Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

>İnsan ve Metafizik Çile

>

Büyük Doğulu düşünür Sadi’ye: “İnsan nedir?” diye sorulduğunda verdiği cevap çok kısa ve çok ilginç. Diyor ki: “İnsan, içine binlerce endişenin, binlerce özlemin, kaygının saklandığı bir damla sudur, bir damla kandır.” Bu soru, insan kadar eski bir soru. İnsan her şeyi didik-didik ederken bir anlamda kendini arıyor. Çünkü, insan, varlığın bütün sırlarının düğüm noktasında oturuyor. O bakımdan; insan, içine doğru yol alırken de kendini arar, dış dünyayı dolaşırken de. Bunun görünüşte adına ne derse desin, aslında aradığı kendisidir. Tabiî, burada bir noktaya daha işaret etmek lazım: İnsan ne yazık ki, dış dünyada fetihlerini genişlettikçe kendisi hakkında adetâ bilgi zaafına uğruyor. Bu bir paradokstur. Belki insanın kaosunun da bir izahı burada yatıyor. Çağımızın önemli düşünürlerinden Scheler şöyle diyor: “İnsan, kendisi dışındaki dünya ile ilgili bilgilerde zirveye ulaştığı günümüzde, maalesef, kendisiyle ilgili cehaletinin de zirvesinde bulunuyor.” Onun,” İnsanın Kâinattaki Yeri” isimli eserindeki önemli temalardan biridir bu. Şimdi; insan niçin kendisini aradığı halde başka araştırmalarında zirvelere ulaşırken kendisini ihmal ediyor, kendisini unutuyor, veya kendisinden habersiz bir manzara sergiliyor? Bu soru bugün, insanlığın bunalımının ne olduğu sorusunun da kilit noktasıdır. Bence problemin esasını, insanın zıtları barındıran bir bünyeye sahip olması oluşturuyor. İnsan, zıtları barındıran bir “ortam-varlık”; bir “vasat-ı camia”. Tasavvufta insanın tanımı budur. İnsanda en güzel ile en kötü, en yüce ile en basit, sonsuz ile ölümlü, karanlık ile ışık, artı ile eksi, rahmet ile zulüm bir arada. Kısacası, polaritenin, bütün keskinlikleriyle insanda barındığını görüyoruz. İnsan böyle bir varlık.

Heidegger’in güzel ifadesiyle: “Acının temelinde, insanın elde ettikleriyle hasretini çektiklerinin zıtlığı barınıyor.” İnsan yetinmiyor, zaten yetinmemek üzere var edilmiş. İster ruhçu-idealist felsefeler açısından olaya bakınız, ister dinler açısından, ister ateist felsefeler açısından; pratikte önemli bir değişme yoktur. Sartre, ateist grupta yer almasına rağmen insanı tanımlarken: “İnsan Tanrı olmak için mücadele veren bir varlıktır.” diyor. Yani insanın bütün macerasının, bütün heyecanının, bütün sıkıntılarının ve tabiî bu arada, büyüklüğünün temelinde onun vücuduna batan bu diken var. İnsan doymayan bir varlık, çünkü insanın iç dünyasında saklı olan arayış, o yaratıcı merak tatmin bulmuyor. Zaten insanı insan yapan da odur.

O tatmin olsa hayat biter. Hayat insanda düğümleniyor, insan biterse hayat da biter. İnsan bitmeyecek, zira içinde o hasret var. İnsanda işte bu zıtların barınışı, bir anlamda düalite, sürekli bir didişmenin, boğuşmanın, sürekli yürüyüşün ve elde ettiğini sürekli beğenmeyisin varlığı esastır. İnsan elde ettiğini yetersiz bulmak üzere yapılandırılmıştır. O zaten kendisinden beklenenleri de ancak bu sayede verebilir. Ve insan yalnız dış dünya ile mücadele vermiyor; o, aynı zamanda kendi içinde büyük bir mücadelenin hem süjesidir hem de sahnesi. Kur’an-ı Kerim insanı varlığın didişme, çekişme, tartışmaya en düşkün olanı diye vasıflandırıyor. İnsan hem kendisini kuşatan dünya ile boğuşma halindedir-bu, pejoratif mânada bir boğuşma değil; o hasretin itişiyle sürekli, perdenin arkasını görmek istiyor- ama bununla yetinmemiştir insan; o, aynı zamanda kendisinin kuşattığı dünya ile, kendisinin içindeki dünya ile de bir hesaplaşma içindedir.

