Yanlışlama
Yakınları tarafından “çok lanet bi adam, yüzü gülmez, elektrik süpürgesi ve matkap sesine dayanamaz, ‘bir pazarım var kadın, sen benim gazete okumama karışamazsın’ gibi laflar ederek hır çıkarır” diye tanıtılan Karl Popper’ın “yanlışlamak” kaygısı bilgi arama telaşının asla ama asla bitmemesi gerektiğine dair duyduğu “inanç”tan kaynaklanır. Bunu kendisi şu sözlerle dile getirmiştir:
“Gerçeği aramak bir çeşit dindir ve bunun aynı zamanda etik bir inanç olduğunu düşünüyorum.”
[J. Horgan, Bilimin Sonu, sf.64]
Ayrıca yine Popper’ın, bilimin evrendeki bütün sırları açığa çıkaramayacağına dair inancı da [a.g.e., sf.65], bilimsel yönteminin bütünlüğünde dai

mî bir yanlışlama telaşını gerektirmiştir. Bu, bir nevi bilimin vazgeçilmezi olan aşama aşama bilgi edinme sürecinde her daim doğrudan ziyade yanlışa bakma tedirginliğini, tereddütünü doğurmuştur. Elde edilen bilginin, kesin yasalar ve krıterler önünde henüz yetkin olmadığını düşünen bilim adamı, onun hangi krıter eleğinden geçememe olanağının bulunduğuna bakar. Böylece ucu paranoyaya dayanan bir “arayış” süreci, daimî olarak yapılan işin, çalışmanın özünü oluşturmuş olur.
Klâsik örnek ise şudur: “Not all swans are white” Burada “doğrulamak” değil, “yanlışlamak” ön plana alınır; zira burada bilimsel yasaların, kanıtlanamaz dahi olsalar, test edilebileceklerine dair bir kabul bizi yönlendirir (B. Magee, Popper, p.22-23, William Collins Sons & co. ltd., 1975). Bana kalırsa Karl Popper’ı bilim tarihinde asıl önemli kılan da; Aristoteles’ten itibaren doğa araştırmalarında düzenli bir şekilde kapsama alanını genişleten empirik kaygıları bu yüzyılda da -teorileriyle- canlı tutabilmiş olmasıdır. “Yanlışlamak” eylemi hayatımızın herhangi bir anında, uyanık kalışımızın nedeni olarak görülebilir. Ben hayatıma girmiş bütün kuğuların beyaz olmadığını doğrulamadan, yanlışlayarak öğrenebilmeliyim. Ben “yanlışlamak” eylemini hayat karşısındaki gardımızı alışlarımızdan biri olarak görüyorum; çünkü biliyorum ki, bana ilişkin veya çevreme ilişkin problemleri tümden / bilim gibi çözebilmem mümkün değil. Anlam veremediğim, kimi zaman neden öyle yaptığımı bilsem bile yine de anlam veremediğim durumlarla karşılaştığımda kanıtlama yolunu yeğ tutmadan kontrol etme yoluna düşürülebilirim. Gerçekten pasif kaldığımız, içine atıldığımız kimi durumlarda erken kontrol sistemi hayatımızı kurtarabilir. Bizi dinç tutan da bu yanlışlama çabası olsa gerek; çünkü topyekûn bir anlam yükleyebilme başarısını gösterebileceğimi sanmıyorum.
Kontrol sonucunda içine düştüğüm durumdaki ya da bendeki güdüklüğün farkına varınca, bütün kuğuların beyaz olmamasının suçunu başkasına atmam, soruyu ya da önermeyi değiştiririm yoluma devam ederim. ama yetmiyor tabi, madem Poppercı başladım onun gibi devam etmeliyim: Kuğu sandığımın kuğu bile olmadığını bilmişsem (anlamaya gerek yok) o halde neden bunu böyle bildiğimi de kendi içinde yanlışlamaya kalkışırım. Bıçağın ucu metodolojiye dayandığında, bu sefer ben sonsuz kere sonsuz bir sorgu mekanizmasının ortasında elimde kılıç, öylece kalıveririm.
Thomas Samuel Kuhn gelenekle çakı dövüştürmüş paradigma kavgasına; aynı “metot” telaşını hayatımızın herhangi bir anında da yüklenebiliriz, işte söylemeye çalıştığım bu. Evvelce kuğu sandığım ama hiç de kuğu olmayan o şeye yönelen ben, bunu nasıl yaptım? Başka kuğu gibi görünenler üzerinde yapacağım denemeler beni, kendi yöntemim üzerinden bana anlatacaktır.
Popper “yanlışlama”nın mümkün olmadığını bu yüzden psikanalizin bir bilim olmadığını söylerken, ilk başta yola dogmaya karşı olduğu için çıktığını unutmuş gibidir. Ben de ilkin kuğuda ne aradığımı unutarak, onu mevcut durumun test edebilme imkânıyla harcamaya çalışıyorum. Yanlışlamanın kendisi de yanlışlanarak doğrulanabilir.
Her kuğu beyazdır.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
>"Böylece ucu paranoyaya kadar uzanan…"Evet, aynen öyle. Yanlışlanabilirlik, kişinin boyundan büyük laflar etmesini önler. Doğa bilimlerinde zaten bir şey yanlışlanabilirse, o eninde sonunda "eli mahkum" seviyesinde yanlışlanır. Bence yanlışlanabilirliğin asıl önemi sosyal bilimlerdedir.Çünkü sosyal bilimciler, kendi teorilerinin dogmatisti olmaya yatkın oluyor. Kendi teorilerini yanlışlayacak veriden kaçınıyor. Evet sosyal bilimlerde doğa bilimleri gibi genel geçer evrensel insan davranışı kanunları aramak biraz ütopik bir şey. Sosyal bilimlerin doğası gereği spekülatif teorilere ihtiyaç var. Ancak yanlışlanabilirliğin önemi şurada;"sosyal bilimlerin istismarı" olgusunu kafadan çıkarmamak gerekiyor. Evet, spekülatif teoriler işe yarayabilir (Lakatos), fakat bir teori bilimsel olmayan amaçlar için de orta atılmış olabilir. Burada doğrulanabilirlikten ziyade yanlışlanabilirlik önem kazanıyor. Mesela Huntington'un medeniyetleri çatıştırması. Medeniyetler Huntington'un devrine kadar çok çatışmamıştı,ama bizzat bu teori medeniyetleri çatıştıracak bir gündem yaratıyor. Bu sebeple temelleri ve öncülleri sıkı bir yanlışlama sürecini hak ediyor.Paranoya ve şüphecilik bu yüzden, bilimi dogma olmaktan ve başka amaçlara hizmet etmekten koruyor. In Popper, we Trust.