Dr. C. Cengiz Çevik – Blog

KLASİK FİLOLOG

[1] Montesquieu ile “Antik Roma’nın Yükselişi ve Düşüşü”

Montesquieu (1689-1755): Aydınlanma döneminin önemli düşünürlerindendir. Kanunların Ruhu isimli eseri başta olmak üzere siyaset kuramına büyük katkılar yapmış, iklim teorisiyle bu alana antropolojik bir soluk getirmiştir. Devlet tanımları, devletin işleyişi, despotizm, toplumsal katmanlar, kölelik vs. gibi konularda geçerliliğini asla yitirmemiş temel önermelerin sahibidir. Bunların başında günümüz anayasalarını da şekillendiren “kuvvetler ayrılığı” ilkesi gelmektedir. İran Mektupları, dünyayı keşfetme arzusuyla Fransa’ya giden iki İran soylusunun mektuplarından oluşur. Devlet, toplum, kültür, demografi vs. konuları çarpıcı anekdotlarla işleyen bu hiciv, ilk kez 1721 yılında roman olarak yayımlanmış, Montesquieu’ye büyük ün kazandırmıştır.

Montesquieu’nun “Büyük Eser”i Kanunların Ruhu’dur. Ancak bu eser üzerinde çalışırken daha kısa ve çok daha geçici bir kitap da yazdı: Romalıların Yücelik ve Çöküşü Üzerine Düşünceler. Bu kitap 1734 yılında Hollanda’da anonim olarak yayınlanmış, ancak Fransa’da serbestçe dolaşıma girmiştir. Meşhur tarihçi Edward Gibbon’un en sevdiği eserlerden biri olsa da yayınlandığı dönemde çok popüler olmamıştı. Bu eser Berna Günen çevirisiyle Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basıldı, tarih ve siyaset felsefesine meraklı olanlar mutlaka edinmeli, aynı zamanda Roma tarihinin de kısa bir özeti gibi. Bu arada Kanunların Ruhu da yine Berna Günen çevirisiyle Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basıldı.

Birçok bölümü daha sonra Kanunların Ruhu‘nda işlenmiş olsa da, iki kitap birbirinden çok farklıdır. Kitabın adı uzun olduğundan yayın boyunca kısaca “Romalılar” diyelim, nitekim batı literatüründe de böyle bir kısaltma kullanılıyor, kısaca “Romalılar” diyorlar bu kitaba.

Romalılar kitabı felsefi bir tarih iken, daha sonraki çalışma yani Kanunların Ruhu sosyal kuralların yapısının bir analizidir. Bununla birlikte, bu iki eserin ortak amaçları arasında, antik ve modern siyaset arasındaki büyük farkı ortaya koymak da yer alır. Yabancı bir kültürü anlayarak kendi kültürünü anlama çabasıdır. Karşılaştırmalı tarih bu nedenle kendini anlamaya giden bir yol olabilir, ancak tam da çağlar ve halklar arasındaki farklılıkları ortaya koyduğu için bire bir taklidi teşvik etmez.

Daha ilk bölüm, Roma’nın modern anlamda bir şehir değil, sadece halka açık bir buluşma yeri olduğunu söyleyerek başlıyor. Montesquieu’nün zamanında hiçbir kent böyle bir yer değildi. Ve metin boyunca her fırsatta okuyucuya Avrupa dünyasının hem uluslararası hem de yerel anlamda ne kadar farklı olduğu hatırlatılır. Montesquieu’nun Roma’sı kopyalanacak bir model değil, siyaset hakkında bazı genel doğrulara ulaşmasına yardımcı olabilecek tarihsel bir vaka çalışmasıydı, yani “case study”.

Bir tarih olarak Romalılar kitabı bir halkın başarılarını ve başarısızlıklarını, kabile kökenlerinden Konstantinopolis’in nihai düşüşüne kadar yüzyıllar boyunca kronolojik olarak takip eder. 

Ancak bunu sürekli olarak değil, oldukça epizodik ve seçici bir şekilde yapar. Linear veya Doğrusal tarih genel olarak Montesquieu’ya yabancı bir yöntemdi. Kümülatif ilerlemeye inanmıyordu ve en yakın geçmişe dair algısı sürekli bir gelişimden ziyade radikal bir süreksizlikti. Tarihsel olaylar tarihin seyrini değiştirir, ama bu değişim her zaman bir süreklilik arz etmek zorunda değildir. Bazı gelişmeler radikal kırılmalara neden olabilir.

Ona göre Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’nın genişlemesi onu o kadar zengin ve güçlü yapmıştı ki, geçmişte var olan hiçbir şeye benzemiyordu. Dahası, Ortaçağ hukukuna ilgi duymakla birlikte, Ortaçağ’ı barbarlığın kara deliği olarak görüyordu ve bu kara delik, neyse ki artık süper güçlerini aşmakta olan bir Avrupa’nın gerisinde kalmıştı.

Romalılar kitabındaki Roma tarihine gelirsek, hem cumhuriyetin özgür bir devlet örneği olması hem de imparatorlukların Avrupa’daki her büyük modern devletin gündeminde olması nedeniyle, daha uzak geçmişten çok daha önemlidir. 

Felsefi tarih, herhalükarda, kesintisiz bir anlatı olmak zorunda değildir. Doğru olmalıdır, ancak tüm öyküyü anlatmak zorunda değildir, yalnızca genel önermeleriyle ilgili olanları anlatmalıdır. Montesquieu’nun olaylara ilişkin anlatımı, olayların psikolojik ve tarihsel önemine ilişkin düşünceler için sürekli olarak kesintiye uğrar. Kesintili bir anlatım tarzı vardır, epizod epizod ilerler, böylece her bir vaka üzerine düşünme imkanını bulursunuz okurken.gmail

Bu projeye girmekteki tüm amacı, tarihin yalnızca ‘arızi’ ya da ‘tikel’ nedenler olan semptomatik olayların kaydedilmesiyle değil, siyasi değişimlerin altında yatan derin, ‘genel’ nedenlerin araştırılmasıyla anlaşılabileceğini göstermekti. 

Bu elbette Montesquieu ile başlayan bir tarih yazıcılığı türü değildir. Bu türün ilk ve en kalıcı örneği Thukydides’in Peloponnesos Savaşı anlatısıdır. Burada karakter ve koşulların karşılıklı etkileşimi, uzun süren savaşın yükü ve emperyalizmin dinamikleri sürükleyici bir trajediye dönüştürülmüştür. 

Baş halefi ve örneği olan tarihçi Polybius, Montesquieu’ye Roma Cumhuriyeti tarihinin büyük bir kısmında rehberlik etmiş ve ona döngüsel bir rejim teorisi önermiştir. Polybius’un siyasi değişim fikrinin en az etkili özelliği, Roma Cumhuriyeti’ni saf monarşiler, aristokrasiler ve demokrasileri kaçınılmaz olarak etkileyen çürüme sürecinden kaçınabilen karma bir siyasal rejim olarak açıklamasıydı. Hem Machiavelli hem de Montesquieu, Roma’nın da yozlaşmaya kurban gittiğini bilmelerine rağmen Polybius’un tarihinde değerli bir şeyler buldular; çünkü klasik seleflerinin aksine çağdaş tarih değil, geriye dönük anlatılar yazıyorlardı. Dolayısıyla görevleri oldukça farklıydı. Uzak geçmişi doğrudan bugünle konuşturmak ve en çeşitli tarihsel koşullar altında siyaset hakkında kalıcı olarak neyin doğru olduğunu ortaya çıkarmaktı.

Montesquieu, Machiavelli’nin Söylevler‘ine önemli ölçüde borçludur. İtalyan yazar gibi o da Roma’nın yönetme ve savaşma sanatı üzerine yoğunlaşmış, özellikle din ve dış politika konularında Senatus’un manipülatif becerilerine özel bir önem vermiştir. Her ikisi de erken cumhuriyetin ruhuna ve halk özgürlüğüne hayrandı, ancak ikisi arasındaki farklar çok önemliydi. Machiavelli, kendi ihtişamlarının peşinde koşarken etraflarındaki dünyayı dönüştüren ve sadece talihin kötülüğü tarafından yenilgiye uğratılabilecek büyük adamlara inanıyordu. Montesquieu ise çok daha az kişisel terimlerle düşünüyordu. Özellikle cumhuriyetlerde, önderler sadece toplumun bebeklik döneminde kurumlar oluştururlar. Ondan sonra, liderleri şekillendiren kurumlardır (353). Ve antik çağın efsanevi kahramanlarının ünlerini sürekli olarak çürütmüş ya da görmezden gelmiştir.

Bu hiç de ‘büyük adam’ odaklı bir tarih görüşü değildir. Montesquieu zaman zaman bir devlet adamının ya da Caesar gibi bir komutanın karakterine ya da yeteneklerine duyduğu hayranlığı dile getirmiştir, ancak ona göre bu figürler tarihin akışını değiştirmemiştir. En fazla, olağanüstü bireysel aktörler toplumlarının daha derin içkin eğilimlerini harekete geçirmiştir. Sulla’nın tasarımları ne olursa olsun, o asla Caesar’ın yükselişine giden yolda bir basamaktan başka bir şey değildi ve eğer Sulla cumhuriyete son vermeseydi, onun gibi başka bir komutan bunu yapacaktı (420-1).

Kahramanlık Montesquieu’yu ilgilendirmiyordu ve superman’ler olmadan, başka türlü açıklanamayan yenilgilerini hızlandırdığı için talihi suçlamaya da gerek yoktu. İnsanlar herhangi bir kader tarafından yönetilmezler. Davranışlarının nedenlerini ve sonuçlarını nadiren anlasalar da kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Bu hiçbir şekilde bireysel liderlerin eylemleri için ahlaki sorumluluklarını azaltmaz. 

Sulla Montesquieu’yu özellikle etkilemiş ve onunla hayali bir filozof olan Eucrate arasında küçük bir diyalog yazmıştır (0. C. I. 553-63). Sulla, Roma’nın kurtarıcısı ve Senato’nun onarıcısı olarak ününü savunarak başlar. Hatta gelecek kuşaklar onu yeterince kan dökmediği için suçlayabilir. Eucrate, kendisini insanlığın üstünde gören bir adamın insanlığa maliyetinden bahsederek cevap verir. Dahası, tek başarısı daha da kötü bir lidere örnek teşkil etmek olmuştur. Hem niyetleri hem de sonuçları onun ‘zalim bir adam ve kötü bir vatandaş’ olduğunu göstermiştir.

Sonuç olarak Machiavelli’nin aksine Montesquieu nostaljiden yoksun bir bakış açısıyla klasik geçmişe bakar, diyebiliriz.

Roma ve İngiliz özgürlüğünün yakın bir karşılaştırması, ona ikincisinin sadece daha ulaşılabilir değil, aynı zamanda doğası gereği daha üstün olduğunu kanıtlamıştır.

Kendi kendini düzeltme arzusu onda daha baskındır (410). 

Bu nedenle Machiavelli gibi İmparatorluğun kuruluşundan çok önce durmadı, ama acı sona, Doğu Roma’nın parçalanmasına kadar kitabı götürdü. Montesquieu, Machiavelli’ye duyduğu özenli küçümseme bir yana, onun ne askeri gücün etkinliğine olan inancını ne de imparatorluğun yüceltilmesine duyduğu hayranlığı paylaşıyordu. 

Aslında onun asıl amacı bu gücün yararsızlığını göstermek ve Roma’nın modern taklitçilerini caydırmaktı.

Montesquieu’nun imparatorluklara odaklanmasının bir nedeni vardı, bu neden Machiavelli için geçerli değildi. Her ikisi de Kilise’nin siyasetine eşit derecede düşman olsa da, Montesquieu’nün aklında özel bir hedef vardı: 14. Louis’nin saray ilahiyatçısı Piskopos Bossuet. (Busue) 

Bossuet sadece kraliyet mutlakiyetçiliğinin (absolutism) resmi savunucusu değildi. 

Aynı zamanda Evrensel Tarih Üzerine Söylev adlı bir eser kaleme almış ve bu eserde tüm tarihsel nedenlerin Tanrısal Öngörünün planlarına dayandığını savunmuştu, buna göre imparatorlukların yükselişi ve düşüşü aslında Hıristiyanlığın yayılmasını ve Tanrı’nın amaçlarının gerçekleşmesini sağlayan olaylardı.

Yani ne oluyorsa Tanrı’nın planlarına göre oluyor, göklerden gelen bir karar vardır lafı gibi bir şey bu. 

 Yine Bossuet’ye göre, Fransız kralının görevi, Kilise’nin mucizevi sürekliliğini kabul ederek, onu koruyarak ve yeniden birleşmesi için çalışarak Kilise’nin ‘en büyük oğlu’ olarak kalmaktı. 

Elbette tek bir birleşik Kilise’nin tek bir kamu aracına ihtiyacı olduğu eski bir doktrindi ve Fransız monarşisinin dini ve emperyal bir görevi vardı. Dönemin Fransa kralı 14. Louis birbiri ardına felaket getiren birç ok savaşa girişmişti. Bu savaşların yorumlanması lazımdı, işte Bossuet’nin tarih okuması dinsel bir perspektife dayanırken, buna karşılık Montesquieu dinsel değil, insani, insana ilişkin bir tarihsel okuma yapılması gerektiğini düşünüyordu. Onun Roma’ya bakışının ardında bu amaç vardır. 

Roma İmparatorluğu tarihinde siyasette yalnızca insani nedenlere yer vardı.  Hıristiyanlığın ortaya çıkışı onun için Roma dini siyasetinin normal seyrine tamamen uygun, dikkat çekici olmayan bir olaydı (1463). Ayrıca ilk Hıristiyan imparator olan Konstantin’in politikalarının tekdüze bir şekilde kötü tasarlanmış olduğunu ve korkunç siyasi sonuçları olduğunu göstermeye özen gösterdi.   

İşte, Montesquieu, Bossuet’nin ilahi güdümlü tarihsel dramına rakip olacak doğal bir imparatorluklar tarihi anlatmak istiyordu. Ve Roma’nın büyüklüğü ne olursa olsun, Fransa kralları tarafından taklit edilecek bir model değildi. Ama bu, Roma tarihini incelemeye engel değildir. Montesquieu ve çağdaşlarının imparatorluk siyasetini ilgi çekici bulmak için pek çok nedeni vardı.

Yaşadıkları dünyada emperyalizmin yeni biçimleri vardı. Her şeyden önce, Montesquieu’nün ve çoğu aydın gözlemcinin yerli halka karşı acımasızlığını dehşet verici bulduğu İspanyolların Güney Amerika’yı fethi vardı. Bunun sonucu sadece Kızılderililerin fiziksel olarak yok edilmesi değil, aynı zamanda İspanya’nın ekonomik olarak da mahvolmasıydı.   

Buna ek olarak, Fransızlar kısa bir süre önce Avrupa’da hegemonya için kazanılamayan felaket bir savaşlar silsilesi yaşamıştı. Ve son olarak, İngilizlerin Kuzey Amerika’da kurduğu ve yerel halk ile yöneticilerine eşit derecede fayda sağlayan benzersiz derecede başarılı bir ticaret imparatorluğu vardı. 

Yedi Yıl Savaşları‘nın sonuna kadar fetih imparatorlukları ile ticaret imparatorlukları arasında bir karşıtlık olduğu fikri yaygın olarak savunuluyordu. Montesquieu da savaş ve hukuk gibi fetih ve ticaretin de devlet adamlarının devletlerin politikalarını yönlendirmek zorunda oldukları iki kutup olduğuna hala inanıyordu. Gelişimi sağlayan ya savaş ekonomisi ya ticaret ekonomisidir, Roma apaçık şekilde bir savaş ekonomisi fikriyle gelişmiştir. En azından Montesquieu böyle düşünüyor. Yaşadığı dönemin modern Avrupa’sında ticaret ekonomisine dayalı barışçıl yolun tek rasyonel yol olduğuna dair hiçbir şüphesi yoktu. Roma’nın genişlemesine dair anlattıkları ise daha çok kan dökmenin tüm cazibesini ortadan kaldıran acımasız bir öykü olarak karşımıza geliyor.

Romalılar vahşilikleriyle her zaman kusurlu olsalar da, Montesquieu onların siyasi başarılarını görmezden gelmez. Tarihlerine tam anlamıyla trajedi katmak için, küçük özgür cumhuriyetleri dünyanın imparatorluk efendisi haline geldiğinde, ne kadar çok şey kaybettiklerini göstermek zorundaydı. Ayrıca başlarına gelen her şeyden doğrudan onları sorumlu tuttu. Prensip olarak, bireylerin olduğu kadar grupların da karakterini açıklayan hem fiziksel hem de ahlaki nedenler olduğunu düşünse de, Romalılarda sadece ikincisini dikkate alıyordu. Bordeaux Akademisi için iklim ve fiziksel çevredeki değişikliklerin modern Romalıları ataları kadar ölçüsüz hale getirdiğine dair bir makale yazmıştı (O. C. Il. 1732). Ancak şimdi sadece Romalıların bir yönetim biçiminden diğerine geçerken geçirdikleri psikolojik ve siyasi değişimlerle ilgileniyordu. Tarihçinin görevi bu morfolojik değişiklikleri açıklamaktı.

Ama en nihayetinde, Montesquieu’ye göre, Roma’nın tüm tarihinin temelinde, Roma halkının günümüze kadar ulaşan ve hala tiyatrolardaki dövüşlerde kendini gösteren müzmin savaşçılığı yatıyordu.

 “Doğa”, sonucuna varmıştır, “her zaman hareket eder, ancak toplumsal gelenekler tarafından bastırılır” (Düşünceler, 1 296) . Roma’nın olağanüstü yükselişinin ve düşüşünün başlıca nedeni buydu. Ahlaki nedensellik alanında tarihçi üç farklı alt kategoriyi ayırmak zorundadır: Genel, arızi (koşullara bağlı olan) ve özel nedenler. Bu kavramlar, Tanrı’nın insanlığa yönelik eylemlerini tanımlamak için kullanan Malebranche’ın teolojik kelime dağarcığından alınmıştır, ancak burada ironik bir şekilde tamamen doğalcı bir anlam verilmiştir. Bu üç tür neden arasındaki fark, ilkinin uzun menzilli ve temel olması, son ikisinin ise yalnızca hızlandırıcı olaylar olmasıdır. Bu kullanımda Montesquieu, tek tek vakaları tanımlamak yerine hastalığın nihai nedenlerini bulmayı görev olarak gören tıp yazarlarını yakından takip etmiştir. “Dünyayı talih yönetmez” diye bitirmiştir. “İster ahlaki ister fiziksel olsun, her monarşide onu yükselten, sürdüren ya da alaşağı eden genel nedenler vardır. Tüm kazalar bu nedenlere tabidir ve eğer bir savaş, yani özel bir neden, bir devleti yok etmişse, o zaman bu devletin tek bir savaşta yok olmasını belirleyen genel bir neden vardır. Kısacası, ana eğilim tüm tikel kazaları beraberinde taşır (482).”

Romalılarda iki tür genel neden buluruz: birbirini izleyen yönetimlerin temel zihinsel kurumsal politikaları ve halkın ruhu. Roma’nın ilk kralları mutlak kalıtsal güç talep etmeye karar verdiklerinde ve soyluları aşağıladıklarında, kendilerini yok ettiler. Lucretia’ya tecavüz, son kralın böyle bir monarşiye tahammül edemeyen kaba ve savaşçı bir halk tarafından devrilmesine vesile olmuştur. Yıkılışının genel nedeni, kral ile halk arasında duracak bir soylu sınıfı olmadan hiçbir monarşinin uzun süre ayakta kalamayacağıdır. 

Örneğin İngiltere’nin 7. Henry’si Roma’nın son iki ilkel kralıyla aynı politikayı izlediğinde de sonuç aynı oldu: taht en sonunda onarılamayacak kadar güçsüzleşti. “İnsanlar her zaman aynı tutkulara sahiptir, büyük değişiklikleri yaratan durumlar farklı olsa bile nedenler her zaman aynı kalır.” (353-4) Bu nedenle Roma Cumhuriyeti’nde Virginia’nın kurban edilmesi de sadece baskıcı decemvirlerin çöküşünün vesilesiydi. Asıl neden, Roma halkının bu tür bir yönetime katlanmak zorunda olmamasıdır (Ruh, 11. 15). Bir halkın ruhunu rencide eden ya da hükümetin temel yapısını ciddi şekilde değiştiren herhangi bir politika, uzun süreli sonuçları olan genel bir neden olarak hareket edecektir. Nitekim Konstantin Doğu’da yeni bir Hıristiyan başkenti inşa etmek için İmparatorluğu böldüğünde, İmparatorluğun Batı yarısının ölüm fermanını yazmıştır. Kötü askeri planlama, dışarıdaki halklardan birinin ya da diğerinin istila edip fethedeceği anı hazırladı. Odoacer’in Gotları olmasaydı, başka barbarlar ona son darbeyi vuracaktı (4 7 4-6, 493-4) .  Genel nedenler doğa güçleri gibi hareket eder, ancak bilimsel olarak anlaşıldıkları takdirde insan kontrolünün ötesinde değildirler. Roma krallarının ve VII. Henry’nin kendini yücelten politikalarının sonuçlarında her hükümdar için çok açık bir ders vardır. Bir monarşinin soylular olmadan ayakta kalamaması sosyal doğanın bir kanunudur. Ancak Montesquieu siyasi kaçınılmazlığa inanmıyordu. Siyasi kararların sonuçlarını açıklamak için sürekli olarak karşı olgulara başvurması bunu açıkça ortaya koymaktadır. Her zaman gidilmemiş bir yol vardı, bu yol takip edilebilirdi ama takip edilmedi. Siyasi tercihlerin anlamını tam olarak anlamak için alternatiflerin hayal edilmesi gerekir ve bu da bunların en azından bir noktada mümkün olduğunu ima eder. Dolayısıyla Montesquieu’nün büyük hayranlık duyduğu Mürted Julianus’un paganizmi geri getirmesi mümkün olmazdı, çünkü paganizm ölmüştü. Ancak daha uzun yaşasaydı, paganizmin yerini alacak ve Hıristiyanlığın yayılmasını önleyecek yeni bir din kurmayı pekâlâ başarabilirdi (473).

Kritik anlarda yöneticiler, etkileri dönüştürücü olduğu için geri döndürülemeyecek siyasi kararlar alırlar. Bu da tarihsel kaçınılmazlıktan söz etmeyi, her zaman her şeyin siyasi olarak mümkün olduğuna inanmak kadar anlamsız kılmaktadır. Kritik bir anda alınan bir kararı “kritik” kılan şey kararın kendisi değil, o kararı almaya neden olan “genel nedenler”dir. Bunlar için de doğru bir teşhise ihtiyaç vardır.

Doğru bir teşhisin başlıca amacı, hastalığın olası seyrini önceden tahmin edebilmektir. Bazı durumlarda nedenin bilinmesi bir hastalığın önlenmesini mümkün kılabilir, ancak on sekizinci yüzyılda tıbbın güvenilir bir tedavisi yoktu ve Montesquieu’nun tarih anlayışı, çare önermekten ziyade uyarmak için tasarlanmıştı. Yani Montesquieu aşı yapıyor. 

Montesquieu’nun Romalılara ilişkin analizinde halkın ruhu bile ahlaki nedenler tarafından yaratılmıştır. İlk krallar ilk andan itibaren sürekli savaşla uğraşmış ve bu da Roma halkına kalıcı savaşçı karakterini kazandırmaya büyük katkıda bulunmuştur. Onları değişmeyen yollarına sokmuştur (355-7). 

Romalılar ilk günlerinden itibaren ganimet, kadın ve toprak için komşularıyla sürekli savaş halindeydiler. Bu erken deneyim onların ruhunu silinmez bir şekilde şekillendirmiş ve gelecekteki tüm siyasi davranışlarını ve kurumlarını etkilemiştir.   Sadece bir savaş diğerine yol açmakla kalmadı, askeri başarı yeni girişimleri davet etti ve Romalılar her zaman kazandı. 

Roma’nın tüm tarihi bu caydırıcı madencilik deneyimlerinin bir sonucuydu. Roma hükümetinin tek amacı, şekli ne olursa olsun, topraklarını büyütmekti. İster yurttaş milisleri olan bir cumhuriyet, ister yabancı paralı askerlerden oluşan bir orduya sahip bir imparatorluk olsun, askeri genişlemenin zorunlulukları ve savaşçı bir ruhun çağrısı siyasete egemen oldu. İç siyaseti bile askeri projelerin rehiniydi.

Yorum bırakın