Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Kaynak: John Horgan, Bilimin Sonu, Çev. Ahmet Ergenç, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003: 61-68.
…
Popper’la bir görüşme ayarlamak için, Popper’ın 1940’lı yıllardan beri ders verdiği London School of Economics’i aradım. Telefona bakan sekreter Popper’ın Londra’nın kuzeyinde bir banliyö olan Kenley’deki evinde çalıştığını söyleyip, telefon numarasını verdi. Telefona Alman aksanı ve otoriter bir tonlamayla konuşan Bayan Mew çıktı, kendisi “Sir Karl’ın” asistanıydı. Sir Karl’la görüşebilmem için ilk önce Bayan Mew’e, yazdıklarımdan bazı örnekler göndermeliydim. Bayan Mew bana Sir Karl’la yapacağım görüşmeye kendimi hazırlamam için bir okuma listesi verdi; Sir Karl’ın kaleme aldığı yaklaşık bir düzine kitap. Nihayetinde, yoğun bir faks ve telefon trafiğinden sonra, bir tarih belirlenmişti. Bayan Mew, Sir Karl’ın evine yakın olan tren istasyonunu tarif etmeyi de ihmal etmemişti. Kendisine istasyondan eve nasıl gideceğimi sorduğumda ise bütün taksicilerin Sir Karl’ın evini bildiğini söyledi. “Sir Karl oldukça meşhur biridir.”
Kenley istasyonundan taksiye biner binmez “Sir Karl’ın evine” dedim ve taksiciden “Kimin evine?” cevabını aldım. Sir Karl Popper? Hani şu ünlü felsefeci? Hiç duymadım, diye cevap verdi taksici. Neyse ki, Popper’ın oturduğu caddeyi biliyordu, Popper’ın evini -etrafı düzgün kesilmiş, bakımlı çimenler ve küçük ağaçlarla kaplı olan iki katlı, müstakil bir ev- biraz zorlanarak da olsa bulmayı başardık.
Kapıyı açan kişi, uzun boylu, siyah pantolon ve gömlek giymiş kısa, siyah saçlı, hoş bir kadındı; Bayan Mew. Beni içeri aldığında Sir Karl’ın oldukça yorgun olduğunu söyledi. Bir önceki ay 90’ıncı doğumgünü sebebiyle yoğun bir röportaj ve kutlama seli ile karşılaşmış ve son günlerde de, Japonya’nın Nobel’i olarak bilinen Kyoto Ödülü’nü kabul konuşması içi yoğun bir çalışma içerisindeymiş. Kendisiyle en fazla bir saat kadar görüşme şansım olabilirmiş.
Popper giriş konuşmasını yaptığında ben de beklentilerimi azaltmaya çalışıyordum. Kamburu çıkmış, duyma aleti kullanan ve inanılmaz derecede kısa boylu biriydi; bu kadar otokrat bir kitabın yazarının daha uzun boylu olmasını beklerdim. Ama yine de hafif sıklet bir boksör kadar enerjikti. Scientifîc American için kuantum mekaniğinin bazı fizikçileri, fiziğin tamamen nesnel bir teşebbüs olduğu görüşünü bırakmaya zorladığı hakkında yazdığım bir makaleye saldırmaya başladı.7 “Orada yazılanların tek kelimesine bile inanmıyorum,” diye hırladı, Avusturya aksanıyla. Popper, kuantum fiziği olsun olmasın, fizikte “öznelliğin” yeri olamayacağını düşünüyordu. “Fizik,” diye hiddetle devam etti, masanın üzerinden bir kitap kapıp şiddetle yere fırlatarak “budur!” (Bunu yapan kişi dualizmi, fikirlerin ve insan zihninin diğer ürünlerinin maddi dünyadan bağımsız bir şekilde var olduğu nosyonunu kabul eden bir kitabın yazarlarından biriydi.)
Oturduğumuzda, o an için bir anlam ifade edebilecek kitapları ya da makaleleri bulup getirmek için sık sık ayağa kalkmaya devam etti. Bir tarihi ya da ismi hatırlayabilmek için hafızasını yoklarken sanki ıstırap çekiyormuş gibi şakaklarını ovuşturuyor ve dişlerini gıcırdatıyordu. Bir keresinde mutasyon kelimesini kısa bir süre için aklına getirmekte güçlük çekmiş ve alnına telaşla defalarca vurup, “Terimler, terimler, terimler!” diye bağırmaya başlamıştı.
Kelimeler ağzından birbiri ardına öylesine büyük bir hız ve güçle dökülüyordu ki, önceden hazırladığım soruları sorabilme ümidimi kaybetmeye başlamıştım. “90 yılı geride bıraktım ama ben hâlâ düşünebiliyorum,” dedi, sanki benim bundan şüphe duyduğumu düşünüyormuş gibi. Kimyada doktora derecesi almış olan eski öğrencisi Alman Günther Wâchtershâuser’in hayatın başlangıcına dair öne sürdüğü teorisinden uzun uzadıya bahsetti. Popper 20. yüzyıl biliminin bütün titanlarını tanıdığının altını çizmeye devam etti: Einstein, Schrödinger, Heisenberg. Popper “yakından tanıdığı” Bohr’u, fiziğe öznelliği soktuğu için suçluyordu. Bohr “mükemmel bir fizikçiydi, bütün zamanların en iyilerinden biriydi ama bir felsefeci olarak acınacak bir haldeydi ve onunla konuşmak imkansızdı. Hiç durmaksızın konuşuyordu, karşısındaki kişinin sadece bir ya da iki kelime etmesine izin verdikten sonra konuşmayı tekrar devralıyordu.“
Bayan Mew yanımızdan ayrılırken, Popper aniden ona seslenerek kitaplarından birini getirmesini istedi. Bayan Mew birkaç dakika sonra geri geldiğinde, eli boştu. “Üzgünüm, Karl, bulamadım” dedi, “bütün raflara bakamayacağıma göre nerede olduğunu söylemelisin.”
“Aslında, yani sanırım bu köşenin sağında olmalı ama başka bir yere de koymuş olabilirim...” sesi yavaş yavaş alçaldı ve bir mırıltıya dönüştü. Bayan Mew gözlerini belli belirsiz bir memnuniyetsizlikle devirerek, yanımızda ayrıldı.
Popper’ın bir anlık duraksamasını fırsat bilerek sorumu sormaya yeltendim “Size sormak istediğim bir şey...” “Tabii ki! Bana sorularınızı sormalısınız. Bir hata ederek konuşmayı ben devraldım. Şimdi bütün sorularınızı sorabilirsiniz.” Görüşleri hakkında Popper’a sorular sormaya başladığımda şüpheci felsefesinin oldukça romantik, idealize edilmiş bir bilim görüşünden kaynaklandığı açıklık kazanmaya başladı. Bu yüzden, genellikle mantıki pozitivistler tarafından savunulan, bilimin her zaman için işlenmemiş veriler kullanılarak gerçeğe ulaşılabilecek biçimsel, mantıki bir sisteme indirgenebileceği görüşünü reddediyordu. Popper bilimsel bir teorinin bir icat, sanat dallarındaki kadar gizemli olan bir yaratım eylemi oIduğu konusunda ısrar ediyordu. “Bilim tarihi her noktasında spekülatiftir” dedi Popper. “Bu görkemli bir tarihtir. İnsanın insan olmaktan gurur duymasına neden oluyor.” Yüzünü elleriyle çerçeveleyerek devam etti, “İnsan aklına inanıyorum.”
Benzer sebeplerden ötürü, Popper hayatı boyunca, insanın yaratıcılık ve özgürlüğüne ve dolayısıyla da bilimin kendisine ters düştüğünü düşündüğü bilimsel determinizme karşı savaşmıştır. Popper, Modern kaos teorisyenlerinden çok önce, sadece kuantum sistemlerinin değil ama klasik, Newtoncu sistemlerin bile tabiattan gereği önceden kestirilemez nitelikte olduğunu fark etmiş olduğunu iddia etmişti; bu konu üzerine 1950 yılında bir seminer vermişti. Pencerenin kenarından eliyle dışarıdaki çimenliği işaret ederek “Her bir çimenin içinde kaos var” dedi.
Bilimin mutlak gerçeğe ulaşmaya muktedir olmadığını mı düşündüğünü sorduğumda, hiddetle “Hayır, hayır!” diyerek başını şiddetle sağa sola salladı. O da aynen kendinden önceki mantıki pozitivistler gibi, bilimsel bir teorinin “mutlak suretle” doğru olabileceğini düşünüyordu. Aslında, bunların hangileri olduğunu söylemeyi kabul etmemesine karşın, bazı mevcut teorilerin mutlak suretle doğru olduğunu düşünüyordu. Ama bir teorinin doğru olup olmadığını her zaman için bilebileceğimize dair duyulan pozitivist inancı reddediyordu. “Nesnel ve mutlak olan hakikatle, öznel olan katiyeti birbirinden ayırmalıyız.”
Bilim adamları eğer kendi teorilerine çok fazla inanıyor olsalardı, diye düşünüyordu Popper, gerçeği bulmaya yönelik arayışlarına bir son verebilirlerdi. Ve bu da bir trajedi olurdu zira Popper hayatı yaşanmaya değer kılan şeyin, gerçeği arayış olduğunu düşünüyordu. Popper şöyle diyordu; “Gerçeği aramak bir çeşit dindir ve bunun aynı zamanda etik bir inanç olduğunu düşünüyorum.” Popper’ın, bilgi arayışının hiçbir zaman sona ermemesi gerektiğine dair inancı, otobiyografisine verdiği isimde de açıkça görülmektedir; Unended Quest [Bitimsiz Araştırma].
Bu yüzden Popper, bazı bilim adamlarının bütün soruları cevaplayan, tamamlanmış bir doğa teorisine ulaşma ümidiyle alay ediyordu; “Birçok insan sorunların çözülebileceğini düşünüyor; birçok insan da tam aksini. Çok yol kat etmiş olduğumuzu ancak hâlâ katetmemiz gereken çok fazla yol olduğunu düşünüyorum. Size bu meseleye ilişkin bir pasaj göstermek istiyorum.” Yine ayaklarını sürüyerek gözden kayboldu ve elinde Conjectures and Refutations adlı kitabını tutarak geri döndü. Kitabı açıp kendi sözlerini hürmetle okumaya başladı: “Sonsuz bilgisizliğimizde hepimiz eşitiz.”
Popper ayrıca bilimin evrenin amacı ve anlamına ilişkin soruları asla yanıtlayamayacağına inanıyordu. Bundan ötürü, çok uzun zaman önce gençlik yıllarındaki Lutherci tavrı bir kenara bırakmış olmasına karşın dini hiçbir zaman tamamen reddetmemişti. “Çok az şey biliyoruz, alçak gönüllü olmalı ve bu tip nihâi sorular hakkında bir şeyler biliyormuş gibi davranmamalıyız.”