Yani insan bir anlamda “oluş”un kahrını, bir anlamda da “oluş”un hasretini ifade eden komplike bir varlık. İnsan bir hasret içindedir dedik. Bu bizi insanın “yabancılaşması” konusunu irdelemeye götürebilir. Gerçekten de “insanın yabancılaşması” sadece felsefede değil, dinde, hatta psikolojide, bütün disiplinlerde yer alıyor. İnsan bir yabancılaşmanın, yabancılığın içindedir. Hasreti o. O yabancılaşmayı kaldırmak istiyor. Sanki insanı birileri bir yerlerden sürmüştür. İnsan adeta sürüldüğü yere gitmek istiyor. Bir gariplik içine, bir gurbet içine itilmiştir. Bu, sufîlerin çok kullandığı bir deyiştir. İnsan sürekli gurbettedir.

İnsan bütün macerasını bir gurbet macerası olarak yaşıyor. Yani ayrıldığı yere, ayrıldığı bütüne tekrar dönmenin hem acısını çekiyor hem mücadelesini veriyor. Ondokuzuncu yüzyılın büyük Türk sufî düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti “insan devamlı gurbettedir” diyor. Sufî düşüncede insanın bütün macerasına “seyr” veya “sefer” denir ve yine bu anlamda “hicret” deyimi de kullanılır. Bunların hepsi insanın sürekli bir gurbet içinde olduğunu gösteriyor. Gurbetin bir “sıla”sı vardır. Sıla hasreti içinde kıvranan insan perdenin arkasında saklı bulunan şey ile-insan onun adını koysun veya koymasın-kucaklaşmanın aşkı veya heyecanı içinde bütün varlığı didik-didik ediyor. Mevlâna Celâleddin Rûmî o dev eseri Mesnevî’yi bu ayrılık teması üzerine oturtmuştur. İnsan, hep bu ayrılığı gidermenin, hasreti dindirmenin peşindedir. İnsan gurbette, sılasına gitmek istiyor. Nedir bu sıla? Bu soru, üzerinde olduğumuz disiplin tarafından cevaplandırılacaktır. İslam düşüncesine, Kur’an düşüncesine soracak olursanız, sıla, Yaratıcı’dır; dönüş orayadır. İnsan oradan geldiği için tekrar oraya dönmedikçe hasreti dinmez. Bunun dışında insan, hasretini dindirebilmek için bazen yanlış objelere yönelebilir. Esas sevgiliyi bulmak uğruna bir takım hatalar da yapılabilecektir tabiî olarak. Düşüp kalkacaktır, yanlış yönlere gidebilecektir. Fakat gerek iç ve gerekse dış dünyasına karşı mücadelesinin sonucunda gerçek sılasını, gerçek sevgilisini fark etme noktasına gelecektir.

Metafizik çile’yi hissetmeden insan olunamaz. O metafizik çilenin içinde yoğrulup gerçek cevap bulunduğu zaman ise “mükemmel insan” ortaya çıkar. Metafiziği inkâr eden de aslında o metafizik çile içinde kıvranmaktadır, o da o hesaplaşmanın içindedir. Dolayısıyla, “metafizik çile”, veya kısaca “metafizik”, insanın bir anlamda varlık yapısıdır; sizin de söylediğiniz gibi mayasında vardır insanın. Metafizik çileyi çekmeden insanoğlu kalıcı hiç bir doğuma liyakat kazanamaz. İnsanın “var-oluş”a katılması bu çile iledir; bunu çekmeyen bir mukallit, varlığın sırtında kadavra bir yük halini alır. Vardığı nokta ne olursa olsun, o çileyi mutlaka çekmek zorundadır.


Yaşar Nuri Öztürk, Çıplak Uyarı, Sf.288-292, Yeni Boyut Yay., 4. Baskı, İstanbul 1997.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Bilgi

This entry was posted on 28/11/2008 by in Felsefe - bilim, Genel and tagged , , , , , , , , .
%d blogcu bunu beğendi: