>Pandorum
>
Bir kere birçok klışenin birleşiminden oluşmuş, bütün klışeler birbirinden güç almış, serpilmiş bir olmuş. i. Dünya yok olma tehditiyle karşı karşıya, Algore’a katılıyorum. ii. Dünyayı başka yaşam alanında devam ettirecek mürettabatın başına bir şey geldi. iii. Gemide, uzayda görmek istemediğimiz yaratıklar var. iv. Birkaç kahraman var, mutlu sona beş kala. v. Bir misyon var, kahramanımız onu yerine getirirse onca düzenbazlık, onca çirkeflik, onca ahlâksızlık, onca yaratıkçılık sona erecek. vi. Geminin kolunu çevirin, sene oldu 5000, yeni dünya bile bulduk ama biz hâlâ kollarla, çevirmelerle uğraşıyoruz.
Bir de pandorum diye bir hastalık var. Ahkâkçılık ve tanrısallık sorgusu var. Dünyanın yok olduğu zaman tanrı ve ahlâk fikirleri de yok olur mu? Film bir yerde bunu sorguya çıkıyor, yüzbaşı “dünya yok oldu, ahlâk bitti, beni neyle ve nasıl yargılayacaksın?” diye soruyor. İlk bakışta haklı. Dünyanın yok olduğu haberini alınca mürettebatı ortadan kaldırdı, geride dünya olmadığına göre insanın kökeni de ortadan kalkmış olur ve ona bağlı olarak bütün yasalar, kabuller, yargılar… Hâl böyle olunca şöyle bir durum ortaya çıkıyor:
Altunizade’deki Capitol’un tepesinde de böyle bir haç var.
Biz acaba sadece genesis’imizden mi sorumluyuz? Ben farklı yerlere gittim filmi izlerken, tam o boğuşma sahnesinde özellikle de. Yeni bir dünya keşfedilse, yaşam alanı olarak önümüze sunulsa ve daha geçen gün bir ahbaba dediğim gibi, gönderilen ilk koloni içinde yer alsak ve biz yolculuk esnasında geride bıraktığımız hakikî dünyanın yok olduğunu öğrensek ne olur? Bizim her şeyimizi ve hatta geminin içindeki misyonumuzu dahi anlamlı kılan her şey ortadan kalktığına göre, gemi de ortadan kalkabilirmiş gibi düşünebiliriz. Çünkü bizler yaşamımızda farkında olmadan yasaların buyruğu altına girerek, her adımda farklılaşsalar da, mutlaka bazı yasalarla anlamlı kılınırız. Yasaların ortadan kalkması da, bizim ortadan kalkmamız anlamına gelir. Geçici sarhoşluğun kalıcılaştığını düşünün. İşte yüzbaşının kast ettiği özgürlük bu. “Güçlü olan ayakta kalır” düsturu bile anlamını yitiriyor.
Mesele bir Pandorum‘a bakar. Eller titrer, tam bir klışe olarak burundan kan damlar; karşımızdaki bünyeyi Rahibe Teresa olarak bile görebiliriz. İnsanı insan kılan tüm misyonlar yitince, insan da yiter. Filmde ben bunu gördüm, bunu bildim; filmle ilgili torunlarıma anlatacağım öncelikli şey budur.
Dikkat çekmem gereken bir sonraki şey ise, bu filmin de gösterdiği üzere,
Alienserisinin içimize ne kadar derinlemesine işlediğidir. Gemide aksiyona girişen kadın onbaşının kirli meme bombesi hemen akla Ellen Ripley’i getirmiyor mu? Getiriyor. Karanlıktaki koşuşturmacalar, dar düşün işlemlerinin gerçekleştiği zihnimizin kavrayabilmesinin mümkün olmadığı kablolar, içinde yüzyıllarca uyuyabileceğiniz uyuma kapları, fıştık fıştıng şeklinde mavi mavi ateş eden silahlar, uzayda da olsa mücadeleyi, hayatta kalmayı anlamlı kılan av ritüelleri vs. Alien izlemek istiyoruz aslında böyle yapımlarla karşılaştığımızda. Bu da, bir Alien kompleksi yaratmış demektir; gözler farkında olmadan, o iblisin diğer yaratıklar arasından çıkıp fışşşşşııııiiiinggg şeklinde salya akıta akıta kuyruk sallamasını arıyor. arıyor da kime arıyor? Bu tarz, uzayın derinliklerinde kaybolmuş gemideki insan vs canavar boğuşmaları güdük olmaya mahkum, çünkü alien bu işi yemiş bitirmişliğin sembolü olarak akıllara kazındı bir kere. İnsan aklından kaçamaz.

Bu kız (Antje Traue) olmuş mu şimdi? Olmamışsa değiştirin.
Bir şeye daha dikkat ettim. Kimi boğuşmalar fazla hızlıydı; acaba ben mi takip edemiyorum diye bile düşündüm. Sonra anladım ki tarz yapmışlar, uslup uslup. Kamera aniden dönüyor vs. Bu biraz da canavarlardan kaynaklanıyor. Tren gibiler, öylesine hızlı ve çevik. Nasıl ki bazı ilkellerde yenilen hayvanın gücünün insana geçtiği düşünülürse, ters evrim geçirmiş bu canavarlar da birbirlerini yiye yiye daha da çevik olmuşlar. Baksanıza o sevimli veledin, bizim insan avcının gırtlağını kesişine? İnsan olan bunu yapmaz. Çocuk dersin o keltoş kafasına şap şap vurursun. Atiğin atiği olmuş o yaşta, çekti bıçağı kesti adamın gırtlağını, yazık kere yazık.
Son sözüm 2009’u sci-fi cennetine dönüştürenlere. Bazı kaynaklara baktığım kadarıyla, District 9 ve Pandorum’un ziyadesiyle birlikte anılmasının nedeni bu tarz filmlere uzun zaman boyunca hasretlik çekilmesidir. Bir nesil yüzük kardeşliğiyle, Hayri Potter’in süpürgesiyle uyutuldu. Eskinin Star Warsçuları, Alienperverleri olan koca koca adamlar kozasına mahkum bir şekilde ergenlikten çıkmayı beceremediğinden uyutulduklarıyla kaldılar. Yeni yetişen nesil ise Mcdonalds menüleri yanında verilen oyuncaklarla sünger beyinli kılındı. Bizim koca adamlar da tuttular o bebelerle hayri potter muhabbetine giriştiler. Sevin Okyay çevirdiği kitaplarla ev aldı, araba aldı, Google’ın yüzde 12 hissesini aldı.
Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Hayatımızı öcülerle doldurdunuz.
Sci-fi’de kayda-değer kıpırdanmaları tetikleyen işte bu koca adamların uykularından uyanmış olmalarıdır; işin içine ciddi ciddi sıkıştırılmış Algore’umsu politik imgeler (“dünya elden gidiyor, geleceğimiz kötü, aklınızı başınıza devşirin” tarzı serzenişler) bu yapımları farkında olmadan klâsikleştirebilir. Baş-tanrı Iuppiter 2000’lerin başındaki o, zıptırık uyuşukluğu bir daha nasip eylemesin. Aklımızı başımıza devşirelim. 2009 bu devşirmenin sembolü olsun. Pandorum, District 9, Moon gibi birbirinden farklı usluplu ve içerikli yapımlar, zihinsel reaktörümüzü çalışır durumda bıraksın.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...