>
noktasıdır. Bence problemin esasını, insanın zıtları barındıran bir bünyeye sahip olması oluşturuyor. İnsan, zıtları barındıran bir “ortam-varlık”; bir “vasat-ı camia”. Tasavvufta insanın tanımı budur. İnsanda en güzel ile en kötü, en yüce ile en basit, sonsuz ile ölümlü, karanlık ile ışık, artı ile eksi, rahmet ile zulüm bir arada. Kısacası, polaritenin, bütün keskinlikleriyle insanda barındığını görüyoruz. İnsan böyle bir varlık.
Heidegger’in güzel ifadesiyle: “Acının temelinde, insanın elde ettikleriyle hasretini çektiklerinin zıtlığı barınıyor.” İnsan yetinmiyor, zaten yetinmemek üzere var edilmiş. İster ruhçu-idealist felsefeler açısından olaya bakınız, ister dinler açısından, ister ateist felsefeler açısından; pratikte önemli bir değişme yoktur. Sartre, ateist grupta yer almasına rağmen insanı tanımlarken: “İnsan Tanrı olmak için mücadele veren bir varlıktır.” diyor. Yani insanın bütün macerasının, bütün heyecanının, bütün sıkıntılarının ve tabiî bu arada, büyüklüğünün temelinde onun vücuduna batan bu diken var. İnsan doymayan bir varlık, çünkü insanın iç dünyasında saklı olan arayış, o yaratıcı merak tatmin bulmuyor. Zaten insanı insan yapan da odur.
O tatmin olsa hayat biter. Hayat insanda düğümleniyor, insan biterse hayat da biter. İnsan bitmeyecek, zira içinde o hasret var. İnsanda işte bu zıtların barınışı, bir anlamda düalite, sürekli bir didişmenin, boğuşmanın, sürekli yürüyüşün ve elde ettiğini sürekli beğenmeyisin varlığı esastır. İnsan elde ettiğini yetersiz bulmak üzere yapılandırılmıştır. O zaten kendisinden beklenenleri de ancak bu sayede verebilir. Ve insan yalnız dış dünya ile mücadele vermiyor; o, aynı zamanda kendi içinde büyük bir mücadelenin hem süjesidir hem de sahnesi. Kur’an-ı Kerim insanı varlığın didişme, çekişme, tartışmaya en düşkün olanı diye vasıflandırıyor. İnsan hem kendisini kuşatan dünya ile boğuşma halindedir-bu, pejoratif mânada bir boğuşma değil; o hasretin itişiyle sürekli, perdenin arkasını görmek istiyor- ama bununla yetinmemiştir insan; o, aynı zamanda kendisinin kuşattığı dünya ile, kendisinin içindeki dünya ile de bir hesaplaşma içindedir.
Yani insan bir anlamda “oluş”un kahrını, bir anlamda da “oluş”un hasretini ifade eden komplike bir varlık. İnsan bir hasret içindedir dedik. Bu bizi insanın “yabancılaşması” konusunu irdelemeye götürebilir. Gerçekten de “insanın yabancılaşması” sadece felsefede değil, dinde, hatta psikolojide, bütün disiplinlerde yer alıyor. İnsan bir yabancılaşmanın, yabancılığın içindedir. Hasreti o. O yabancılaşmayı kaldırmak istiyor. Sanki insanı birileri bir yerlerden sürmüştür. İnsan adeta sürüldüğü yere gitmek istiyor. Bir gariplik içine, bir gurbet içine itilmiştir. Bu, sufîlerin çok kullandığı bir deyiştir. İnsan sürekli gurbettedir.
sında saklı bulunan şey ile-insan onun adını koysun veya koymasın-kucaklaşmanın aşkı veya heyecanı içinde bütün varlığı didik-didik ediyor. Mevlâna Celâleddin Rûmî o dev eseri Mesnevî’yi bu ayrılık teması üzerine oturtmuştur. İnsan, hep bu ayrılığı gidermenin, hasreti dindirmenin peşindedir. İnsan gurbette, sılasına gitmek istiyor. Nedir bu sıla? Bu soru, üzerinde olduğumuz disiplin tarafından cevaplandırılacaktır. İslam düşüncesine, Kur’an düşüncesine soracak olursanız, sıla, Yaratıcı’dır; dönüş orayadır. İnsan oradan geldiği için tekrar oraya dönmedikçe hasreti dinmez. Bunun dışında insan, hasretini dindirebilmek için bazen yanlış objelere yönelebilir. Esas sevgiliyi bulmak uğruna bir takım hatalar da yapılabilecektir tabiî olarak. Düşüp kalkacaktır, yanlış yönlere gidebilecektir. Fakat gerek iç ve gerekse dış dünyasına karşı mücadelesinin sonucunda gerçek sılasını, gerçek sevgilisini fark etme noktasına gelecektir.