>Demokrasi ve Özgürlük
>
insanlar yönetmek zorundaydı, yönetmek ama öyle böyle değil; egemen olarak yönetmek, öyle yönetmek ki; suyu çıkana dek, öyle yönetmek ki; pragmatist hülyalar ters tepene dek, öyle yönetmek ki; karşıtlarını tukaka ilan edip hem de insanın en temel hakkı olan ses çıkarmak hadisesini bir çırpıda yok edip, savunduğu görüşleri bir kenara fırlatıp, bizzat savunduğu görüşlere sırtını dayayarak; nasıl oluyor bu, oluyor işte; en demokrasi sevdalısı aslında demokrat olmayandır; en özgürlük cengaveri en özgürlüğü savunmayandır; bir ahlak karşıtının etiği olarak nietzsche ‘yi ahlaksız olarak düşüncelerde yargılayıp ağzının köpürmesini seyre dalanların ahlakıyla koşut; ‘demokrasi ve özgürlük’ aslında 20. yy.’da; insanın içindeki birikmiş borçların ödenmesi gibi; bardağın artık taşması gibi; renaissance ve merkantilizm ile ilk adımlarını atıp ayağa kalkan; doğaya hükmetmek isteyen insan’ın dramı olarak; ‘demokrasi ve özgürlük’ aslında; teknoloji, daha kanlı, daha acımasız savaşlara doğru orantılı bir biçimde gelişedururken, doğanın belli bir kısmını hegemonyası altına almak isteyen insanın; sadece araçlarıydı.
oysa dünyanın nasıl meydana geldiğine dair o en eski öğretilerde böylesi bir araç yoktu; bu kadar kan akıtılamıyordu; iki buton darbesiyle füzeler, denizaşrı memleketlere insan hakları götüremiyordu, kentler dakikalarla ölçülebilecek bir zaman diliminde kana bulanamıyordu.
kılıç kılıca dövüşen, kalkanlarıyla kendini savunan insan artık tek buton darbesiyle; evini yurdunu, ailesini hatta canını kaybediyordu. hiç görmediği birileri; hiç tanımadığı birileri, salt hegemonik saplantılar, emperyalist puştluklarla bombalar yağdırmıyor; teknoloji ve sosyal birikimler henüz bardaktan taşmadığından çekilen acılar papyruslarda yerini alırken, sayılar daha yeni yeni 3 haneli rakamları bulabiliyordu; belki bulamıyordu.
olsun varsındı, insanlık binlerce yıllık yolculuğunda gelişmişti.
ama biz o eski öğretilere döneceğiz bu entiride evvela;
babillilerde, fenikelilerde, yahudilerde, perslerde,eski türklerde yani doğulu kavimlerde dünyanın meydana gelişi üzerine mitolojik öğeler söz konusuydu.
doğulu kavimler gibi yunanlar arasında da; dünyanın meydana gelişi, tanrıların meydana gelişi aynı şeydi. örneğin hesiodos i.ö. 700 civarında homeros’unkiler gibi heksametron vezniyle yazılmış theogonia ve erga kai hemerai adlı eserlerinde işte bu koşut oluştan söz ediyor; herşeyden evvel khaos ‘u ortaya koyuyor; sonsuz boşluk.
sırasıyla; gaia, eros (erkek), parthenogenesis yoluyla uranos, dağlar, deniz, geceden ölüm, uyku ve düşler soyu. toprak ana ile göğün birleşmesi sonucu oluşan tanrılar.
hellenlerin tanrısı doğanın yaratıcısı değildir; sadece doğa içinde hükmedendir.
işte geldik vardık doğaya. hesiodos’a göre işte doğa ve yöneticisi böyleydi. (ayrıntılı bilgi için: theogonia/@jimi the kewl)
doğa vardı, doğa tanrılar tarafından yönetiliyordu, yedi bilgenin sözleri de aslında bu döneme ışık tutuyordu; lindos‘lu kleobulos ‘a göre; ölçü en iyi şeydi, babayı saymak gerekiyordu. dinlemek varken gevezeliği tercih etmemeliydi insan. hazza hükmetmeli, zorla hiçbir şey yapmamalıydı, çocukları eğitmeliydi. atina’lı solon; hiçbir şeyde aşırı olmamayı, keder doğuran hazdan kaçınmayı öğütlüyordu. çabuk dost edinmek gereksizdi, edinilen dostları da çabucakgözden düşürmemeliydi. sparta‘lı khilon; kendini tanı derken, miletos’lu thales; kefaletin yoldaşını felaket olarak görüyordu. lesbos’lu pittakos; soylu olmayı güçlü olmak sayarken, uygun zamanı salık veriyordu. priene‘li bias; insanların çoğunun kötü olduğuna kanaat getirirken, korinthos‘lu periandros; bütünü düşünmenin gerekliliğinden dem vuruyordu. dinginlik güzel bir şeydi onca, atılganlık aldatıcı bir şey.
oysa miletos ‘lu filozoflar atılgandı; 20. yy.’da insan’ın egemen olmak istediği doğa’nın özünün peşine düştüler; dinginlik onların ruhunda yoktu belki de; bilimsel felsefenin doğduğu, asia minor (bildiğin anadolu işte) kıyısındaki ionia kenti olan miletos’da ilk kıpırdayan thales oldu. ona göre; bir dünya sorunu, bir doğa sorunu vardı; dünyanın temel maddesi neydi? arkhe nedir sorusu aslında insanın kendisine sorması gereken bir sorudur, her dönem, her çığlıkta, her aldatışta, her kanmada, belki her kendine kapandığında, her yıkıldığında, her evinden şen kahkahalar yükseldiğinde, her oğlu her; aristoteles’e göre; doğa felsefesi, yani insan’ın zamanla egemenlik kurmak isteyeceği, bir zamanlar kendilerinin kurmadığı şeye hükmeden tanrılardan çalmak isteyeceği doğa’nın felsefesini ilk ele alan thales’tir. temel madde sudur. zaten insani şekilde tasvir edilen tanrıların dünyada bulundukları zaman, filozof için geçmemiş miydi? al bakalım thales efendi; sana su!
suyun içinde tanrısal yaratma gücünün, mıknatıs taşındaki çekme kuvveti gibi bir hayat gücünün bulunduğunu düşün bakalım. herşey sana göre tanrılarla dolu. dünyada tanrısal olmayan hiçbir şey yoktur hatta.
bu arkhe’ye karşı çıkacak olan sen mi kaldın anaksimandros efendi? oysa onunkisi arkhe ‘yi iyiden iyiye belirlemekten başka birşey değildi. ona göre apeiron, yani sınırsız bir şeydir doğanın özü. hani şu egemenlik kurmak istediğimiz doğanın özü. apeiron yaşlanmaz, ölmezdi, hep yaşardı. anaksimenes ise geldi havayı (bkz: aer) tanrı diye belledi, arkhe olarak tam masanın üstüne koydu. bu görüş aslında doğallıkla materyalist ve naturalist, bütünüyle monist ve pantheist bir görüştü.
insanın doğayı açıklama çabası, günümüzün kente dayalı yaşamında kimi zaman denediğimiz kimi şeylere benzer. doğadan kopma isteğimize . doğa ve medeniyetin arasında sıkışmış, profanlaşmış insan, doğadan gelmesine rağmen, bütünüyle doğal yaşamadan uzaklaşmıştır. doğadan kopuşu, aslında beri yandan insan oluşudur, bu insan oluş, yaşıyor olma süreci yanında aynı zamanda ölüyor olma sürecini de yaşıyor olmamız gibi birşeydi. fakat bu bahsettiğim, verdiğim yaşıyor olmak sürecinin aslında tam tersi; zira insan üretmeye başlıyor, ürettikçe üretiyor, kültürünü arttırıyor, kendinden olmayan, kendisine benzemeyen insanlarla iletişime geçip, geliştikçe gelişiyor; uygar oluyor.
bakın adım adım demokrasi ve özgürlük diye kullandığımız tabirlere yaklaşıyoruz;
kentlerde yaşamın en büyük getirisi ve afyonu, insanı doğadan daha bir uzaklaştırıyor olması ve bunun da temel sebebi rahatını bozmayacak şekilde, doğadan koparılmış kuşun tüyünden yastıklarda uyuma hakkı örneğin; can evinden yakalıyor. uygarlık, rahatlıktır, doğa ise vahşi olandır, insanın özü de aslında benzer değil midir? dünya yaşanılacak yer değildir insan için; nietzsche ‘nin tasvir etmekten bıkmadığı, o dünya yaşanılacak bir yer olsaydı, iyi olaylar bizi bu kadar asla ama asla şaşırtmazdı, trajedisini bizzat kendi doğasında da görmüyor muydu?
mutluydu, yalnızdı. en mutsuz olduğu an, birden şimşekler çakıyordu, çoğalıyordu, herakleitosçu bir düşünle; bir ile birçok’u aynı potada eritiyordu; oysa trajik olan birşeyler vardı kendisinde. bizzat kendisinin yaşıyor olması trajikti.werther‘in lotte aşkı değildir trajik olan, trajik olan werther’in orada bulunması, mektupları yazmasıdır. aşk sadece bir ayna, bir göstergeç; biz burada werther ‘i görmeyiz, kafasındaki mermiyi de görmeyiz, lotte’yi hiç görmeyiz; ama satırları görürüz; hem de altlrına atılmış tarihleriyle. anlatabiliyor muyum; insanın bizzat yaşıyor olması; prometheus’un ateş’i çalması akabinde, pandora’nın insanlığa hediye edilmesiyle trajik bir hal alır. yani insan kadınına kavuşur, insan olur. ama üzülmeyi öğrenir. günü gününe uymayan dengesizliği, dengesizliğinden oluşan kosmos‘u, bir’i görür. (bkz: inen ve çıkan yol bir ve aynıdır) (bkz: herakleios)
insan karşıt hisleriyle yaşayadururken; kent yaşamının o huzur dolu günlerinde; aslında onulmaz yaralar açtığının farkında değildir; işte bu da trajik olan’dır.
insanın en temel doğası akıl’dır; aklıyla kendimi keşfettim der fakat aklıyla şaşırmamayı seçmemelidir, şaşmayan insan, herşeyi rasyonel bir zekayla çözdüğünü sanan insan, banyo küvetinde balık avlayanla (örnek; cengiz çakmak‘tan) dalga geçerken, doğasından da uzak kalıyordu, aklıyla herşeyin üstesinden geldiğini sanıyor, kuş tüyü yastıklarda yıldızlara bakıyor, evrenin ne kadar büyük olduğunu düşleyip; döneme göre onu bir tepsi, bir düz, bir çizgi, bir kare, bir daire olarak düşünüyordu.
hiristiyan ortaçağı’nın hakikat nedir ‘e verdiği yanıt aslında kutsal kitabı ve isa’nın tanrının krallığını anlama üzerine dayalıydı. insan için artık doğa diye birşey kalmadı, önemini yitirdi. maddeye ilişkin olan aşşağılanıyordu; ortaçağ’ın içinden doğup çıkmış olan rönesans ise insanın kendisini ve kendisiyle ilgili herşeyi yeniden keşfetmeye çalıştığı bir zıkkımdan öte birşey değildi. kısa bir moladan sonra yeniden doğaya dönmüştü insan.
işte hikayemiz asıl burada başlıyor; demokrasi ve özgürlük ‘ün temelleri atılırken; artık doğaya sığınmak, doğayı bilmekle açıklanmıyor, ona egemen olmayı da gerektiriyordu. francis bacon ‘a göre bilmek egemen olmaktı. doğayla bütünleşti ya, aydınlanıyordu ya insan; aslında bu pragmatist bir çerçeveden gerçekleşiyordu; insanın amacı sömürebilmekti onu. hatta kendi ırkından olup da, kendisi gibi gelişemeyenleri sömürmek. doğada ne varsa kullanmak, kendi yaşamını düzenleyip, zenginleştirmek ve işte tragedyanın en sağlam örneği; bu yolla da uygar olmak! başka türlü uygar olamayacaktı. zenginleşme histerisi, yaşam tutkularını yerlebir etti kabul, yeterli mi yergimiz hayır; doğa uygarlık zıtlığını daha da körükledi. 18. yy. ın ortalarında jean jacques rousseau, insanın doğası gereği doğaya ait olduğunu söylese de, genel itibar bu yönde değildi. uygarlık kendi doğal durumundan uzaklaşmıştı. 19. yy. sonları ile 20.yy. başında, rönesans’dan beri sürüp gelen gelişmeler sanayi devrimi’ni körükledi ve doğayla insan arası iyice açıldı. uygarlık, insana yeni keşifler, teknolojik yenilikler sunuyor, insanın gözü körleştikçe parıltıdan, doğa diye birşeyi hiç göremez oldu. teknoloji çağı alabildiğince hızlı bir şekilde akıyordu artık. attilla erdemli hocama göre; insan rahatına düşkün bir varlıktır, aslında yapılan değerlendirmelerin hepsi doğrudur, insanın kurdu insanın kendisidir, herşeyin ölçüsü yine insandır. yine hocama göre; sevinci kımıldatan, insan başarısının onurundan çok, buluşun bize sağladığı rahatlık ve kolaylıktır. sevinirken birşey hep gözardı edilir: her buluş, her teknolojik gelişme getirdiği rahatlık ve kolaylık yanında insana bir bedel ödetir. bu bedeli insan mutlaka öder ve bedel çok zaman acıdır, yıkımdır, umutsuzluktur, daha kötüsü insanın yitirilişidir. teknolojik atılımlar ve onlara bağlı toplumsal, ekonomik gelişmeler birinci dünya savaşı ile güçlerinin aynı zamanda nelere yettiğini de göstermedi mi? savaşın ardından gelen kuşak kendisini ikinci ve daha korkunç bir savaşın içinde buluvermedi mi? ikinci dünya savaşının ardından soğuk savaş yılları geldi.iki büyük ekonomik güç arasındaki çekişme, dünyayı sarmasa da, dünyayı etkileyen savaşlara neden oluverdi. kore’de insana ilk tokat atıldı, sonra vietnam’da. beri yandan savaşla doğru orantılı olarak teknoloji de gelişiyordu, gelişen teknolojiydi, gelişen savaştı. herakleitos’un; savaş ‘ın yöneticiliği inancı modern insanın vazgeçilmez hakikati ve trajik sonu oluyordu. doğa’nın belli bir bölümüne egemen olmak isteyen, oranın sahibi olan insanlar egemen olmalıydı. evet bu anlayış daha rönesans ile ortaya çıkmış ve merkantilizim ile ilk adımlarını atıarak ayağa kalkmıştı. 20. yy.’da değişen, yalnızca sahip oldukları doğayı kullanabilmek için, o insanlara egemen olma biçimiydi:
demokrasi ve özgürlük!
kynikçe hippi yaşamı, gençlik hareketleri neydi ki, insanlığın sürüklendiği, demokrasi gibi, insan hakları gibi, medeniyet gibi bol yaldızlı kavramların parıltısı arasında kaybolup gidiyorlardı.
çünkü güçlü olan, yayılmacı olan, yayıldıkça yayılan (emperyalist) sadece şu yüzden bile haklıydı; büyük balık küçük balığı yutardı: liberalizm
“nietzsche 20. yy.’ın başında öldüğünde, insanlık, barbarlignii örten maskelerinin pek cogunu henüz cikartmamişti. iki dünya savaşına, gaz odalarından atom bombasina degin bircok yontemle gercekleştirilen toplu öldürmelere, bu iki savasın dogaya ve insana getirdiği yikimlara ve 20. yy. boyunca sürüp 21. yy.’a atlayan bolgesel savaslarda, bu yikimlarin onlara, yirmilere katlanısına; insan yasamini ayakta tutan değerlerin paramparca edilisine, barbarliğin en uygar giysiler içinde siritarak ortaya cikişina tanik olmamişti. eğer insani asagilayan bütün bu olaylara nietzsche tanik olsaydi, sanıyorum “tanrı öldü!” diye bagirmazdi; “öldürün şu yeni tanrıyı! yok edin şu yeni dinin mabetlerini! tutuklayin müritlerini!” diye haykirirdi. o haykırırken, öldürülmesini istediği yeni tanrı, tutuklanmasini istediği müritleri ile ona en trajik cezayi verirdi: dünya barış odülü.
ödülü kabul etse de etmese de sonuc değişmezdi. müritler büyük ibadetlerine donerlerdi; yani, sabahları erkenden uyanirlar; hemen giyinip işlerine kostururlar; akşama dek arılar gibi calisirlar; akşam biraz dinlence, sonra dogru eve; tv’de haberler, tv’de filmler, tv’de reklamlar. gazete basliklarıyla konusulur, koşe yazarlarıyla düsunülür, reklamlarla begenilir, kredi kartlarıyla alısveris yapilir; sabahları erkenden kalkilir, ise kosulur, çalişilir, kazanılır, sahip olunur, yeniden calisilir, yeniden kazanilir, yeniden sahip olunur; boylece yedikce acikircasina yaşanir ve sonunda yeni dinin sadik ve mutlu bir müridi olarak, bedeli onceden kredi kartiyla ödenmis güzel bir mezar tasinin sahibi olunur. yeni tanrı ‘para’dir, yeni din ‘ekonomi’dir; dinin merkezleri cokuluslu şirketler, müritleri ise homo economicuslardir. homo economicus profanlaşmiş bir insandir. o, trajik olani dislamiş, ozel bir trajediyi yaşamaktadir; bir profan trajedisini yani dionysos ile apollon’u kalite bir barda bulusturmus,, güzel hanimlar arasında egzotik içkilerini yudumlarken, birbirlerine entellektüel düzeyli fikralar anlatarak, zamani keyifle geçirmelerini saglamaktadir. bu dünyada daha baska ne istenir? 21. yy.’a yakişan da budur zaten.
kimdir bu homo economicus? o biziz. o her birimizde. ona karsi çıktıgımız zamanlarda bile içten içe ona ozeniriz. onu yenmek istediğimiz kadar onu ozleriz. o biziz. biz, yani su 21. yy.’ın basındaki insan.”
evet hepimiz, bu çağa ve bu çağın bu güzide iki değerine yakışıyoruz.
doğamızdan koptuk, diye diye ağlamayacağım, ağlayan çıkarsa da samimi bulamayacağım. ben burada, odamdan yazıyorum, siz orada odanızdan okuyorsunuz. pencereler örtük, lambalar yanık; hani şu hep dem vurduğum roma sevdasından somut ideallerle bitirmem gerekirse entiriyi; her ne kadar “akılcı ve insancı değerler sistemine dayalı düzen içinde yaşayan toplumlar, bu düzeni benimseyen insanlar batılıdır; onun dışındakiler ise batılı değildir.” tanımlamasıyla suat sinanoğlu hoca fazlaca iyimser bir gözlükle değerlendirme yapmışsa da -ki batılı olma ümidiyle, benliğine bir şekilde uymayacak gömleği giymeye çalışarak artık ne eskisi gibi kendisi ne de ‘batılı’ olabilmiş kişi ve toplumlar için hem kötümser hem trajik bir durumu hatırlatıyor bana bu tanım.- kanımca şu şekilde bir çıkarım ya da tespit yapmak zorundayım; “roma’nın belirlediği kurallar içinde ve romacı değerler sistemine dayalı düzen içinde yaşayan toplumlar, bu düzeni benimseyen insanlar romalıdır; onun dışındakiler ise romalı değildir, barbardır, yabancıdır, romalı’nın kurduğu (yeni) dünya düzeni ‘ne uymak zorundadır.” üstelik iletişim çağında yaşayan bizlerin bile; canlı şahidi olduğumuz ‘iletişimsizlik’ savaşları, o savaşlara gösterilen tepkisizlikler, güçlünün güçsüze olan adalet sağlama amacıyla yağdırdığı bombalar, ‘humanizma adına geri dönüşü olmaz yol’dan sapmalar, o sapmaları en tepki gösterenimizin bile artık duymaz, görmez, hissetmez hale geldiği bir ortamla, caesar’ın çapı ile ölçülemeyecek bir nisbette olmakla beraber yine de büyük bir devlet adamı sayılan augustus ‘la başlayan, roma’nın istediklerinin olduğu, istemediklerinin de olmadığı principatus ve pax romana / roma barışı dönemi karşılaştırıldığında kanımca, birçok olanağa sahip bizlerin ve dönemimizin bizzat o olanaklarımıza rağmen yapamadıklarımızdan ötürü daha günahkar, suçlu olduğumuz söylenebilir.
kaynaklar:
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...