Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Sonunda Djokovic USOPEN yani Amerika Açık 2021’de Medvedev’e yenildi ve takvim Slam yani bir yıl içinde tüm Grand Slam’leri kazanma fırsatını tepmiş oldu. İlk defa yenilmiyor, yaklaşık bir buçuk ay önce 2020 Tokyo Olimpiyatları’nda Zverev’e yarı finalde yenilerek Golden Grand Slam yapma şansını da kaybetmişti. Ancak bu durum, onun bu yıl başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Bilmeyenler için şöyle özetleyelim. Tenisçiler yıl içinde farklı turnuvalara katılabiliyorlar. Katılabilecekleri turnuvalar içinde dört tanesi “Grand” olarak adlandırılıyor, bu turnuvalar şunlardır:
Djokovic bu yıl ilk üç turnuvayı da kazandı. Avusturalya’da Medvedev’i, Fransa’da Tsitsipas’ı ve Wimbledon’da Berrettini’yi finalde yendi. Bu zaferlerle toplam Grand Slam sayısını 20’ye çıkardı, böylece uzun yıllar zirveyi koruyan tenis efsaneleri Federer ile Nadal’ı Grand Slam sayısında yakalamış oldu.
Djokovic için bu yıl bir başarı öyküsünden söz edilmesi gerektiği aşikar.
Son olimpiyat oyunları sırasında Djokovic Tokyo’nun en popüler sporcularından biriydi, hatta seyirciler ve sporcular hep onunla fotoğraf çektirmek istiyordu. Maçlarını bir bir kazanırken, bir yandan da röportajlarında spor camiasına mesajlar veriyordu. Bu mesajlardan en önemlisi “baskı ayrıcalıktır, baskı olmadan profesyonel spor olmaz” sözü oldu. (Link) Bu söz bu yıl kazandığı Grand Slam’lerdeki maç sırasında geriye düştüğü noktalarda nasıl bir mental üstünlükle geri dönebildiğini de açıklıyor. Fransa’da tenis efsanesi ve toprak kort ustası Nadal’a karşı gösterdiği sağlam yarı final performansı ve finalde Tsitsipas’ı 0-2’den geri gelerek 3-2 yenmesi ve bu tür geri dönüşleri, neredeyse her maçta ilk seti yenilgiyle kapatarak geri dönme hikayesine döndürmesi tüm dünyada Djokovic’in fiziksel üstünlüğünün yanı sıra mental üstünlüğünün, dayanıklılığının da ciddiyetle konuşulmasına neden oldu. Bu sene neredeyse tüm maçlarını izlemiş biri olarak ben de bu duruma birkaç defa değindim:
Ancak kazanılan onca başarıya rağmen, bir sporcu sadece bir insandır. Ne kadar iyi hazırlanmış olursa olsun, eninde sonunda o mental üstünlüğün ve dayanıklılığın bir sınırı vardır. O sınıra ne zaman ve nasıl varılacağı her sporcunun, hatta herhangi bir alanda mücadele veren her mücadeleci insanın kendi öyküsü tarafından belirlenir. Djokovic hem geçmişteki kimi yanlışlarından hem de tenis dünyasını uzun süre domine eden Nadal ve Federer rekabetine sonradan eklemlenmiş olup onların çok kalabalık bir kitle olarak karşımıza çıkan “taraftar”larını rahatsız ettiğinden neredeyse her turnuvada seyircilerin ıslıkladığı veya en hafif tabirle hoşlanmadığı bir tenisçiydi. Yukarıda andığım zaferlerini adeta seyircilere karşı da aldı. Çoğunluğun desteklediği değil, çoğunluğa karşı oyununu oynaması gereken biriydi. Bu yüzden kazandığı her zafer onun mental gücünü de pekiştiriyor ve daha dikkat çekici kılıyordu.
Ancak dün geceki Amerika Açık’ın final maçında tam tersi oldu. Seyircilerin büyük bir bölümü ve kameralara yansıyan birçok Hollywood ünlüsü Djokovic’in tarihi takvim Slam’ine tanık olmak için gelmişti. Maç boyu seyircilerin desteğini gördü, hatta ABD’li seyirciler nazarında antipatiklik konusunda onunla yarıştığı düşünülen Medvedev bu sefer seyircilere karşı oynayan taraf oldu. Adeta kozmik şakacının bir planı vardı, bu yıl destek görmediği finallerin hepsini kazanan Djokovic, ilk defa seyirciyi arkasına aldığında hiç ummadığı, çok ağır bir yenilgi aldı. Medvedev’in kusursuz oyununun hakkını yememek lazım, baştan sona hem Djokovic’e hem de seyircilere karşı mücadele verdi ve sonunda kazandı, tüm dünya çapında tarihe tanıklık etmek isteyen herkes başka bir senaryoyla karşılaşmış oldu.
Dün geceki twitlerimde bu durumu trajik bulduğumu söylemiştim.
Belki “neyi neyle kıyaslıyorsun?” diye retorik bir soru soracaksınız. Oysa “homo sum, humani nihil a me alienum puto” diye bir söz vardır, Terentius’un bir karakterine söylettiği. “İnsanım, insana özgü olan hiçbir şeyi kendime yabancı bulmuyorum” olarak Türkçeleştirebileceğimiz bu cümle aslında hangi alanda ve konuda olursa olsun, insanla ilgili olan bir şeyin diğer alanlarda ve konularda da yine insanla ilgili başka şeyleri ilgilendirdiğini anlatır. Öykülerimiz farklı olsa da hasletlerimiz değişmiyor, insanlar günlük koşuşturmada hırslarına yenik düşebiliyor, kontrolü kaybedebiliyor. Sık değindiğimiz Stoa felsefesindeki istikrarlılık veya sarsılmazlık (constantia) ideali, işte bu yüzden Stoacı Epiktetos’un derslerinde vurgulu bir şekilde dile geldiği gibi, kontrol edebildiğimiz ve kontrol edemediğimiz şeyler arasında bir ayrım yapmamız gerektiğini bize hatırlatıyor.
Bu hatırlatma, temelde bir insan olduğumuz gerçeğine bağlanıyor. Eğer insan yani ölümlü değil de, bir tanrı yani ölümsüz olsaydık, sarsılmazlık ideali bizim için hiçbir anlam ifade etmezdi, çünkü var oluşumuzdan kaynaklanan, kırılganlıktan uzak olan kendiliğinden sarsılmaz olmaya dayalı bir üstünlük durumumuz olacaktı. Ancak durumumuz bunun tam tersi. Yaşamımız gibi, her şeyin bir sonu var. Marcus Aurelius’un “unutacaksın, unutulacaksın” formülünün de anlattığı gibi, tüm başarılar ve başarısızlıklar gelip geçecek, geriye belki örnekliğimiz kalacak, o da bir süreliğine. Djokovic’in yükselişinden ve ani düşüşünden gücümüzün sınırlılığına dair ders almalıyız. Yine döndük dolaştık, kendimizi bilmemiz gerektiği gerçeğine dayandık. Hep diyorum, Yunan felsefesi Delphoi’daki “kendini bil” deyişiyle başlar, yani “sen tanrı değilsin” öğüdüyle.