Popper, yine de, bilimin herhangi bir gerçeğe ulaşmaya muktedir olmadığını ve bilim adamlarının teorilere rasyonel gerekçelerden ötürü değil kültürel ve politik nedenlerden ötürü bağlı kaldıklarını iddia eden modern felsefeci ve sosyologları hor görüyordu. Popper bu tip eleştirmenlerin dâhiyane bilim adamlarından aşağı görülmekten ötürü içerdiklerini ve hiyerarşik düzende kendi statülerini değiştirmeye çalıştıklarını düşünüyordu. Popper’a, bu eleştirmenler bilimin nasıl uygulandığını tanımlama çabası içersindeyken, kendisinin bilimin nasıl uygulanması gerektiğini göstermeye çalıştığını söyledim. Popper hiç beklemediğim bir şey yaptı; söylediklerimi onayladı. “Bu çok iyi bir beyanat,” dedi. “Bilimin nasıl olması gerektiğine dair bir fikrin olmazsa bilimin ne olduğunu anlayamazsın.” Popper bilim adamlarının genellikle, kendisinin bilim adamları için ortaya koyduğu ideal karşısında yetersiz kaldıklarını kabul etmek zorundaydı. “Bilim adamları çalışmaları için ödenek aldıklarından ötürü, bilim tam olması gerektiği gibi değil. Bu kaçınılmaz bir şey. Maalesef çok belirgin bir çürümüşlükle karşı karşıyayız. Ama ben bu konuda konuşmuyorum.”
Popper daha sonra bu konuda konuşmaya başladı. “Bilim adamları yeteri kadar özeleştri yapmıyorlar,” dedi ve parmağıyla bana işaret ederek devam etti “sizin, sizin gibi insanların, kendilerini halkın huzuruna taşımasını istiyorlar, bu çok açık.” Bir an için bana bakıp bu röportajı kendisinin istemediğini hatırlattı. “Aksine, siz de biliyorsunuz ki, bu yönde hiçbir girişim yapmamam bir yana, sizi bunun için cesaretlendirmiş falan da değilim.” Daha sonra Popper big bang teorisine dair insanı usandıran derecede teknik bir eleştiri yaptı. “Hep aynı şey,” diye özetledi, “Zorluklar hafife alınıyor. Bu sanki tam bir bilimsel katiyete sahipmiş gibi sunuluyor halbuki bilimsel katiyet diye bir şey yoktur.“
Popper’a biyologların da Darwin’in doğal seleksiyon teorisine fazlaca bağımlı olduklarını mı düşünüyor, diye sordum; Popper, geçmişte bu teorinin lüzumsuz tekrara dayandığını ve dolayısıyla bilimsellik iddiasında sahih olmadığını öne sürmüştü.”Bunları söylemekle herhalde fazla ileri gitmişim,” dedi Popper, “görüşlerim hakkında dogmatik bir tavra sahip değilim.” Aniden masaya vurup, hiddetle “İnsan alternatif teorilerin peşine düşmeli! Bu,” Günther Wâchtershâuser’in hayatın başlangıcına dair makalesini sallayarak, “alternatif bir teoridir.” Bu, bu teorinin doğru anlamına gelmiyor, diye ekledi hemen. “Hayatın başlangıcı mevzuu, muhtemelen sonsuza kadar deneye tabi tutulamaz nitelikte kalacaktır,” dedi Popper. Bilim adamları laboratuar ortamında canlı hayatı yaratmayı başarsalar bile hayatın gerçekten bu şekilde başladığından hiçbir zaman emin olamayacaklardır.
Artık büyük sorumun fitilini tutuşturma zamanı gelmişti. Kendi yalanlama konsepti de yalanlanabilir nitelikte miydi? Alev alev yanan gözlerle bana bakmaya başladı. Daha sonra ifadesi yumuşadı ve elini elimin üzerine koydu. “Sizi kırmak istemem” dedi nazikçe “ama bu aptalca bir soru.” Gözlerime soru dolu bakışlarla bakarak, beni bu soruyu sormaya sevk eden şeyin onun muhaliflerinden biri olup olmadığını sordu. Evet, diye yalan söyledim. “Tam da bu işte,” dedi, memnun olmuş gözüküyordu.
