Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

>Cemil Meriç, QUINZE-VINGTS GECELERİ (Jurnal’den)

>

27/2/2008 · Kategori: Vesikalar

Cemil Meriç, QUINZE-VINGTS GECELERİ (Jurnal’den)

QUINZE-VINGTS GECELERİ I

Kafası boşlukta dönen bir çark gibi mânâsız ve faydasız uğultularla dolu. Hatıralar çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibi. Istıraplarını kelimeleştirmek tesellisinden de mahrum, ağlaması da yasak!

Bu uçsuz bucaksız kainatta onun hissesine düşen mesafe vücudu ile hudutlu, ağaç gibi, evet ağaç gibi…kökünden sökülmüş ve kurumaya terkedilmiş bir ağaç.

Ona öyle geliyor ki aylardan beri dünyanın bütün saatleri durmuştur. Yalnız…Belki ebediyen yalnız.

Buffon çölün dehşetinden bahseder. Pascal sonsuzluğun yıldırım gibi çarpan azametini anlatır…

Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekâmızın gözbebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkumdur. Hayatımız bakışlarımızdan maddeye işler: madde bizimdir. Tabiatla ebedi bir vuslat içinde yaşayabiliriz. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Mekân canavarı, bütün buutlarıyla ehlileşiverir. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrinde, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Yıldızlar onun için doğar, çiçekler onun için abideleşir, güneş, kuşların kanadında, onun için, alaimisemanın bütün nüanslarına geçit resmi yaptırır. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.

* *

Sesler, yapışkan, kirli bir sümüklüböcek murdarlığı ile bütün vücuda dolan sesler… Hastanın biri ördeğini doldurmakla meşgul…

Bir temerküz kampının rutubetli hücresinde sabahı bekleyen adam, herhangi bir dâvanın fedaisi olmaktan doğan gururla sarmaş dolaştır. Kulaklarında her an bir destan mısralaşır. Yarın beynine son kurşunu yerken tabiatın şehrayini ile bir kere daha kucaklaşacak ve nesiller Meçhul Asker’in mezar taşında onu da hürmetle selamlayacaktır…

Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler…

* * *

Horace, hastalıkların şiire konu olamayacağını söyler. Lucrece, Atina’daki büyük vebayı terennüm etmişse de, bu evvela bir istisnadır, sonra vaka kahramanı herhangi bir şahıs değil, bir kalabalıktır.

Hastane, dünya romanının iğreti misafirlerinden ve figüranlarındandır. Barbusse’ün “Ateş”i (Le Feu) bir sanatoryumda başlar. Zola’nın “Fecondite”sinde, Dickens’in adını hatırlayamadığım bazı romanlarında, Tolstoy’da, D’Annunzio’da, Çehov’da hastalardan ve hastanelerden uzun uzun bahsedilir.

Evet, insan hayatını bütün çıplaklığı ile, bütün kirliliği ile sayfalaştırmaktan adeta marazi bir zevk duyan roman bile, hastaları üvey evlat saymış. Herhangi bir katil, herhangi bir hırsız, herhangi bir sapık, karanlıklar içinde bocalayan bu ıstıraplar kervanının bütün unsurlarından daha enteresan.

Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi mânâsız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık… Çocukken oynadığımız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe.

Bu koğuştakiler saati, ya dışarda birbirine çarpan süt güğümlerinden veya Mösyö François’nın öksürüğünden öğrenirler. Bu koğuşta sözü doğru değil, bu cehennemde de kastlar, dereceler, farklar var. Birazdan Mösyö Francois, eşeklerini sulayan bir değirmenci çalımı ile hastalara sütlü kahve dediği acayip içkiyi ihsan edecektir… Koku ve ses. Ten kokusu, sidik kokusu, ağız kokusu, genzi gıcıklayan ağır bir nikotin kokusu…Kocaman konserve kutularından uydurulan sigara tablaları ağızlarına kadar izmarit, meyve kabuğu, ekmek artığı doludur…

* * *

Okyanusta bir sal, salda bir yolcu ve gece…Bu kitap fırtınaya tutulan o yolcunun, içine kafasındaki bütün ışığı doldurup, dalgalara fırlattığı şişe! Denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak… Kumsalda oynayan çocuklar içindeki tornan uçurtma mı yapacaklar?

Düşüncelerine inatçı bir zıpkın gibi saplanan ıstıraplardan utanıyor, utanıyor. Kanatları oklarla delik deşik düşüncelerinin. Onlarda ne kartal ihtişamı var, ne albatros azameti… Bir zamanlar bataklıklardan enginlere bir kırlangıç gibi süzülen düşünceler… Şimdi enginler sis içinde.

Deha, dikenli bir taç. İsa’dan Marquis de Sade’a, Homeros’dan Milton’a kadar bütün bu büyükler Nemesis’in hışmına uğradı. Deha, dikenli bir taç, yaratmak daima ıstıraplı… Fakat yaratamadan ıstırap çekmek daha dayanılmaz bir çile. Yahut, kalbinden ve kafasından doğacak bütün varlıkların, zinde ve gürbüz de olsalar, öldürüleceğine inanmak ve onları doğmadan boğmak… İsparta cılız çocuklan boğarmış. Bugünkü cemiyet fikrin ve hissin en nurtopu çocuklarına musallat. Muarri, mutaassıp bir dünyanın kucağında en kutsal inançlarla hiçbir ceza görmeden alay edebiliyordu. Bedbahtlık ona böyle bir imtiyaz kazandırmıştı. Modern cemiyette bedbahtlığın o kadarcık tesellisi de yok.

* * *

QUINZE-VINGTS GECELERİ II

Dante Cehennem’i anlayamamış Dostum. Cehennem, hatıraların küllenmesi, ümitlerin susması. Cehennem haykıramamak, ağlayamamak. Cehennem çöl değil, kuyu: sularında yıldızlar pırıldamayan kör bir kuyu cehennem. Çölde yıldızlar konuşur, rüzgâr konuşur…

Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Göz bebeklerimizden fışkıran her seyyale mekân canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo, o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.

Nemesis, Nemesis… Alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilahe, neyimi kıskandın benim? Elbetteki Promete seni çılgına döndürecekti. Dârâ’nın azametine, Karun’un debdebesine, İskender’in yiğitliğine kızmakta haklıydın. Homeros, Milton, Beethoven hışmına uğramaya layıktılar. Ey, yıldırımlar gibi, ulu çınarlara musallat tanrıça, ben ne erguvanlar içinde doğan bir Bizans prensiydim, ne gururuyla tanrıları kışkırtan bir titan.

Ama madem ki yalnız uluları, yalnız mutluları damgalayan parmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına layık gördün, seni utandırmayacağım, ya ölüm şarkılarımı boğacak yahut elimden aldığın dünyadan çok daha muhteşem bir kainat yaratacağım. Sana meydan okuyorum Nemesis, senden korkmuyorum ey çılgın bakire!

“Car lorsqu’on est mortel, on ne saurait sans crime “Elever ses desirs au-dessus de son rang: “Le demesure en fleurissant produit l’epi de la folie, “Et la recolte en est un moisson de larmes

(“Darius’un Hayaleti”, Les Perses)

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Bilgi

This entry was posted on 13/07/2008 by in Başka birtakım hassasiyetler, Genel and tagged , , , , .
%d blogcu bunu beğendi: