünür. Anne karnındakine benzer bir var-oluş sıkıntısı çekmeye hazırlık yapar. Kendisine sorar: “Kendime rağmen, hayatımda değişmesi gereken ne var?” Sonra kuşkuya kapılır: “Acaba ben başından beri en mutlu olduğum, en kederlendiğim, en şehvetle dolduğum, en azdığım anlarda aslında en fazla kendime mi uzaktım? Beni üzen şeyle, beni mutlu kılan şey aslında aynıymış gibi duruyor. Acaba ben kendimden mi umudu kesmiştim ki, mutluluğumun ‘iyi’, mutsuzluğumun ‘kötü’ olduğu sonucuna varmıştım? Ben ‘bana rağmen’ bu mantaliteden sıyrılmalı mıyım? Ben mutluluğumu ya da başkalarının ‘sen çok mutlu olmalısın, bunun için çok nedenin var, bir de bana bak’ deyişindeki şımartıcı, gözümü kör edici, sersemletici etkiyi feda etmeli miyim?”

Önce soru, sonra kuşku…

Her şey soruyla başlar, kuşkuyla devam eder; sonunda varılan yer ise çıkarımdır. Kimi zaman bu çıkarım gözyaşıyla olur, kimi zaman aşırı mutlulukla, kimi zaman felâket umutsuzlukla, kimi zaman içten içe inanmadığımız ama kendimize bile itiraf edemediğimiz umutla. Yaşamımız ve yaşamımızdaki tercihlerimiz, adı konmamış (sorulmamış) sorularla doludur. Nitekim aldığımız kararlar, aslında en azından tam zıt köşede “öyle yapmama” tercihiyle de çarpıştığından, “almadığımız kararlar” tarafından itildiğimiz cevaplar gibidir. Örneğin ben “vazgeçiyorum” dediğimde, aslında “vazgeçmiyorum” seçeneği tarafından itilmiş oluyorum. Soru da bellidir: “Vazgeçmem gerekiyor mu?” Peki, bu İlkçağ felsefesi ne mene bir şeydir ki, insanı bir nevi insanlıktan çıkarıyor, hayvanlaştırıyor. Adına bilge diyor tornadan en sağlam çıkana. Ama bu ürün aşırı derecede mutlu olmuyor, kederlenmiyor, terleyerek sevişmek istemiyor, boşalamıyor, dolamıyor, içine alamıyor, hayâl kuramıyor, başkalarına açılamıyor, yaranamıyor. Ne yapıyor? Kapandıkça kapanıyor, bir hayvan gibi dinginleşiyor. Sadece doğa kurallarına uyan bir hayvan gibi bilgeleşmiş olmanın tadını çıkarıyor. Oysa bize yaşadığımızı hatırlatan şeyler, bu tarz bilgeleşmenin koşulu olarak kendilerinden vazgeçmemiz gereken “tutku”lar değil midir?

Bana yaşadığımı hissettiren, o gömleği diğer gömleklerden daha fazla seviyor oluşumdur. Bana yaşadığımı hissettiren beklentilerimin boşa çıkması ve benim buna aşırı tepki vermemdir. Dünyanın en mutsuz insanıymışım gibi düşünerek, o an için yaşamın ne kadar anlamsız olduğunu düşünmemdir. Sevişmenin ortasında bir an için diğer iştirakçiyle, tüyler bazında bile “bir” olduğumu anlamamdır. Aksi halde ben aşırılıkları törpülenmiş bir melek ya da doğa yasaları dışına çıkmayan hayvan gibi, bilgeleşmenin uyuşturuculuğunda, kendime yapacağım içsel yolculuklarda bu sefer bizzat kendimi de kendime karşı dışsal kılmış olabilir miyim? Kendime de başkasına bakıyormuş gibi bakmamdan kaynaklanan bir kayboluş hikâyesi tasarlıyorum. Öyle bir an gelsin ki, ben ben’i de aşarak, Oedipus gibi gözlerimi kör etmeden kendime bakamayacak duruma geleyim, ben’den taşarak bambaşka bir aleme akayım. İşte teoloji/tanrıbilim, bu yüzden/bu şekilde insanın kendinden taşarlığının ilmi haline gelir. Seneca teolojiyi bu kapsamda ele alır. “O quam contemta res est homo, nisi supra humana surrexit!” der, yani “İnsan, insanlığının da üzerine çıkmadıkça, ne değersiz bir şey!” İnsanların tanrıları uğraş edinmesi, kendinden taşma telâşının bir göstergesidir. Ama sadece bu da değil.

Temas

O halde melek/hayvan gibi bilgeleşme süreci, beri yandan insanın bambaşka bir kudretle temasa geçmesi anlamına gelir. Bu olmadığı müddetçe, insanın tutkularından sıyrılmış olmasının da bir anlamı yoktur. İnsana yaşadığını kimi zaman acıyla, kimi zaman tatlılıkla anımsatan tutkular yerini daha yüce bir gayeye bırakmak durumundadır. Bu olmadığı vakit “ben şu gömleğimi, diğerlerinden daha fazla seviyorum” kabullenişim ile “ben hiçbir gömleğime bağlı değilim, ben, bendeki ve etrafımdaki her şeyin ölçüsü olmakla birlikte, her şey bana indirgendiğinden, hiçbir şey benden değerli değildir” kabullenişi arasında bir fark görülmez: Vazgeçmek ile vazgeçmemek eşitlenir. Oysa insanı, insanlığından da yukarı yükselten (supra humana surrexit) yüce bir değerle temas halinde olacağına duyduğu inançtır. Bu inanç sadece Tanrılara dönük olmaz; kimi zaman dünyanın en güzel gözleri için, kimi zaman vatan için, kimi zaman da şahsî “kendini gerçekleştirme” hedefleri için böyle bir temas kurulur. Kimi zaman da hedef anlamını yitirir, bizzat temasın kendisi anlamlanır. Dağın zirvesi değil, onun uğrunda katlanılan zorluklar anlamlanır.

