Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Carl Sagan‘ın The Demon Haunted World, Science As A Candle In The Dark‘ında geçiyordu, orada görmüştüm:
Uzaylılar tarafından kaçırılmanın psikopatolojisi kapsamında Sagan’a gelen mektuplardan birinde uzaylılar tarafından kaçırılmış olduğunu iddia eden kişilerden birinin çocukken cinsel tacize uğradığı, iyileşme sürecinde birçok uzaylı canlı çizimi yaptığı, odanın içinde uçtuğunu hissettiği ve haliyle güvendiği yetişkinlerce istismar edilmiş olduğu gerçeğiyle yüzleşmektense uzaylılar tarafından kaçırılıp taciz edildiğine inandığı üzerinde durulur.
Taciz edilen kişi bu hayattaki, kendisine en yakın kişiler olan ana veya baba (veya kardeşler) tarafından taciz edilmiş olduğunda, kendisini bir nevi kurban olarak görmeye başlar. Bu kurbanlık durumu haliyle kaçınılmaz bir son doğurur: Kişi kendisini tümüyle güvensiz hissettiği bu dünyadan sıyrılmak, kopup gitmek ister, bu isteği ona pahalıya mal olur; zira artık bu dünyanın değil, kurtulması gerektiğini düşündüğü dünyanın gerçeğiyle yaşamaya başlar. Uzaylılar tarafından kaçırılmış ve taciz
e uğramıştır; bu düşünce onu rahatlatmaktan öte, transa sokar. bu aslında sadece bir kurtuluş değildir, aynı zamanda bir yaratımdır. İnsanlık tarihi insanın ömrüne benzer diyoruz; tanrı fikrinin yaratımına benziyor kişinin “uzaylılar tarafından kaçırılma” düşüncesine kendisini mahkum etmesi. O kişiye istediğiniz kadar “uzaylılar” diye bir canlılar topluluğunun olmadığını kanıtlamaya çalışın; kaçırıldığını iddia ettiği herhangi bir zaman dilimine ait video görüntüleri ya da fotoğraf kareleri sunun; bunların hepsi boştur, çünkü o sığındığı limanın varlığına inanmak zorunda olduğu için inanmaktadır, onu sağlam bir muhakeme dayanağına yerleştirebildiği için değil.
Tanrı düşüncesinde de benzer bir yan var; bu hayata bağlılığını -ironik bir şekilde- bu hayattan sonraki başka bir hayatın varlığına bağlama niyeti, ölümlü yaratık için müthiş bir çaresizliği gösteriyor. Doğaya çırılçıplak doğan insan ile güvenebileceği ebeveyni tarafından travmaya itilen insanın çaresizliği birdir, aynıdır. İkisinde de ölüm anına dek geçirilecek sürenin, travmadan kurtulma ve sakinleşme sürecine dönüştürülmesi söz konusudur.
harvardlı bir psikiyatriste göre “gerçek uzaylılar aramızda” ve bunlar “insan kurbanları kaçırmaktalar” (joel paris, myths of childhood, p.88, psychology press, 2000); yani dünya dışından buraya insanları kaçırmaya gelen uzaylıların varlığını tartışmaya bile gerek yok; biz kendi kendimizi bu hayattan kaçırmaya yeteri kadar yetkiniz. ebeveynin veyahut başka birisinin gerçekleştirdiği çocuk tacizi ve tecavüzünün bir sonucu olan travmanın üretebileceği bu “uzaylılar tarafından kaçırılma” hikayesinin kültürler arasında değişiklik gösterebileceğini düşünüyorum. şimdi elimizi vicdanımıza veyahut başka bir yerimize koyup düşünmemiz gerekiyor; insanlığın bugüne dek uydurabildiği bütün mitosları gözümüzün önüne getirelim. herbirindeki temaları alt alta koyup ortak kaideleri, sonuçları, dersleri incelemeye çalışalım; acaba onları da başlı başına insanların doğa karşısındaki (“çırılçıplaklık, korunmasızlık”) travmalarının ürettiği bir nevi kaçış, yaşamı çekilir kılma planı olarak görmemiz mümkün müdür? süper kahramanların nezdinde kendisindeki güdüklüklerin hesabını sormaya girişen insanın duyduğu haz, rahatlık haliyle bir tedavi sürecinin meyvesine benzer. örneğin achilles’in nezdinde tanrısal olmayıp tanrı katında, büyük işler başarma sevdasını kaşıyabilir; buna neden şaşmalıyız ki, neden inandırıcı olmasın bu? zira insanlar, istedikleri vakit mitosları istedikleri gibi şekillendiriyordu; örneğin yabancı / kadın düşmanlığının doruk noktasına vardığı medea hikayesini düşünün (medea/@jimi the kewl); bilinçli olarak yunan’ın asillerine veya tiyatro seyircisine amazonların, barbarların (ucu çocuklarının bile gözünün yaşına bakmayan, cadılığa kadar giden) ne kadar da kötü olduğunu göstermeye çalışıyorlardı; seyirciye yuhalatılan bir medea! ya da aeneis’te kartacalı dido’yu düşünün; aeneas’a olan aşkı, roma edebiyatının güneşi vergilius tarafından hiç edilerek, tanrısal misyona mağlup ettiriliyor, tabi beri yandan kartaca düşmanlığı da körüklenmiş oluyor: işte bu da ihtiyaçtandır!
insanlar, topluluklar halinde olsun ya da olmasın, kendi hikayelerini ihtiyaçtan ötürü yazarlar. musa’nın 10 emrini veyahut paulus’un mektuplarını düşünün, bunlar hep ihtiyaçtandır. çünkü insan güdüktür (itinayla bkz. defectus defector); her ne yapıyorsa o güdüklüğünü gidermese de, en azından örtmek adına yapıyor. topluluk achilles’le “başarma”nın tadına bakabilir, medea veya dido ile barbarca yaşanan, hudutsuz tutkularını lanetleyebilir. insan da topluluğun sadece oluşturucusu, mayası değil aynı zamanda küçük bir tipidir; bu niteliğiyle eksikliğini, korunmasızlığını bir nedene bağlamak isteyecektir; bastığı zemini lanetleyemeyeceğine göre (ki bunu başarmak demek, ölmek demek; ölenler kurtulur!) ya onunla uzlaşacak (tam anlamıyla iyileşecek) ya da onu bu dünyanın dışına iterek (tıpkı yunan idrakının barbar medea üzerinden hudutsuz tutkuyu yunanistan’ın dışına itmesi gibi) onu o eden ebeveynini aklamış olacak (bunlardan ilki, ebeveynin affedilmesi anlamına gelmiyor; sadece durumun vehametini kavrayıp, başka doyurucu değerlere sığınarak kendisini kurtaracak: örneğin aşırı dindar olabilir ya da bir düşünceye kendini kaptırabilir, kendini işe verebilir vs.).
susan a. clancy’nin abducted: how people come to believe they were kidnapped by aliens’ında geçen (p.140-141, harvard university press, 2005) bir husus da çok tuhaf; beklenmedik psikolojik sıkıntı içine giren kadınlar genelde bu sıkıntılarını anlamlandırmaya, cinsel istismarı ele almaya çabalamaktadır. kadınlardaki bu eğilimin uzaylılar tarafından kaçırılma hikayesini uydurma telaşına dönüşümü dikkatle incelenmeli. zira kadınlardaki bu “acıyla yüzleşme gayreti”nin kökeninin de insanlık tarihi kadar eski olduğunu düşünüyorum; bu, bir araya gelen birkaç feministin topladığı imzalarla çözülebilecek bir sorun değil. #14110326 nolu entirimde yasak meyve konusuna değinirken yaptığım okumalarda da bunu görmüştüm; özellikle de -yunan idrakının karşısındaki barbar medea imgesi gibi- erkekler önünde, onlar gibi olmayan kadın imgesi ısrarla vurgulanan husustur. sadece havva da değil; onun yunan’daki archetypus‘u pandora da bir yerde öngörü yeteneği olmayan epimetheus tarafından erkeklere bela edilmiştir, yani öngörüsü olan (prometheus) asla böyle bir tufaya gelmezdi, kadın bela olamazdı. bana kalırsa sistemli kadın hareketlerinin evvela yüzleşmeleri ya da düşünmeleri gereken şey “acaba bizdeki, bela olmaya dair bu savunma psikolojisinin kendisine karşı bir savunma mekanizması geliştirme zamanımız gelmedi mi?” olmalı; zira şu çağda modern toplumlarda kadın havva değildir, erkek – kadın farklılığının bu denli kapandığı bir ortamda, her iki cins arasında psikolojik sıkıntılara verilen tepkilerle ilgili olarak da bir fark kalmaması gerek değil mi?