“Bir felsefe seminerinde yaptığınız ilk şey, ortaya bir fikir sunan kişiye söylediklerinin kendi kıstasını karşılamadığını söylemektir. Bu, tahayyül edilebilecek en aptalca eleştirilerden biridir!” Popper kendi yalanlama konseptinin bilginin ampirik modlarıyla, yani bilimle, felsefe gibi ampirik olmayan bilgi modlarını birbirinden ayırmak için kullanılan bir kriter olduğunu söyledi. Yalanlamanın kendisi “ampirik değildir“; bu bilime değil felsefeye ya da “meta-bilime” aittir ve bilimin bütününe uygulanabilir nitelikte de değildir. Popper kendi muhaliflerinin temelde haklı olduğunu kabul ediyordu; yalanlama sadece bir rehber, bir yöntemdir, bazen işe yarar bazen de yaramaz.
Popper benim sorduğum bu soruya daha önce hiç cevap vermediğini söyledi. “Ben bu soruyu cevap vermek için fazlasıyla aptalca buluyorum. Farkı görebiliyor musunuz?” diye sordu, sesi yine nazik bir tona bürünmüştü. Başımı “evet” anlamında salladım. Bu soru bana da biniz aptalca geliyor, dedim, ama sadece sormam gerektiğini düşündüm, Gülümsedi ve elimi sıktı, “Evet, çok iyi,” diye mırıldandı.
Popper’ın anlaşmaya varılabilecek biri olduğunu görünce, eski öğrencilerinden birinin onu kendi görüşlerine getirilen eleştirilere tahammül edememekle suçladığından bahsettim. Popper’ın gözleri yine ateş saçmaya başladı, “Külliyen yalan! Eleştirilmek beni mutlu ederdi! Tabii ki aynen sizin eleştirinize cevap verdiğim gibi, bu eleştiriye cevap verdiğimde, karşımdaki kişinin hâlâ bu eleştiride ısrar ettiği durumlar hariç. İşte benim tahammül edemeyeceğim şey budur.” Bu tip bir durumda Popper öğrencisinden sınıfı terk etmesini istiyormuş.
Bayan Mew başını kapıdan içeri uzatıp üç saati aşkın bir süredir konuştuğumuzu anımsattığı sırada mutfaktaki ışık kırmızı bir tona bürünmeye başlamıştı. Biraz huysuz bir tavırla, daha ne kadar devam etmeyi düşündüğümüzü sordu. Artık benim için bir taksi çağırsa daha iyi olmaz mıydı? Zorla bir yaramaz çocuk sırıtışı takınmaya çalışan ama halsiz düştüğü her halinden belli olan Popper’a baktım.
Son bir soru sormak için harekete geçtim; Popper otobiyografisinde neden tanıdığı en mutlu felsefecinin kendisi olduğunu söylüyordu? “Felsefecilerin çoğu” diye cevap verdi “kayda değer bir şey üretmedikleri için gerçekten derin bir ruhsal çöküntü içersindedirler.” Kendi halinden memnun gözüken Popper göz ucuyla, suratında dehşete kapılmış bir ifade olan Bayan Mew’e baktı ve yüzündeki gülümseme aniden siliniverdi. Tekrar bana dönüp “Bunu yazmamanız daha iyi olur,” dedi “zaten yeterince düşmanım var, onlara bu şekilde cevap vermem iyi bir şey değil.” Bir an tereddüt ettikten sonra, ekledi; “Ama durum bundan ibaret.”
…
Kapının önünde siyah bir taksi beni bekliyordu. Konukseverliklerinden ötürü Popper ve Bayan Mew’e teşekkür edip, evden ayrıldım. Taksi hareket edince şoföre o evde kimin oturduğunu bilip bilmediğini sordum. Hayır, bilmiyordu. Niye ünlü biri miydi ki? Evet gerçekten ünlü biri: Sir Karl Popper. Kim? Karl Popper, diye yineledim, 20. yüzyılın en önemli felsefecilerinden biri. “Demek öyle ha,” diye mırıldandı şoför.
>Alttaki notu okumadan yazıya dalınca başta kıskandım,sonra resminize bakınca Borgesçi bir mockumentary sandım;bizim popper 94’te vefat etmemiş miydi? neyse iş açıklığa kavuştu…