Aşağıdaki metin 14 Ekim 2023 tarihinde Bodrum Deniz Müzesi’nde yapmış olduğum “Taşlaşmış kurular arasında bir Balıkçı” başlıklı konuşmanın bir özetidir. Yaptığım konuşmanın videosunu en aşağıda bulabilirsiniz.


Merhaba, Halikarnas Balıkçısı’nın tabiriyle bir kere daha merhaba,
Bu organizasyonda bulunduğum için çok memnunum, çünkü ben her şeyden önce bir Halikarnas Balıkçısı okuruyum.
Okurluğumun ötesinde temel çalışma alanı Antikçağ ve antik batı dilleri, yani Latince ve Eski Yunanca olan bir klasik filolog olarak Halikarnas Balıkçısı’nın düşünce dünyasının yansıdığı kitapları her zaman heyecan verici bulmuşumdur.
Onunla her konuda aynı fikirde değilim ama aynı gökyüzünün, toprakların ve denizlerin tarihini düşünürken, aktardığı bilgiler bir yana sadece anlattıklarına heyecan ve ilgi uyandırması bile onun benim ve birçok insanın gözünde niçin bir rehber olduğunu açıklar.
Coşkulu bir rehber ama özellikle de bir insanla karşı karşıyayız.
Halikarnas Balıkçısı düşüncelerinde ve yaşamında tutarlı veya tutarsız tüm eğilimleriyle ve tavırlarıyla bir insandır.
Şimdi diyeceksiniz ki biz insan değil miyiz, evet biz de insanız ve aynı tutarlı veya tutarsız eğilim ve tavırlara bizler de sahibiz. Ama Halikarnas Balıkçısı bu insan yönünü yazıya ve tuvale aktararak kayıt altına almıştır, yani edebiyat ve sanat aracılığıyla insanlığını tarihe not düşmüştür.
Bugün size Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinden ve düşüncelerinden önce, bu insan yönünden bahsetmek istiyorum.
Çünkü Halikarnas Balıkçısı’nın eserleri ve düşünceleri ile ilgili bilgilere internet üzerinden erişebilirsiniz, hoş bugün anlatacaklarım da internet üzerinden bulabilirsiniz elbette, ama hazır biz burada karşı karşıya gelmişken ben ve sizler hepimiz insanlık ortak paydasında ve ortaklığında buluşmuşken bizi bir araya getiren Halikarnas Balıkçısı’nın kendi insanlığını öne çıkarmayı düşündüm. En nihayetinde geldiğimiz bu dijital çağda bilgiye erişmek insanlığa erişmekten daha kolay, biraz insandan söz edelim.
Bu organizasyon için bana ulaşıldığında konuşmamın başlığı hemen aklıma geldi: “Taşlaşmış kurular arasında bir Balıkçı”. Bu ifade Azra Erhat’ın derlediği “Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı” başlıklı kitapta da bulunan 11 Haziran 1957 tarihli mektupta geçer.
Azra Erhat’a yazılmış olan diğer birçok mektubu gibi bu mektubu da Balıkçı’nın insan yönünü ziyadesiyle ortaya koyar. Bu mektubun bir yerinde Balıkçı “son mektubumda kendimi aradığımdan bahsettim” der, Balıkçı kendini arayan bir insandır. Herakleitos da bir fragmanında (B101 DK) “edizesamen emeouton” yani “kendimi aradım” der, kendini aramayan insan taşlaşır kalır. Taşlaşan, yani statik halde, belli bir düşünce ya da yaşam tarzının tahakkümü altında, yaşama heyecanını kaybeden insan arayışı, değişme ve yenilenme çabası olmayan insandır. Örneğin sanatçının tam tersidir.
Nitekim, Balıkçı da az önce bahsettiğim mektubunda kendi durumunu anlatırken sanatçı yani artist ile bürokrat, ihtiyar, eski ve taşlaşmış kurular arasında ezeli bir düşmanlık ve savaş olduğunu söyler. Balıkçı’ya göre “bu savaşta çoğu kere artist yenilir öldürülür. Fakat sonunda hayatlarına getirdiği sevinç dolayısıyla insanoğullarının şükranını kazanır.” (11 Haziran 1957, s.68)
Taşlaşmış olanlar ise belli bir süre tarihte rol alır, sonra unutulur gider, unutulmasalar bile sadece kendileri gibi taşlaşmış olanlar tarafından anılan figürlere dönüşür. Taşlaşma riski hepimiz için söz konusudur, sanatçılar ve edebiyatçılar da taşlaşabilir. En yenilikçi dediğiniz insan bile muhafazakâr birine dönüşüp yeni ve hatta aykırı söz söyleyenlere düşman gözüyle bakabilir. Dolayısıyla taşlaşma salt sanat veya edebiyatla meşgul olarak kaçabileceğimiz bir durum değildir.
Balıkçı’ya göre bu taşlaşmaya meydan okuyan şey, insanın vahşi tarafıdır, bu aynı zamanda artistik taraftır. İnsanın bu tarafı “belki de iyi niyetli, bir eskinin, ihtiyarlığın, yahut başka türlü bir statism’in hükmüne ve baskısının altına konulursa yeryüzünde yaşama sevincinin, sevmenin köküne kibrit suyu dökülmüş olur.” (11 Haziran 1957, s.68)
Başka deyişle Balıkçı bize yaşam sevincimiz için içimizdeki, her türden baskıya direnen, disiplin ve nizamın temsili olan statükonun dayatmalarını reddeden vahşi veya artist yönümüzü canlı tutmamızı salık veriyor. O artistlik yani sanatçılık ki, lafta kalmaz.
Nitekim farklı mektuplarında şunları söyler:
“artist ister istemez «verba»sında olduğu kadar «acta»sında da artistdir. İnsanın hayatı ve hareketleri başka türlü ve eserleri başka türlü olmaz a! İnsan ne ise — gerçekden — ta dibine kadar o olmalıdır. Sanatı, başında taşıdığı şapka gibi olmamalı.” (14 Temmuz 1958)
“Artist biraz ihtilalci olur, eğer gerçekten artist ise… Tadlılık ve eyilik aynı şeydir. Moral bir zevk, bir estetik, bir güzellik işidir bu. Eyi olan tadlıdır, bazen de tuzludur. ‘Bu işin tadı tuzu yok’ gibi bir tabirdeki tuz gibi. İnsan hareket halindeyken artist olmasını öğrenir.”
Balıkçı’nın yazılarındaki üslupta o canlılığı hissedersiniz, sizi alıp tarih içinde dolaştırır, döne dolaşa aynı yere getirir. Adeta o yazıları okumuyor, Balıkçı’nın ağzından dinliyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Bir örnek vermek isterim, bir mektubunda şöyle diyor:
“Amma meyhanede herkes kendi keyfinde. Konuşuyorlar. İnsanlar hoşdur. Umumi konuşma oğultusu var. Arı kovanı oğultusu gibi tatlı. İşte bu yer sıcak kanlılığıma uygun bir hava yaratıyor. Sana bir ilanı aşk daha! Telefona bir prélude olsun. Üstümüzde uzun telden sarkan bir ampul vardı. Meyhanedeki insanların sesleriyle titreyordu. Fakat ben konuşurken hafif hafif sallanmağa koyuldu. Bilirsin ya heyecanlandığım zaman oturamam, ayağa kalkarım, o zaman da lamba hemen hemen başımın hizasına geliyordu. Onun için sallanmışdır. Kim bilir beynimin o «labirent»vari sırkonvolüsyon’larında ne mucizevi bir alchimie oluyordur da beyin ötmeğe koyuluyor ve bir bir ardınca âlemsemalar kavislendiriyor. Yahu o ana ben ebediyetleri değişmem. O anda ta iliklerine kadar trubadur, ta canımın özüne kadar!” (9 Haziran 1957, s.61)
Balıkçı adeta yaşarken konuşur, konuşurken yazar ve bu sayede yaşar. Yaşamak, yazmak ve konuşmak hepsi iç içedir. Bir mektubunda şöyle der:
“Azra öyle sebebsiz ve spontané sevinçlerim oluyor ki bazen deme gitsin. Fazla geliyorsa, yahu çok geldi, biraz sağa sola dağıt, deye dua ediyorum… Sana otuz sene önce yazdığım Knidos Afroditi’ni gönderiyorum. Pfasa yahut Saffo’nun duası kadar güzel değil. Yazdığım sıralarda eni konu beğenmişdim; şimdi beğenmedim o kadar. İnsan ne çok değişiyor… İnsan konuşurken bile yazar. Yazı, masanın başına geçip kehadı önüne aldığın zaman başlamaz. O berbat bir şeydir, kehad sana, sen kehada bakar durursun. Kehad soğuk ve beyaz Siberya Ovası’na döner. «Şu saatta yazacağım, şu saatta duracağım!» olmaz. İnsan uyanık oldukça — bazen uyurken rüya gördükçe bile— durmadan yazar. Yazı diye bilinen şey, zaten zihinde yazılmış şeyin kehada dökülmesidir.” (25 Mayıs 1957, s.47)
Balıkçı aynı zamanda mücadelecidir, mücadele heyecanını ısrarından alır ve yılmadan, bildiğimizi okumamızı salık verir. Nitekim 19 Eylül 1958 tarihli bir mektubunda Azra Erhat’ın çevirisine gelen bir eleştiriyi eleştirirken şöyle der: “Sen Bodrum’da ektiğim diktiğim fidanların kesildiğinden bahsediyorsun. Yahu ben oradayken de dikerdim parçalarlardı, aynı yere beş kere diktiğim oldu. Senin yaradılışın icabı yazacaksın, uğraşacaksın, ne derlerse desinler efendim.”
Burada kritik sözcük mücadeledir.
Bir yerde şöyle diyor: “Çabalayıp duruyorum. Elimde kılıç eksik. Mücadelenin gürültüsü arasında enerjimi buluyorum. Koşup, yetişip, gürleyip duruyorum.” (23 Haziran 1958, s.114)
Balıkçı’nın gürleyip durduğu konuların başında, hiç kuşku yok ki, Batı Anadolu sevdası gelir.
Peki, Balıkçı bu sevdasını nasıl dile getiriyordu?
Şadan Gökovalı’nın “Ben Halikarnas Balıkçısı: Doğdum, Sevdim, Öldüm” kitabının başında Balıkçı’nın şu sözünden bir alıntı vardır: “Dünyada, düzenli bir anlatışa hiç gelmeyen bir yer varsa, o da Anadolu’dur.” Balıkçı’nın Anadolu sevdasını dile getiriş biçimi de düzenli bir anlatışla olmaz. Balıkçı düşüncede ve üslupta kalıplara sığmayan bir insandır. Bu açıdan bakarsak, Anadolu’ya benzer, o da Anadolu gibi düzenli bir anlatışla anlatılamayacak bir insandır. Onun Anadolu’su da keza öyledir.
Balıkçı’nın Batı Anadolu’ya bakış açısını tüm eserlerinden edindiğim izlenimlerle şöyle özetleyebilirim:
Öncelikle Balıkçı, Anadolu’dan önce Ege ve Akdeniz coğrafyasına bakar. Özellikle de Ege coğrafyasının antik dünyadan bugüne uzanan tarihinde bir ikilik görür. Bu ikilik hem coğrafya da kendini gösterir hem de düşüncede. Bu ikiliğin coğrafi yönü, Ege Denizi’nin iki yakasından oluşur: Birincisi Ege’nin karşı tarafındaki bugün Yunanistan’ın bulunduğu Atina veya Helen bölümü, ikincisi ise Ege’nin bizim tarafımızdaki Anadolu bölümüdür. Düşüncede ikilik de bu coğrafi ayrıma dayanır, Ege’nin karşı tarafındaki düşünce kötü, Anadolu tarafındaki düşünce iyidir.
Ancak burada öncelikle şuna dikkat etmek gerekir: Balıkçı kendi deyimiyle, bugüne de sirayet eden “onlar ve biz” ayrımında ölçütünü “Yunanlar ve Türkler” olarak değil, Helenler ve Anadolulular olarak belirlemiştir. Kendisinin objektif olduğunu düşünmektedir, karşı çıkabilirsiniz. Ancak o şöyle der: “Anadolu olmasaydı ne olacaktı? Benim kafam bâkir. Direkt düşünüyorum, önceki bir yargı ile değil. Anadolulu olduğum için değil, ama Anadolu böyle olduğu için. Duygudan çok, aklîyim bu işde.”
Akli mi gerçekten? Balıkçı’nın aklı böyle çalışıyor. Bir yerde de şöyle der:
“Bu topraklarda yeşeren maddi manevi kültür değerleri bizim değil mi? Atatürk’ün bize ve dünyaya sunduğu mesaj, Anadolu topraklarında var olmuş tüm kültür varlıklarının bizim olduğu, bizim onların mirasçısı olduğumuz değil mi?” O halde Balıkçı’ya göre Anadolu’ya tüm tarihiyle sahip çıkmamız gerekir. Ancak bu noktada şunu söylemek gerekir: Balıkçı’nın Anadolu’dan anladığı batı Anadolu’dur, dolayısıyla coğrafi sınır olarak da Ege ve Akdeniz coğrafyasını temel alarak bir tarih ve kültür okuması yapar. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesinin tüm Anadolu ve Rumeli topraklarına yayılan, yeni tarihsel perspektifinden ayrılır. Batı Anadolu veya Mavi Anadolu fikrini öne çıkarır, Türklük vurgusundan ziyade, Anadoluluk vurgusu yapar. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tezinin bir ölçüde alternatifi olan bir tezdir.
Buradan Balıkçı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk ve kurucu kadroyla, kurucu ideolojiyle ile çatıştığı sonucu çıkarılamaz. Aksine onunla çatışmadan, onun yanında, nispeten farklı bir okumayı temsil eder. Bu noktada belirtilmeli ki, Osmanlı’nın son dönemindeki çağdaşlaşma veya batılılaşma hareketleri ile Türk milliyetçiliği birlikte gelişmiştir. Osmanlı’nın son dönemindeki ayrılıkçı milliyetçiliğe varan etnik hareketle karşılık Türk milliyetçiliği nispeten geç tarih sahnesine çıkmış ve ayrılıkçı milliyetçilik hareketlerine reaksiyon göstermiştir. Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca ve günümüzde de deneyimlediğimiz bir durumdur. Bu durumun en önemli retoriği de “Biz ve Onlar” ayrımına dayanır, bunu bazen sebebi somut bir şekilde kendisi olmasına rağmen “Dış güçler” retoriğine sığınan iktidar dilinde de görürüz.
Evet Balıkçı, kör göze parmak, bir Türk milliyetçisi değildir. Ancak onun gerek kurgu gerekse kurgudışı eserlerinde milliyetçi retoriğin kaçınılmaz unsuru olan “Biz ve Onlar” ayrımının izlerini buluruz. Ona göre Biz Anadolulu olanlarız, Onlar ise Ege’nin karşı tarafındaki Helenler ve onların ardındaki Batılılardır.
Bu düşünce bazen kurgu eserlerinde, kısa öykülerinde iyi karakterlerin hep Anadolulu ve elbette bugün yaşayan Türkler, kötü karakterlerin ekseriyetle Grekler ve batılılar olmasından da anlaşılır. Daha da önemlisi, beni asıl ilgilendiren, antik felsefe ve çağdaş düşünceyle ilgili tespitlerinde de aynı ayrımı görürüz.
Balıkçı’ya göre felsefenin başlangıç noktası olan Ionya, başta Miletoslu Thales, Herakleitos ve Ksenophanes sorgulayıcı doğa biliminin öncüleri olarak Balıkçı’nın tabiriyle “Anadolu’daki yaşamın neşesinin, toprağının veriminin” kanıtıdır. Bu neşe ve verim Ege’nin karşı kıyısında yoktur. Anadolu’daki Presokratik akılcılık ve doğabilimcilik Yunanistan’ın dinci ve ötedünyacı eğilimlerini bastırarak, felsefeye bir yön vermiştir. Hatta Balıkçı’ya göre, Yunanistan’daki dincilik ve mistisizm tehlikesi Anadolu’yu çok etkileyen, o korkunç Pers tehlikesinden çok daha büyüktür.
Anadolu’da göksel tutulmaları hesaplayan bir Thales vardır ve Anadolu felsefenin başlangıç noktası olmakla beraber başından beri felsefe-bilim geleneği nasıl olmalıysa, onu örneklemiştir. Yani Atina ve Platon bu doğa gözlemine dayanan bilimsel yaklaşımı durdurmuştur. Balıkçı’ya göre eğer “Belki Einstein o zaman <yani Anadolu’da> gelişirdi, Platon olmasaydı.” Bir mektubunda böyle diyor. Balıkçı, müthiş bir Platon düşmanıdır. Düşman diyorum.
Hatta Azra Erhat, Mektuplar’ın Önsöz’ünde şöyle der: “Balıkçı’nın sevmediği Platon’u ben seviyordum, ama neden sevdiğimi açıklamama da izin vermezdi.”
Sonra devamında belki de hocasıyla ilgili kötü bir izlenim bırakmak istemiyorcasına, Çünkü, derdim, bu adam filozof milozof amma ustasını bu dünyada kimsenin sevmediği gibi sevmiş. Ustasını sevmek… hoş doğa sevgisini de, insan sevgisini de Halikarnas Balıkçısı’ndan öğrenmiştim ben.” Azra Erhat’ı anlıyoruz. Balıkçı’yı biz, gelecekteki “ukala dümbeleği” olan okurlara yedirmek istemiyor. Ama şurası açık ki, Balıkçı gibi adamlar karizmatiktir, karizmatik önder ve rehber özelliği taşırlar, onların karşısında kolay kolay mikrofonu alıp karşı çıkamazsınız. Azra Erhat’ın neredeyse Balıkçı’nın karşısında akademiden gelen öğrenci modundan çıkamamasının nedeni budur. Buna rağmen, özellikle Düşün Yazıları kitabından anlıyoruz ki, Balıkçı’nın Homeros destanlarına ilişkin bazı tezlerine karşı çıkmış.
Balıkçı’ya dönersek, ona göre, batılı tarihçiler de Anadolu’nun bu üstün akılcılık ve doğabilimi temelli yönünü görmezden gelmekte ve Atina odaklı felsefeyi öne çıkararak Anadolu’ya haksızlık etmektedir. Bu da az evvel bahsettiğim “Biz ve Onlar” ayrımının güzel bir örneğidir.
Balıkçı batıya çok kızgındır, öyle böyle değil. Haksız sayılır mı, sayılmaz bana kalırsa. Ben de batı eleştirisinde onun gibi düşünüyorum. Özellikle de 25 Şubat 1968 tarihinde yakın dostu Sabahattin Eyüboğlu’mna yazdığı bir mektubu beni etkilemiştir. Bu mektup TBMM’de TİP’li milletvekillerinin ama özellikle de Çetin Altan’ın tartaklanması üzerine yazılmıştır ve Balıkçı’nın sağ siyasetin ülkeyi sağcı gericiliğe sevk etmesinden duyduğu rahatsızlığı içerir.
Balıkçı “Son olaylar bende umut namına bir şey bırakmadı. Oysa ömrüm boyunca gördüklerim beni umutsuzluğa düşürmemeliydi böyle” der ve şunları ekler:
Sultan Hamid baskısı, o baskının sonucu Meşrutiyet ilanı. Sonra gericilerin Meşrutiyet’e tepkisi. Hane şu Otuz Bir Mart hadisesi miydi neydi. Şeriatçılar sokakda rastgeldiklerine, «Mektepli misin, alaylı mısın?» deye soruyorlardı. Mektepliysen basıyorlardı süngüyü göğsüne. Bunun sonucu hareket ordusunun İstanbul’a gelişi Selanik’ten. Gerici isyanının İstanbul’da bastırılması. Tarabulus, Balkan, ve Birinci Dünya Savaşı. Sultan Vahiddedin’in önderliğinde gene gerici hareketi. Gerici hareketinin Türkiye içinde, Yunan ordusu ve bütün Batılılarca desteklenmesi. Buna karşı Hareketi Milliye ve Milli Savaş. Sonuç Türkiye’nin gericilerden ve Batılılardan kurtulması.”
Devamında da şöyle der:
Herifler din min değil, para peşinde. Para peşinde olanların da paralarına dokunmaya gelmez. İsa sarrafların paralarını kamçıyla dövdüğü için haça gerildi. Vietnamlılar da Amerikan dolarları tehlikeye girmesin deye haça geriliyor. Ara sıra umudum kalkınıyor, bizden ötürü değil, üçüncü dünyadan ötürü. Batıcılardan hiçbir şey bekleme. Batı statuquo’cudur, geridir, derdi günü sömürücülükle edindiği zenginliği, refahı sürdürmektir. Onlar gür bir merada kavram ve sağrı kabartan sığır sıpa gibi eldeki refahta gevişe devam etme kaygusundadırlar. «Aman bu otladığımız otlaktan olmayalım!» derler. Bu uğurda tüm dünyayı köle etmek isterler. İşte bunlar geri dünyadır… Avropa’nın yegâne umudu deli gençlikdedir. Yani hippilerde ve bitniklerdedir. Unutma ki, bunlar gençdir, gelecek kuşakdır. Bunlar babalarının gevelediği yalanlara kulak asmıyorlar. Bu geleneklerin yalan olduğunu görüyorlar. Ve vur patlasın çal oynasın deye babalarının dinini, imanını, ahlâkını, mukaddesatını, namusunu kırıp geçiyorlar. Bir kültür bir medeniyette bir inanca ve inanç realitesine dayanır.” Balıkçı geleceğe selam yolluyor adeta.
Osmanlı’nın son dönemindeki kayıpları ve Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerinden sonra, Kurtuluş Savaşı vermiş bir toplumun ve yıkık, virane üzerine yeni bir Cumhuriyet inşa etmeye çalışan bir ülkenin bir mensubuydu Balıkçı, işgallerin ve savaşın anıları tazeydi ve Anadolulu insanlara moral aşılanması gerekiyordu. Balıkçı bir aydın olarak sorumluluk üstlenmiş ve yüzlerce yıllık bir karanlığı aydınlatmak için gözlerini Antikçağa çevirmek istemiştir.
O bir macera adamıdır. Kendi sözleriyle, “eh dünyaya doğmak bir maceradır, hem de pek tehlikeli bir maceradır. Bittabi rutin insan için aventure değildir. Dolap beygiri gibi conventionnel daireler üzerinde dönerler. Cereyana tâbi tramvay gibi Fatih’ten Pangaltı’ya ve vice versa git gel dur, yenecek iki buçuk patlıcan için.” Böyle diyor Balıkçı.
Sizler buraya “yenecek iki buçuk patlıcan” için gelmediniz. Ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan zor günlerde, dünya savaşı kokusunun alındığı, coğrafyamızın kaynadığı bir dönemde içten içe umudunuzu korumak için bir kültür etkinliğine katıldınız. Halikarnas Balıkçısı’nı anmaya ve beni dinlemeye geldiniz. Bu benim için de güzel bir anı olacak. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.