Ama “bana rağmen” kalkıp gitmesini istediğim her şeyde olduğu gibi, anlamlar da zaman içinde değişir, gelişir. Bu yüzden kimse, en anlamlı şey için bile “neden eskisi gibi değil” diye sormasın; ya da sorsun, hayâl kırıklığından da, acı yanıttan da bambaşka kapılar açıldığına şahit olabilir.

İnsan zihni, sürekli kendini yıkan bir mekanizma olarak varlığını sürdürsün. O, kendisi olmadan hiçbir şey olmayacağının bilincinde olmalıdır.

7 comments on “>"Bana rağmen" – Kalkıp gitsin

  1. Anonymous
    22/10/2009

    >Kelimeleri silah gibi kullanıyorsun.Ben de bunu seviyorum galiba.

  2. ayşegülyüksel
    23/10/2009

    >Jimi hiçbirşey bir yere gitmiş olamaz 🙂 Felsefenin entellektüellere yönveren adaları buralarda biryerdedir . Tam da buralardahttp://friendfeed-media.com/03311b829a19961405da4cf1707f574a90d5d9d7

  3. jimi the kewl
    23/10/2009

    >Harita iyiymiş Ayşegül. Ancak henüz keşfedilmemiş yerler var gibi duruyor. Bir "navisalvia"ya bakar.

  4. ayşegül yüksel
    23/10/2009

    >Jimi biliyor musun bilmem, ben devlette işçiyim çok entellektüel biri sayılmasam da iyi bir okur'um ama bu (navisalvia) kelimeyi daha evvel hiç duymamıştım. İngilizcemse az biraz..(latinceyi hiç bilmediğimi saymıyorum bile dikkat edersen 🙂 Ama Puslu Kıtalar Atlası'nı okudum ;)"Pure" bilgi kaynağı olarak keşifler , latince, felsefe ve şu "navisalvia" harmanı senin uzmanlık alanın.Sen yaz biz takipteyiz özetle 🙂

  5. jimi the kewl
    24/10/2009

    >İlginç olmuş, Google'da aradım bugüne kadar kimse bahsetmemiş Navisalvia'nın kökenine dair. Bir aktarıma göre Vesta rahibesi Claudia'ya verilen ünvandır bu. Navis-Salvia kelimelerinden oluşan yapıyla kast edilen "gemiyi şamandıraya sağ salim getiren dişil kudret" ya da "gemi koruyucusu"dur. Roma'daki major ve minor tanrısal kudretlerden biri olarak düşünülebilir. "Kapı eşği tanrısı" ve "evinin yolunu kaybetmiş küçük çocukların tanrısı" gibi minor tanrılar varken, bu da şaşırtıcı olmamalı.Hadi biraz da ortaöğretim ders kitabı mantığıyla "şair ne demek istemiş"lik yapayım; yukarıdaki mesajımda kast ettiğim şey, henüz keşfedilmemiş topraklara, ki bunların herbirine "terra incognita" deniyor, gitmek için bir gemi seferine ihtiyacımız olduğu idi. Columbusçuluk bir nevi. Felsefe ve ada meselesiyle ilgili bir şey okumuş ve yazmış olmalıyım, diye düşündüm. Sonra araştırınca buldum. Michèle Le Dœuff'ün bir söyleşisinde geçiyor. Kendisinin felsefi metinlerde kadınların temsili hakkında çalışmışlığı var. Ekşi'de kadınların ataerkil zihniyeti içselleştirmesi meselesinde yazmış olduğum yazılardan birinde geçiyor bu. Ada bir yalnızlık metası gibi düşünülmüş hep. Bacon'ın Yeni Atlantis'i, Morus'un ütopik memleketi, Campanella'nın Güneş Devleti vs. Bunların hepsi soyutlanmanın olduğu kadar batmışlığın da göstergesi. Senin bu haritaya bakınca onu düşündüm, internetteki felsefe adası da batmış olmalıdır. Bir nevi hyper-Atlantis. Stanford Universitesi'nin web sayfası var mesela, jstor var ya da. Bu gibi felsefe içerikli metinlere doğrudan ulaşabildiğimiz web siteleri linkini verdiğin haritada çökmüş uygarlığı temsil ediyor sanki. Ama çökmüş olması, problem teşkil etmiyor. Asıl mesele de burada, "sana çökmeyeceğini ne zaman söyledim ki" derip çıkabilirim işin içinden. Her neyse, ada'na güvenli geminle, navisalvia'nla varırsın inşallah. Duaya, büyüye ihtiyacın olursa temiz ellerini göğe doğru açman yeterli.Kapanış Seneca'dan:"Nedir esas olan? Ruhuna kötü düşünceleri sokmaman, temiz ellerini göğe açmandır: sana dönük olacak diye, başkasının vermesinin ya da kaybetmesinin gerekmediği iyi bir şeyi istememendir: her zaman gerekeceği için, iyi bir zihni arzulamandır. Ölümlülerin büyük ölçüde arzuladığı diğer şeyler ise evine gelmiş bir kişinin içeri girerken kullandığı kapıdan çıkması gibi, gitsin."

  6. ayşegül yüksel
    24/10/2009

    >Amin… 🙂 Google'da olmayan bir bilginin bu vesile ile eklenmesine de çok sevindim.Teşekkür ederim.

  7. Anonymous
    13/03/2010

    >jimi jimi jimi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: