Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
>Solvay konferansı dolayısıyla Brüksel’de bir otelde geçirdiğimiz akşamların birinde, aralarında Wolfgang Pauli ve benim de bulunduğum, kongreye katılan birkaç genç katılımcıyla beraber salonda oturuyorduk. Biraz sonra Paul Dirac da bize katıldı. Biri şu soruyu ortaya attı. «Einstein tanrı hakkında o kadar çok konuşuyor ki, bunun ne gibi bir anlamı olmalı? Einstein gibi bir doğa bilimcinin dinsel gelenekle bu kadar sıkı bir bağ içinde olması kavranılmaz bir şey.»
«Planck’ın dinle doğa bilimi arasındaki ilişkiye ait görüşleri var. O bu görüşlerinde, her ikisi arasında hiçbir çelişki olmadığını ve dinle doğa biliminin birbiriyle bağdaştırılabileceğini savunuyor.»
Bunun üzerine bana da Planck’ın bu konuda görüşlerinin ne olduğu ve ne düşündüğüm soruldu. Ben de birkaç kez Planck’la genel konular üzerine değil de daha çok fizik konusunda sohbet etmiştim. Ama onun çeşitli arkadaşları Planck hakkında bana birşeyler anlatmışlardı. Böylece düşüncelerinde bir resim çizebileceğimi zannediyordum.
«Zannediyorum» diye cevap verdim, «Planck için din ve doğa bilimi, kendisinin söylediğine göre gerçeğin tamamiyle farklı alanlarıyla ilgili olduğu için birbirleriyle bağdaştı-fılabilir. Doğa bilimi objektif maddi dünyadan söz eder. Bize bu objektif dünya hakkında doğru bildirimlerde bulunma ve onun bağlamlarını anlama görevini verir. Ama din, değerlerin dünyasından söz eder. Dinde olması gerekenden, yapmamız gerekenden söz edilir. Neyin olduğundan değil. Doğa biliminde yanlış doğru vardır.
Dinde ise iyi ve kötü, değerli ve değersiz söz konusu edilir. Doğa bilimi teknik olarak amaca uygun davranışın temelini teşkil eder. Din ise etiğin temelidir. Her ikisi arasında XVIII. yüzyıldan beri var olan çatışma dinsel örnek ve imgelerin doğa bilimsel savlar olarak yorumlanmasından doğan yanlış anlamaya dayanır ve bu da tabi ki çok saçmadır. Bu görüşte her iki alan birbirinden ayrı tutulur ve dünyanın objektif ve sübjektif yanları olarak düzenlenir. Doğa bilimi adeta gerçeğin objektif yanını nasıl karşılayacağımızı, onunla nasıl uyuşacağımızı açıklıyan bir sanattır. Dinsel inanç ise değerler yarattığımız, o değerlere göre yaşamımızı düzenlediğimiz sübjektif bir kararın ifadesidir. Biz bu kararı kural olarak ait olduğumuz bir toplulukla uyumlu olarak, örneğin aileyle, halkla ya da kültür çevresiyle birlikte alırız. Eğitim, yetiştirilme tarzı ve çevre bu kararı derin bir biçimde etkiler. Ama sonuç olarak sübjektiftir ve «doğru-yanlış» kriterine göre değerlendirilemez. Eğer doğru anlıyorsam Max Planck bu özgürlükten yararlanarak kesin bir biçimde Hristiyan geleneğinde karar kıldı. İnsanlarla olan ilişkilerini de kapsayan davranışları ve düşünce biçimi bu geleneğin çerçevesi içinde gerçekleşti ve bunu yaparken de hiç kimse ona olan saygısını yitirmedi. Böylece onda her iki alan, yani dünyanın sübjektif ve objektif yanları birbirinden kesin olarak ayrıldı. Ama ben bu ayrımlamadan hoşnut olmadığımı itiraf etmeliyim. İnsan topluluklarının sürekli olarak bilgi ile inanç arasındaki bu keskin ayrılıkla yaşayıp yaşamayacakları konusunda şüpheliyim.»
Wolfgang bu endişeden yana çıktı. Ve şöyle dedi: «Hayır, bu hiçbir zaman iyi bir sonla bitmeyecek. Dinlerin meydana geldiği çağlarda, bu toplumların önünde duran bütün bilgi, en önemli işlemi, ilgili dinin değerleri ve görüş açısı olan zihinsel formla uyuşuyordu. Bu zihinsel formun toplulukdaki en sade vatandaşın anlayabileceği bir dilde olması isteniyordu. Örnekler, meseller ve imgeler, değer ve düşünceler yoluyla aslında ne amaçlandığı konusunda belirsiz bir duygu sağlıyordu. Sade vatandaş eğer kendi yaşamına ilişkin kararları toplumun yarattığı değerler doğrultusunda alırsa, zihinsel formun toplumun sahip olduğu bütün bilgiye de yeteceğinden emin olmak zorundaydı. Çünkü ona göre inanç «doğru davranmak» anlamını taşımıyordu. Aksine ona göre inanç, «kendini bu değerlerin önderliğine teslim etmek» anlamını taşıyordu. Ancak daha sonra, tarihsel süreç içinde yeni kazanılan bilgilerin eski zihinsel formu aşma tehdidinde bulunmasıyla büyük sakıncalar ortaya çıktı. Bilginin ve inancın birbirinden tamamiyle ayrı tutulması muhakkak ki sınırlı bir süre için düşünülmüş geçici bir çözümdür. Örneğin Batı Kültür çevresinde dinsel imge ve örneklerin basit halk üzerinde hiçbir ikna gücü kalmayacağı bir an gelebilir. Sonra da korkarım ki günümüze dek gelen etik yok olacak ve şimdiden düşünemeyeceğimiz korkunç olaylar başlayacak. O halde mantıksal olarak doğru olsa da, taşıdığı insancıl zihniyete saygı duysam da Planck’ın felsefesinden yola çıkarak hiçbir şeye başlayamam. Bu bakımdan Einstein’ in görüşü,bana daha yakın geliyor. Tanık olarak gösterdiği sevgili tanrının herhangi bir şekilde doğanın değişmeyen yasalarıyla ilgisi vardır. Einstein, nesnelerin merkezi düzeni konusunda bir fikre sahipti. O bu düzeni doğa yasalarının yalınlığında hissediyordu. Görecelik kuramını oluşturduğu sırada bu yalınlığı son derece güçlü ve doğrudan yaşadığı söylenebilir. Elbette buradan dinin işlemlerine varmak için aşılması gereken yol çok uzun. Einstein dinsel bir geleneğe pek az bağlıydı ve kişisel bir tanrı imgesinin de ona tamamiyle yabancı olduğunu zannediyorum. Ama ona göre bilim ve din birbirlerinden ayrı tutulamazlardı. Merkezi düzen onun için hem objektif hem de sübjektif alana aitti ve bu bana daha iyi bir çıkış noktası olarak görünüyor.» «Ne için bir çıkış noktası» diye itiraz ettim. «Eğer büyük bağlamı oluşturmak tamamiyle kişisel bir sorun olarak görülürse o zaman Einstein’ın düşüncesi çok iyi anlaşılabilir ama bu düşünceden de asla bir şey ortaya çıkmaz.»
Wolfgang: «Belki de aksi olur. Son iki yüzyılda doğa biliminde elde edilen gelişmeler genelde insan düşüncesini değiştirdi ve hatta hıristiyan kültür çevresine de taştı. O halde fizikçilerin düşündükleri şey pek o kadar da önemsiz değil. Bu, zaman ve uzayda nedensellik ilkesine göre işleyen objektif bir dünya idealinin bir sınırlanmasıydı. Eğer doğa bilimi bu dar kalıpları aşarsa, —bunu görecelik kuramında yaptı ve şimdi üzerinde bu denli şiddetli bir biçimde tartıştığımız kuantum teorisi de bundan daha fazlasını yapabilir.— o zaman dinlerin kendi ideolojik formları içinde kaleme aldıkları içlem ve doğa bilimi arasındaki ilişki daha başka olacaktır. Belki de bir son otuz yılda doğa bilimi alanında öğrendiğimiz bağlamlarla düşüncenin boyutlarını genişlettik. Örneğin Niels Bohr’un kuantum teorisinin yorumunda ön plana çıkardığı bütünlerlik ilkesi kavramı soyut ilimlerde, felsefede o kadar açık anlaşılır bir biçimde formüle edilmeseydi hiçbir şekilde bilinmiyordu. Bu kavram doğa biliminde ortaya çıktığında önemli bir değişimin habercisi oldu. Çünkü ilk olarak onun sayesinde, nasıl gözlemlendiğinden bağımsız olarak maddi bir konunun tasarımı gerçeğe tam olarak uymayan soyut bir extrapolasyon ortaya koyduğu anlaşılabilir. Asya felsefesi ve dinlerinde bilginin, nesneyi karşısına almayan saf öznesinin bütünleri tasarımı vardır. Bu tasarım da kendini ruhsal ya da akılsal hiçbir gerçeğe tam olarak uymayan soyut bir extrapolasyon olarak kendini gösterir. Büyük bağlamlar hakkında etraflıca düşünürsek Bohr’un çizdiği, gösterdiği bütünlerlik ilkesi yoluyla gelecekte merkeze (Mitte) uymak zorunda kalacağız. Düşüncenin böyle bir biçim aldığı bir bilim, farklı dinler karşısında hoşgörülü olmayacaktır ve belki de bütünün daha iyi bir biçimde özüne varacağından değerlerin dünyasının oluşmasına katkıda bulunacaktır.»
Bu arada — O zamanlar ancak 25 inde olan ve hoşgörüden halâ da pek hoşlanmayan Paul Dirac yanımıza oturdu.
«Burada din hakkında neden konuştuğumuzu bilmiyorum.» diye itiraz etti.
«Eğer söylediklerinizde samimi iseniz —bir doğa bilimci olarak öyle olmak gerekir— dinde, gerçekte hiçbir savunulacak yanı olmayan yanlış savların dile getirildiği itiraf edilmeli. Tanrı kavramı bile insan fantazisinin bir ürünüdür. Doğa güçlerinin egemenliğine bizde daha fazla karşı çıkan ilkel halklar, korktukları için bu güçleri kişiselleştirdiler ve böylece tanrı kavramına varılmış oldu. Ama doğa bağlarını iyice anlamış olduğumuz dünyamızda artık böyle imgelere gereksinme duymuyoruz. Herşeye kadir bir tanrının varlığını kabul etmenin bize herhangi bir şekilde yardımcı olacağına aklım yatmıyor. Ama böyle bir varsayımın tanrının neden —engelleyebileceği halde— dünyamızda adaletsizliğe ve şanssızlığa, fakirlerin zenginlerce sömürülmesine ve diğer başka facialara göz yumduğu gibi anlamsız soruların sorulmasına yol açacağını anlayabiliyorum. Eğer çağımızda halâ din öğretiliyorsa, bunun nedeni dinsel imgeler yoluyla insanların ikna edilmesi değildir. Bunun ardında halkı, sade insanları avutma arzusu yatar. Sakin insanları idare etmek sakin ve hayatlarından memnun olmayan insanları idare etmekten daha kolaydır. Sessiz insanları sömürmek de zor değildir.
Din, halkın seraplar içinde sallanmasına izin verilen ve böylece maruz kaldığı haksızlıklar karşısında onu avutan bir çeşit afyondur. Bunun arkasından iki büyük politik gücün kiliseyle devletin ittifakı çok kolay gerçekleşir. Her ikisinin de, yeryüzünde olması bile gökyüzünde, olan haksızlıklara karşı isyan etmeyenleri sessizce ve sabırla görevini yerine getirenleri ödüllendireceği varsayılan lutufkâr bir tanrı yanılsamasına ihtiyaçları vardı. Tanrının, insan fantazisinin bir ürünü olduğunu söylemek, tabii ki affedilmez bir günah sayılıyordu.»
«Sen böylece dinin politik istismarını yargılamış oluyorsun.» diye itiraz ettim. «Bu dünyada herşey istismar edildiğinden —geçenlerde söz etmiş olduğun komünist ideoloji de buna dahildir— konunun bu şekilde de yargılanması doğru değildir. Sonunda insan toplulukları daima var olacaklardır. Ve böyle topluluklar ölüm ve yaşam hakkında, topluluk yaşamının süregeldiği büyük bağlam hakkında konuşulabilmesi için ortak bir dil bulmak zorundadırlar. Tarihte böyle ortaklaşa bir dil arayışı sırasında gelişmiş olan tinsel formlar, insanlar yaşamlarını yüzyıllarca bu formlar doğrultusunda yönlendirmiş olduklarına göre, büyük bir ikna gücüne sahip olmalılar. Din, senin şimdi söylediğin gibi önemsiz birşey değildir. Ama belki senin için, kişiselleştirilmiş bir tanrı imgesinin olmadığı bir başka din, örneğin eski Çin dini, daha büyük bir ikna gücüne sahiptir. «Ben dinsel mitlerden yola çıkarak hiçbir şeye başlayamam» diye cevap verdi Paul Dirac. «Çünkü mitler farklı dinlere ters düşerler. Benim Asya’da değil de Avrupa’da doğmuş; olmam tamamiyle rastlantıdır ve gerçeğin ne olduğuna ve neye inanmam gerektiğine de bağlı değildir. Ben sadece gerçek olana inanabilirim. Nasıl davranmam gerektiğini, birlikte yaşadığım ve benim de sahip olduğum yaşam hakkını onlara da tanımam gereken bir topluluğun üyesi olduğumu akü yoluyla bularak saptarım. O halde çıkarların centilmence uyumlu hale getirilmesine çalışmalıyım. Daha fazlasına zaten gerek kalmayacak. Tanrısal irade günahlar ve cezalar, davranışlarımızı ona göre düzenlemek zorunda olduğumuz öteki dünyaya ait tüm konuşmalar aslında katı ve soğukkanlı gerçeğin gizlenmesine hizmet eder. Tanrının varlığına inanmak «allah isterse» mantığına yani daha yüce bir güce boyun eğmeyi teşvik eder ve biz böylece belki geçmişte doğaya uygun olan ama artık günümüz dünyasına uymayan toplumsal yapüarı ölümsüzleştiririz. Büyük bir bağlamdan ve bunun benzeri şeylerden söz etmek hiç hoşuma gitmiyor. Bu tıpkı bilimsel yaşamımıza benziyor. Zorluklarla karşı karşıya kalıyoruz. Ondan sonra da onları gidermeye girişiyoruz. Bizim sadece bir zorluğumuz var. O da pek çoğunu asla bir defada çözememek. O halde bağlamdan söz etmek tamamlayıcı düşünsel bir üst yapıdır.»
Tartışma bir süre böylece sürüp gitti ve Wolfgang’ın tartışmalara yeniden katılmayışına şaşırdık. Bazen asık bir yüzle bazan bıyık altından gülümseyerek tartışmaları dinliyor. Ama hiçbir şey söylemiyordu. Sonunda ona ne düşündüğü soruldu. Hafif şaşırmış bir durumda etrafına baktı ve şöyle dedi: «Evet, evet, dostumuz Dirac’in inandığı bir dini var. Bu dinin parolası da şu: Tanrı yoktur ve peygamberi de Dirac’tır.» Dirac da dahil olmak üzere hepimiz güldük ve böylece oteldeki akşam sohbetimiz de sona erdi.
W. Heisenberg, Parça ve Bütün, Sf.98-103, Çev. A. Atalay, Düzlem Yayınları, Birinci Basım 1990.