Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

>The Thing ‘den Hareketle… (Bın Bın… Bın Bın…)

>

The Thing ‘den Hareketle…
(Bın Bın… Bın Bın…)

Cengiz Çevik

Bın bın… Bın bın… şeklinde devam edegelen bir melodi var ya, 80’lerde çekilmiş Kenan Kalav’lı, Banu Alkan’lı, Serpil Çakmaklı’lı (bu da ilginç bir hoşluk kattı “-lı‘lı”)Türk filmlerinde çok sık duyduğumuz, işte onun asıl yeri bu film sanırım. Alien’ın, Halloween’ın, Exorcist’inkilerden sonra bir başka sömürülmüş main theme… İnsan kendini tam veremiyor, karın, fırtınanın içinden parmakları üzerinde yürüyebilmek için kasıldıkça kasılan, mayolu Banu Alkan ha geldi ha gelecek stresini yaşıyor. Öylesine şaşırtıcı efektleri olan bir film, bın bın… bın bın… Ya da Nuri Alço hap atıyor bardağa, bın bın… bın bın… Amca kurbanı emrah, bın bın… bın bın…

Bu saçma girişten sonra, özellikle belirtmem gerekiyor ki, Carpenter’ın The Thing’i 2007 model The Mist’in (http://www.imdb.com/title/tt0884328/) atası, dedesi. Zaten onun başında David Drayton ‘ın çalışma odasında The Thing’in de afişinin bulunması çok açık bir göndermeydi. Gerçi her göndermeden çıkarılacak sonucun ayağı yere iyi basmaz, güvenilmez olur kinayeler, ters köşeye yatırır ironiler, bulabildiğiniz tüm kelimeleri kullanın, hepsi yanıltıcı olabilir kısacası. İnsan görmek istediğine hapsolabilen bir canlı, ya ne olacaktı? Düşünebildiğini düşündükçe var olduğunu anlayabilen bir canlıdan başka bir şey beklenmez a, ben de bilinçli hapsimden böyle bir sonuç çıkarmışım. Ne diyorduk “Şey”, “Sis”in dedesi. Sadece hatırlattığım gönderme değil, açık seçik bir şekilde sis içinden fırlayagelen canavarlar da şey’imsi, Thing’vari anlayacağınız. Her an insanı şaşırtmaya yönelik mahlukatlar. Kimi sürüngene benziyor, kimi kanatlı mı kanatlı. Kiminin içinden başka bir tane daha çıkıyor; kimi karşılaştığı canlıyı, insanmış, hayvanmış dinlemeden öldürmekle kalmıyor, aynı zamanda kendini ona da benzetiyor. Kimi büyük, kimi küçük. Kiminde sadece göz var, kiminde sadece kulak. Anlayacağınız Alien veya Predator gibi insanın aklında kalıplaşmış bir şekilde kalmıyorlar, zaten o yüzden, “benzetilemediklerinden” “The Thing” olarak kalıyorlar. The Thing’de de bu böyle, The Mist’te de.

Aslında bu “belli bir yapı içinde kalmama, insanın aklında tasviri ve tabiri mümkün bir şekille yer etmeme” nitelikleri üzerinde durmak gerek. Bu ilginç bir durum, insanın elinden / zihninden çıkmış kurgulara baktığınız zaman (sanki başka bir canlının böyle bir yeteneği varmış gibi konuştum, haklısınız, insan kurgulayabilen tek canlıdır, mahlukattır) belli bir akla yatarlık görüyorsunuz. Bu bir nevi, sık dile getirilen “bir şey insanın aklına gelmişse, onun gerçekleşmesi mümkündür” düşüncesinin sağlaması. İnsan başka türlüsünü kurgulayamaz, insan zihni, insanın kendisine, kapasitesi kadar bir mutluluk, hüzün, şaşırma, korkma vs. alanı tanımaktadır, dışına çıkamıyor. Bunun sonucudur ki, görmek istediğinizden fazlası size haram, duymak istediğinizden fazlası ise ses’siz. İşbu haliyle kurguda “sıradışılık” durumu çoğunluğun aklına gelmeyenin sunulması gerekli ki, insanların kalbinde yer edebilsin. “İnsanların kalbi” işte asıl sahne bu. Şöyle düşünün, elinizde eserinizle çalmadığık kapı bırakmamışsınız, malınızı satmaya çalışıp da bir türlü elinizden çıkaramamışsınız, suratınıza düşen de salt umutsuzluk ifadesi. Bir gün “diğerlerinin aklına gelmeyen” bir fikirle suratınız aydınlanıyor ve ortaya, diğerlerinin kalbine yani sahnelerin sahnesine çıkabilecek ‘yaratıcı’lığı eserinize yansıtabiliyorsunuz. Bana kalırsa The Thing’deki can alıcılık da böyle bir süreç izlemiş. Aklımıza gelmeyen bir yaratık, adı yok, sadece “Şey”, geliyor ve insanları yiyor mu, yedikçe hayıflanıyor mu, mutlu mu oluyor, esasında daha genel ve büyük bir amacı mı var, bilmiyorsunuz. Kurgudaki kendine hayrı olmayan üç beş tane tip (doktor diyorsun, herkesten önce sukunetini ve serinkanlılığını yitiren o; ya da köpekleri canavarlaşınca, -canavarın fiziksel etkisine maruz kalmamamış olmasına rağmen- on katı kadar canavarlaşan sakallı adam, neye dermansınız kuzum siz, sizinle “Natural Search” mü yapılır allahaşkına?) çıkıyor da “canavar yok şöyle ürüyor, şöyle büyüyor, şunu yapmak istiyor…” vs diyerek olan biteni en basit tabirle anlamlandırmaya çalışıyor. Filmdeki asıl vuruculuk da kanımca, Şey’in ne olduğunu ve bir şey amaçlıyorsa da, amacının ne olduğunu –dediğim gibi adamcıkların çeşitli öngörülerine rağmen- bilmiyor olmamız. Öyle ya her şeyi bilmek zorunda mıyız? Bilim dinine inananların, içine düştüğü bir dehliz bu. Her şeyi tam kapasiteli bile kullanıp kullanmadığımızı bilmediğimiz yumruk kadar bir beyinle çözmeye çabalıyoruz. Suya binlerce yıldır bakıyoruz, bula bula bulduğumuz tek şey H20, sokaktan geçen adam için hiçbir mana ifade etmeyen kısaltma. Gökyüzüne baka baka ise yaptığımız tek şey, göbeğimizi kaşıyarak hayal kurmak. Hiçbir şeyi bilmiyoruz ama her şeyi bilebilirmişiz gibi düşünüyoruz. Oysa kurgunun çekiciliğinde bu geçerli değil. İzleyici bilmedikçe uyduracak, ona uydurma ve yaratma hatta “hikayeyi tamamlama” alanı vereceksin. İzleyici öğrenemedikçe, öğrenmek isteyecek. (İster sev, ister sevme, ama ısrarla bak, bakınca da zaten “hakikaten be” diyeceksin: Lost!) Öğrenemedikçe hayal kırıklığı yaşayacak, film sonunda “yahu filmde canavarlar o kadar aşikar olmasına rağmen, ben neye benziyor, hala bilmiyorum, ne iş yahu!” diyecek. Zaten izleyici için önemli mi, Şey eğer medeniyete akarsa, bilmem kaç saat içinde tüm dünyayı ele geçirecek, umurunda mı onun? Asla! Kurgucular da bunu düşünmüş olacak ki, sadece bir iki yerde geçiyor koca filmde , o kadar. Canavarlı bir film ama canavara dair en ufak fikrimiz yok. Bildiğimiz bir şey var gerçi, ama işte dedim ya, izleyiciye nefes alma alanı bırakmadığın ölçüde, onun “umuruna” seslenmemiş oluyorsun.

Bize hakikatmiş gibi sunulan sanılar dışında bildiğimiz şey şu uzay menşeili, bizim Şey’imiz!

Filmin başında uzaydan akıyor aracıyla, film aktıkça da anlıyoruz ki, buzluk bir alana da çakılıyor, Norveçliler çıkartıyor, donmuş kalıp içinden tekrar aktif hale getiriyorlar onu. Sonuç? O bizim içi hala bir Şey. Her an herkese sızabilir, bu da bir bilgi ama dedim ya izleyici için önemsiz bir bilgi, önemli olan bilmediklerimiz. Hakkında atıp tutamadıklarımız. Atmasak da, tutmasak da o bir Şey, ama nasıl bir Şey, bilmiyoruz. Bizi çeken de o.

Karakterler arası güvensizliğin tavan yaptığı sahnelerde hissettiğim şu oldu, aklımıza dayanarak her şeyi çözebileceğimizi düşündüğümüz, konformistlere uygun modern dünyada ne kadar kendimizi rahat hissediyorsak, aslında o kadar rahatsızız. En basitinden köyde yaşayanlar kapı, cam açık yatıyorlar. Gerçi bu da kalmadı artık, kalmamalıydı zaten. Çağ iletişim ve reklamın koalisyonu, azınlıkta kalan ise akli olmayanlar, yani deli kabul edilenler. Banyo küvetini geçtik, artık evvelce balıkların egemen olduğu denizlerde bile balık kalmadı, “fishing” artık üçüncü sınıf Amerikan filmlerinde oğluyla “baba oğul”luk statüsünü tatmin edecek adamın kareli gömleğini anımsatıyor sadece. Artık her yer güvensiz. Bacon bir yerde “ihanet en çok geceleri olur” diyor, artık her yer geceyi yaşıyor. Bakmayın köy popülizmine saplanmışım gibi konuştuğuma, 12 yaşında kızını 40 yaşında adama bir çuval soğana satanların çoğu, geceleri kapı pencere açık yatan, herkesin güvendiği, herkese güvenen köylü! “Güven” mi demiştiniz?

Yanı başınızdaki adam şöyle diyor: “Eğer bu ‘Şey’ insanı mükemmel ölçüde taklit edebiliyorsa, benim ben olduğumu nasıl anlayacaksınız?” Doğru, bu Şey herkesi yiyebilir. (En masum ifadesiyle böyle!) Herkes aslında “Şey” olabilir, olmayabilir. O halde bir kan testiyle çözülebilecek bir problem idiyse, o gerizekalı doktor neden kafayı sıyırdı? O neden akledemedi bunu? Dedim ya insan yumruk kadar beynini bile tam kapasiteli kullanamıyormuş (bunu bile –mış’la anlatıyorum, durumun vehameti her yerden anlaşılıyor), adam sadece aklına gelmiş veyahut öğrenmiş olduklarıyla sınırlı. Akledemedi işte, K. Russell akletti. Hem de baş şüpheli iken bunu yaptı.

Filmin bu bölümünde, yani güvensizliğin tavan yaptığı yerde şunu düşündüm: Bu Şey hepimizin içinde olabilir, hiçbirimizin de içinde olmayabilir. Bir nevi sosyal, ahlaki bozukluk. Otobüste, minibüste, kafede, okulda, işyerinde -belki de fishing’de- normal görünüp de, evine ayak basar basmaz 24 yıl boyunca öz kızına tecavüz eden baba kimliğiyle, mahzenlere yakışan bir çatlaklığın, “gizlenmesi gereken” çarpıklığın baş aktörü olmak! Otobüste yer verdiğin yaşlı adama dikkat et, evde karısını dövüyor olabilir. Sana “sağol evladım” demesi ise aslında aklından seni düzmeyi düşünmediği manasına gelmiyor.Tam bir histeri durumu, tam bir güvensizlik. Kurguya göre herkes Şey olabilir, herkes Şey’den kendini sıyırmış, kurtarmış olabilir. Bacon şöyle diyor bir yerde, “Suspicionum intemperies est mania quaedam civilis.” Yani Türkçesiyle “aşırı şüphe durumu, sosyal bir çılgınlıktır.” Şüphelerle yaşamak zorunda kaldığınız vakit, artık yaşamaktan vazgeçmiş oluyorsunuz. Bu her alanda, herkesle olan ilişkimizde geçerli. Sevdiğimiz kadınla aramızda da şüphelerden doğan hastalığımız aslında çılgınlaşmamız demek; işyerinde, okulda, akademide ayağımızı kaydırmaya çalıştığını sandığımız herife yumruk attığımızda da aslında ”kovulası” biriyiz, yalnız bırakılası, yaşamda “aksi, meymenetsiz, paranoyak” gibi sıfatlarla tam’lanıp bir köşeye fırlatılası piçleriz. Oysa dedim ya, hepimiz normal görünüyoruz. “Ahlaki bozukluklar” lafı “ben ahlakı iplemem” triplerinde gezip sokak ortasında, varoş mahallelerinde memesini, kıçını, çükünü açıp dolaşamayacak kadar korkakların “bir ahlak karşıtı” gibi göründüğü bu yozların dünyasında, tıpkı filmdekine benzer bir şekilde herkes aslında “temiz”dir. Adamın sorusu doğruydu: “Eğer bu ‘Şey’ insanı mükemmel ölçüde taklit edebiliyorsa, benim ben olduğumu nasıl anlayacaksınız?”

Anlaşılamaz kardeşim, anlaşılamadı da. Filmin sonunda hadi Mac’den emindik de, Childs’ın “temiz” olup olmadığını bilmiyorduk. Düşüncede bozulmuşluğu, çürümüşlüğü, eylemde çarpıklığa dönüşmemiş olanlar ne olacak? Onların hepsi Şey’den kendini kurtarabilmiş mi? Tamam kapın açık yatacak kadar çevren güvenilir ama 12 yaşında kızını 40 yaşında adama verebilecek kadar çarpıksın, ya buna ne demeli? ”Şey” sana bulaşmamış, sen “Şey”leşmiş oluyorsun. Kan testi de paklamıyor, “Kan hayattır” düsturu ironik bir şekilde senin durumuna uymuyor. Çünkü sen kansızsın. Böyle giderse belki de kızını verdiğin adam yüksek mevkilere gelebilir, belki bakarsın Patagonya’da cumhurbaşkanı olur, işte o zaman bu filmde anlatılagelen bilmem kaç saatte dünyaya egemen olabilme yetisine sahip “Şey” gerçekten de amacına ulaşmış olur.

Filmde yerini alma durumu ise havada kalıyor, başta söylediklerimle çeliştiğimi sanmayın. Bu “havada kalma” durumu aslında iyi bir şey! “İyi bir şey nedir?” diye sorarım biri bana “x iyi bir şey” derse. Doğru, göreceli kavram. Ancak kastettiğim şu, izleyiciye hangi odada ne var söyleme, kapıları açık bırak, izleyici tek tek odalara girsin, umduğunu da bulsun bulamasın, onu bile söyleme. Hatta bir sis olsun, bir de neye benzediği belli olmayan, belli bir görünüşü olmayan bir canavar. Öyle bir canavar ki, hepimizin içine sinmiş olabilir, olmayabilir. Önemli olan aklımızda belli bir şekilde yer etmemiş olan bir şey olması. Görüp görebildiğimiz tek şey efekt! Efektle de karın doymaz a, aksiyon da var! İnsanlar var ama hepsi yalnız, hepsi bir başına. Koşullar hepsini “tek tabanca” kılmış, herkes şüpheli, herkes “her an hayatımızı riske atabilecek olan”. Birlik ve beraberliğe engel “güvensizlik” durumunu da ekle, al sana The Thing.

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: